Hemen her gün yeni bir icatla yahut icatların yenilenen bir sürümüyle karşılaşıyoruz. Bu icatların gündelik hayatı daha verimli, daha konforlu, daha rahat yaşama imkânı kazandırdığı büyük ölçüde doğru.
Fakat bu yeniliklerin arasında yitirdiklerimiz, kazandırdıklarından daha çok. Üstelik bunları teknolojinin sunduğu imkânlarla temin veya telafi etmek de mümkün değil.
İşte huzur da bunlardan biri. Hatta huzur söz konusu olduğunda, yaşadığımız çağın huzursuzluk çağı olduğu bile söylenebilir.
Teknoloji hayatı kolaylaştırıyor fakat zorluklarla baş edebilmek kabiliyetimizi köreltiyor. İnsanları dayanıksız, güçsüz, kırılgan hale getirebiliyor.
Kaldı ki hayatı kolaylaştırdığını sandığımız buluşlar, bizi çoğu zaman daha hızlı, daha yoğun yaşamaya; dünya ile gereğinden fazla meşgul olmaya sevk ederek hayatımızı daha da zorlaştırabiliyor. Gelişmelerdeki aşırı hız, toplumları adeta anlık değişmelere maruz bırakıyor. Bir uyum ve değerlendirme sürecine izin vermediği için kültürel davranış kalıplarını tahrip ediyor. Kitleler, maruz kaldıkları ve sahici ihtiyaçları doğrultusunda yönetemedikleri değişimlerin nesnesi haline geliyorlar. Değişimin sürekliliği durup düşünmeye, değerlendirmeye, sorgulamaya mani oluyor çünkü. Teknolojiyi kullandığını zanneden çoğu insan, teknoloji tarafından kullanıldığını, yönlendirildiğini fark etmeden bir bağımlılığın pençesine düşüyor.
Öte yandan göz alıcı yenilikleri hayranlıkla karşılayanlar dahi, bunun sonunun nereye varacağını hep bir korku ve endişe eşliğinde soruyorlar. Çünkü hiçbir ilahî, insanî, tabiî ölçü tanımıyor bu gidiş. Gelecek senaryoları üzerine kurgulanmış film ve romanlarda hep bir felaket öngörülüyor. Teknolojik gelişmeler geleceğe dair bir umutsuzluğa, kaygıya, felaket beklentisine, dolayısıyla bir huzursuzluğa da yol açıyor yani.
Susuzluğu deniz suyuyla gidermek
Konuya buradan böylece girişimiz mutlak anlamda bir teknoloji karşıtlığı gibi anlaşılmasın. Bilimdeki gelişmelerin doğal sonucu olarak tarihin her döneminde bu kadar hızlı olmasa bile yapılan pek çok icadın insanlığa yarar sağladığı muhakkaktır. Bugün de meşru bir ihtiyacı karşılayan, toplumları yine meşru çerçevede dönüştürüp tekâmül ettiren buluşlara kimsenin itirazı olamaz. Fakat ihtiyaç ve meşruiyet tarafına bakılmadan sırf yeni olması hasebiyle, neredeyse kutsiyet atfedilerek gösterilen abartılı rağbetin sağlıksızlığı da ortadadır.
Bağımlılık halindeki teknoloji düşkünlüğü, çoğunlukla bir kolaylığı elde etme maksadı taşımıyor zaten. Daha ziyade kapitalizmin statü ve mutluluk imkânı olarak benimsettiği bir tüketim anlayışına kapılmanın alâmetidir. Susuzluğu deniz suyuyla giderme aymazlığıdır bir nevi. “Tüketim çılgınlığı” her seferinde daha büyük bir susuzlukla, daha büyük bir huzursuzlukla yeniden deniz suyuna yönelme çılgınlığıdır aslında. Deniz suyu elbette teknolojiden ibaret değil ama şu sıralar bu ambalajla sunulmakta. O yüzden birer huzursuzluk sebebi olarak bilim ve teknikteki gelişmelerin de üzerinde yeşerdiği zemine bakmak gerekiyor.
Modernite denilen ve dini dışlayan bu zemin, sadece dünyayı, rasyonel aklı, maddî verimliliği esas alıyor. İnsanı beşeriyetine indirgiyor ve nefsin isteklerini tatmin gibi bir imkânsızı vaadediyor. İmkânsız, zira hadis-i şerifte buyurulduğu üzere beşer yanıyla insan “bir vadi dolusu altına sahip olsa bir vadi daha ister” ve bu isteklerin sonu gelmez.
İşte bu sonu gelmeyen isteklerin peşinde koşması insana yaradılış maksadını, dolayısıyla kim olduğunu unutturabiliyor. Hayatın en temel nitelikleri haline gelen hız, haz ve kolaycılık; durup düşünmeyi, akletmeyi, hakikati araştırıp öğrenmeyi engelliyor. Sonuçta nefsinin ve hırsının kölesi olan modern insan, güvensizliğin, rekabetin, anlamsızlığın, tatminsizliğin verdiği bir huzursuzlukla bunalıyor. Yeniden koşmaya takat yetiremediğinde içki gibi, uyuşturucu gibi, eğlence gibi, yoga türü meditasyonlar gibi sahte huzur arayışlarına yöneliyor.
Putlaştırılan nefs ve vahşet
İnsanın âdemiyetini, nefha-i ilahîye mazhar olan ruhunu ihmal edip varlığını beşeriyetinden ibaret görmesi; kendini bilmemesi yahut kendini kaybetmesidir. Maneviyat yoksunluğu mana yoksunluğudur. Fertleri de toplumları da anlamsızlığa sürükler. Dünya hayatında sadece nefsinin isteklerini karşılamaya yönelmesi, kişiyi insan dışı diğer canlıların seviyesine düşürecektir. Bu dahi eşref-i mahlûkat konumunun kaybı demektir ve başka bir huzursuzluk sebebidir.
Putlaştırılan nefs, eninde sonunda şimdilerde adına “bireyselleşme” denilen bir vahşete sevk eder insanı. Daha ziyade hukuk tanımayan bir kıyıcılık anlamına kullandığımız vahşet, aslında bencillik sebebiyle tercih edilen bir yalnızlık yahut ünsiyetsizliktir. Hiçbir ölçü gözetmeden her şeye sahip olmak ve sahip olduklarını paylaşmamak için kişinin kendini toplumdan izole etmesidir. Böylelerine göre kendileri dışındaki herkes huzursuzluk kaynağı birer “öteki”dir. Sadece kendi nefsleri adına hak gördükleri dünyalıkları kendilerinden önce ele geçirme veya paylaşıp azaltma ihtimali sebebiyle ötekiler, nasıl olursa olsun ortadan kaldırılması gereken birer düşmandır aynı zamanda.
Vahşet kelimesine yüklenen kıyıcılık anlamı bu düşmanlığın ve düşmanları bertaraf etmedeki “nasıl olursa olsun” hukuksuzluğunun neticesidir. Bazen sofrasından eksildiğini düşündüğü bir dilim ekmek için Suriyeli muhacirleri şeytanlaştırmaya çalışan insafsız bir tavır olarak ortaya çıkar. Bazen petrol için Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren bir hunharlık olarak tezahür eder.
Böyle ne kendileri huzur bulan ne de başkalarına huzur veren kişi veya toplumların bir başka belirgin vasfı, refah seviyelerinin yüksekliği. Çoğunlukla ortalamanın üstünde maddi imkâna ve konfora sahiptirler. Fakat kalkınmış, ekonomisi gelişmiş Batılı toplumlarda sürekli artan uyuşturucu bağımlılığına, intihar ve boşanmalara, antidepresan kullanımına bakılırsa maddi refah, zannedilenin aksine huzur getirmiyor. Buna rağmen Batı kaynaklı mutluluk reçeteleri arasında “daha çok dünyalık kazanma, daha çok konfor” hâlâ en revaçta olanı.
Mutluluk ve huzur aynı şey mi?
Bir keresinde maddiyatın huzur getirmediğini yine Batılı ülkeler üzerinden örneklerken genç bir kardeşimiz itiraz etti. “Siz böyle söylüyorsunuz ama yapılan istatistiklerde Avrupa ülkeleri mutluluk sıralamasında her zaman başı çekiyor.” dedi. Bahsettiği istatistikler Birleşmiş Milletler’in her yıl hazırladığı Mutluluk Raporu’ndaki bilgilerdi. Gerçekten de özellikle Kuzey Avrupa ülkeleri mutluluk oranı bakımından yıllardır ilk sıraları paylaşıyordu. Fakat gözden kaçırılan bir şey vardı. Söz konusu rapor insanlara mutlu olup olmadıklarını sorarak hazırlanmıyordu. Mutluluk kriterleri denilen; “toplumun refah seviyesi, fert başına düşen gayrisafi yurtiçi hâsıla ve nüfusun sağlıklı yaşam süresi” gibi verilere göre düzenleniyordu. Büyük ölçüde maddiyat esas alınıyordu yani. Bunların mutluluk verip vermediği bir yana, mutlu olmak huzurlu olmaya yetiyor muydu acaba? Kaldı ki bahse konu raporda Türkçeye “mutluluk” diye çevrilen kelime aslında “şanslı olma hali” anlamına geliyordu.
Mutluluk, günümüzün yaygın anlayışa göre, “nefsin istediği, beğendiği, arzuladığı bir şeyi elde etmenin, tatmanın, yaşamanın hoşnutluğu, hazzı veya sevinci” demek. Huzur hali de bazen manevî bir haz, kişiye kendisini iyi hissettiren bir memnuniyet duygusu yaşatabiliyor. Belki bu yüzden çoğunlukla birbirinin yerine kullanıyoruz ama mutluluk ve huzur aynı şey değil. Çünkü huzur halinin yaşattığı manevi haz veya memnuniyet, herhangi bir dünyalığı elde etmekten kaynaklanmıyor. Herhangi bir dünyalık mahrumiyetinden dolayı da eksilip kaybolmuyor. Şımarmak, neticeyi kendinden bilip zafer sarhoşluğuna kapılmak anlamına varlığa sevinmeye mani olduğu gibi yokluğa yerinmeye de mani oluyor.
Mutluluk ise beşerî bir isteğin karşılanmasına bağlı geçici bir sevinme duygusu. Geçicidir; çünkü nefs, istek ve ihtiyaçları karşılandıkça bir yenisini yahut biraz daha çoğunu talep eder. Sonuçta mutluluk eşiği sürekli yükselir ve dün mutluluk veren bir imkân, bugün mutsuzluk sebebi olarak huzursuzluğa yol açar. Bu nedenledir ki dünyalık anlamında yetinmemeyi hayatın yegâne gayesi haline getiren küfür ehlinin, gelip geçici mutluluklar yaşasa da huzur bulması mümkün değildir.
Slogan doğru ama...
Böyleyken gelişmiş Batılı toplumlara huzur konusunda da imrenmemiz müslümanlar olarak bizim huzursuzluğumuza delalet ediyor. Dahası, onların sahte huzur reçetelerine itibar etmekle huzurun ne olduğunu unuttuğumuzu gösteriyor. Bu yüzden de asla bulamayacağımız yerlerde huzur aramaya koyuluyoruz. Oysa huzur İslâm’dadır ve mümine mahsus bir hâldir.
Hatırlayanlar olacaktır; 90’lı yıllarda otomobillerin arka camına yapıştırılmış “Huzur İslâm’da” çıkartmaları yaygındı. Bu söz, biraz siyasî bir anlayışa çağırdığı, daha çok da içi doldurulamayan ve mucibince amel edilmeyen bir slogan halinde kaldığı için yıprandı. Belki böyle hoyratça yıprattığımız, kâlden hâle aktaramadığımız için bu hakikati şimdilerde dile getirmekten imtina eder olduk. Belki huzurun İslâm’da olduğunu gerçekten unuttuk.
Nitekim huzura dair nisyanımızın başka alametleri de var. İşte bizde de huzuru dünyalık kazançta, başarıda, kariyerde, konforda arayanlar çoğaldı. Hatta huzursuzluğumuza, “huzurevi” tabelalarında ifşa ettiğimiz gibi huzur bile diyebildik. Huzurevlerinde sadece kendi ihtiyaçlarını göremeyen kimsesiz yaşlılar kalmıyor. Evlatları tarafından yük sayılan, istenmeyen yaşlılarımız da var buralarda. Bu sebeple türlü musibetlerle, bereketsizlikten kaynaklanan geçim darlığıyla huzursuzluğa maruz kalıyoruz. Çünkü hadis-i şeriflerde beyan buyurulan, “yaşlılara ikram, itina ve hürmetin rahmete, berekete, rızık bolluğuna ve musibetlerden korunmaya vesile olduğu” hakikatinin zıddına davranıyoruz.
Artık yeniden hatırlamalıyız ki huzur İslâm’dadır. İslâm, kelime olarak dahi bütün anlam ve çağrışımları ile adeta huzuru tarif eder. İslâm, Allah Tealâ’ya “teslimiyet”tir. Bu teslimiyette bütün sahte ilahlara ve kendi nefsinin doymazlığına kulluktan kurtulup gerçek özgürlüğe ulaşmak vardır. Kâdir-i Mutlak ve merhametlilerin en merhametlisi olan Cenab-ı Mevlâ’nın himayesine sığınmış olmanın “selâmet”i, esenliği, emniyeti vardır. İslâm, kulun Rabb’i ile, kendisiyle ve bütün mahlûkatla “barışık” olmanın verdiği huzurdur. İslâm, fıtrat dinidir. İmam Gazâlî rahmetullahi aleyhin Kimyâ-yı Saâdet’inde belirttiği gibi, “Huzur, fıtratı muhafazada ve fıtrata uygun yaşamadadır.”
İtminân, sekinet ve huzur
Araştırarak müslüman olmuş mühtedilerin hemen hepsinin “huzuru İslâm’da buldum” dediğini duymuşsunuzdur. Bizler bugün müslümanlık iddiasındaki insanlar olarak huzurdan mahrumsak; huzurun ne olduğunu hatırlamak ve bulmak üzere tecdid-i imanla yeniden İslâm’a dönmemiz gerekiyor demek ki.
Huzur; sözlüklere göre “ferahlık, gönül rahatlığı, memnuniyet, sükûnet, dirlik ve güvende olma duygusu”dur. Kalbin bir hali olarak ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde bazen “itminân” bazen de “sekine(t)” kelimesiyle karşılanır. İtminan, kalbin vesvese, şüphe ve tereddütten arınmış kesin bir kabulle yatışması, tatmin olması demektir. Sükûnet, teskin olma hali anlamına gelen sekîneti ise âlimlerimiz, ayet ve hadislerden hareketle, “kalbe indirilen ilahî ikram eseri bir nur” diye tanımlamışlardır. Müminleri bilhassa küfür ehli karşısında korku, kaygı, telaş ve eziklikten azade kılan bir nurdur bu. Sıkıntılı zamanlarda da müminlerin vakar, heybet, izzet ve ölçülerini muhafaza edebilmelerini; akl-ı selim ile davranmalarını sağlamaktadır.
Huzur, mümine mahsus bu itminan ve sekinetin tasavvuf terbiyesindeki adıdır. Hususen ilahî feyz ve tecelliyata mazhar olan kalbin yaşadığı manevi hazzı, sürûr halini anlatır. Genelde ise huzur dediğimiz halin hakikatine bütün boyutlarıyla işaret eder.
Huzurun hakiki kaynağı
Cibrîl hadisinde Efendimiz sallallahu aleyhi vessellem, Cebrail aleyhisselamın “ihsan nedir” sualine şöyle cevap buyururlar: “İhsan, Allah Tealâ’ya O’nu görüyormuş gibi ibadet / kulluk etmendir. Sen O’nu görmesen bile O seni görmektedir.” Bu demektir ki insan her an ve her yerde Cenab-ı Mevlâ’nın huzurundadır. Allah Tealâ’ya O’nu görüyormuş gibi kulluk etmek, O’nun huzurunda bulunduğumuz idrakiyle mümkün olur. Bu idrak veya şuurun alameti zikrullah; zikrullahın alameti de rıza-yı ilahîye uygun yaşamaktır.
Zikrullah, Cenab-ı Hakk’ın esma-i şerifini sadece dil ile söylemekten ibaret değildir. Esas itibariyle kalbin fiilidir ve ancak böyle olursa dil de dahil diğer azalardaki zuhuru kıymet taşır. Nitekim taat ve ibadetimiz zikirdir. Sâlih amellerimiz zikirdir. Marufa yönelip münkerden kaçınmamız zikirdir. Hasıl-ı kelâm, Allah Tealâ’nın emrettiklerini yapmak nehyettiklerinden sakınmak zikirdir. Çünkü bütün bunlar hep huzurda olduğumuz şuuruyla Rabbimizi hatırlamanın, zikrullahın eseridir. Bu sebeple, “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur, huzura erer.” mealindeki ayet-i kerimede geçen “zikr”i en geniş kapsamıyla, “kâmil iman, sâlih amel ve kulun Rabb’iyle böylece kurduğu kalbî rabıta” diye anlamalıdır.
Şu halde hakikatine en uygun bir tarif yapmak gerekirse, “huzur, Cenab-ı Mevlâ’nın huzurunda olduğumuz idrakinin ve bu idrake göre davranmanın kalpte hâsıl eylediği derin bir duygudur” diyebiliriz. Müslüman bu duyguyu mesela huşû ve ihlâsla kıldığı bir namaz esnasında yaşar. Çünkü huşû ve ihlâsla kılınan ve huzur veren bir namaz, kulun huzurda olduğu bilinciyle kıldığı namazdır. Böyle huzurda olmanın bilinciyle ifa edilen kulluk vazifeleri “marifet”i yani kalbindeki bilgi ve sezgiyi artırır. Marifet de Allah Tealâ’ya yakınlaşmayı, bağlılığı, aşkı artırır. Bu, Kur’an-ı Kerim’de beyan buyurulduğu üzere, “ilahi bir ikramla müminlerin kalbine indirilen sekinetin, onların imanını kat kat artırmasıdır” (Fetih 4). Huzur halinin kemâline ve devamlılığına vesiledir.
Kısaca, huzurlu olmak, her daim huzurda bulunduğumuz hakikatinin mucibince amel etmekle mümkündür.
“Huzur”da olduğumuzu unutunca
Huzursuzluk dediğimiz hal ise her an ve her yerde Allah Tealâ’nın huzurunda bulunduğumuz hakikatinden gafil olmanın eseridir. Bu yüzdendir ki işlediği bir günah, yaptığı bir haksızlık, kulluk vecibelerini terk veya ihmal, müslümanı huzursuz eder. Efendimiz sallallahu aleyhi vessellemin nitelemesiyle, müminin “kalbini tırmalar”. Çünkü yanlışa ve masiyete yönelmek zikrullahın, dolayısıyla Allah Tealâ’nın ve O’nun huzurunda olduğumuz hakikatinin unutulduğuna delalettir. Bu sebeple hadis-i şeriflerde, işlediğimiz bir günahtan hemen sonra tevbe etmemiz; yaptığımız bir kötülükten hemen sonra bir iyilikte bulunmamız istenmiştir. Tevbe de, sâlih amel anlamına iyilik de bir yönüyle yeniden Cenab-ı Mevlâ’ya yönelmek, huzurda olduğumuz bilincini kuşanmak demektir.
Zikr-i daimî ile kalpteki huzurun sürekliliği ve kemâli, nefs-i mutmainne veya ihsan mertebesindeki Allah dostlarına mahsustur. Sıradan müslümanlar, bu mertebeye ulaşmak için yola koyulmuş olsalar bile huzursuzluktan büsbütün sıyrılmış olamazlar. Sonuçta müslüman da beşerdir. Gaflete düştüğü, şaşırdığı, yanlışa yöneldiği olur. Bazen nefsine uyar, şeytana kanar, dünyaya aldanır. Bazen de kendi dışındaki sıkıntılar öfkeye, hırçınlığa, ümitsizliğe, korkuya sevk edip huzursuz kılabilir onu.
Böyle durumlarda kalpte yaşanan huzursuzluk, “huzur hali”ni yeniden kuşanmamız gerektiğini hatırlatan bir uyarı gibi değerlendirilmelidir. Kalbin tırmalanması, yöneldiğimiz günahtan vazgeçmeye vesile kılınmalıdır. Böyle yapmayıp gafleti ve huzursuzluğu kalıcı hale getirmek, ya olmayacak yerlerde boşuna bir huzur arayışına ya da kalbini susturmaya sevk eder insanı.
Dünyanın süsünde, başarısında, konforunda, geçici mutluluklar bulunsa da huzur bulunmaz. Tıpkı dünyanın kendisi gibi... Bunlara ulaşmak adına kulluk vazifelerimizi ihmal edecek şekilde hiç durmadan koşturmanın kendisi dahi huzursuzluk sebebidir. Huzurun bir anlamı da “vakfe”, yani “durmak”tır çünkü. Vakfe yapmayınca hakikate vâkıf olamaz, durmayınca durulamazsınız. Huzursuzluğu hissetmemek için eğlenceyle, geçici hazlarla, madde bağımlılığıyla kalbi ve dimağı uyuşturmak, böyle anlamsız bir koşuşturmanın bir yerinde yığılıp kalmanın çaresizliğidir.
Kaçınılmaz sona hazırlık ve huzur
Huzur, “hazır olmak” anlamına da gelir. Öncesinde mutlaka hazırlık gerektiren bir yükümlülüğümüze zamanında hazırlanmamışsak huzursuz oluruz. Muhtemel bir tehlikeye karşı önceden tedbir almamışsak huzursuz oluruz. İşte son zamanlarda çokça konuştuğumuz şiddetli bir deprem ihtimali hemen herkesi korku ve endişeyle huzursuz ediyor. Çünkü yeterince hazır değiliz. Muhtemel olana hazırlıksız yakalanma korkusu bu kadar huzursuz ediyorsa, hepimiz için kesin ve kaçınılmaz bir son olan ölüme hazırlıksız yakalanma korkusu daha büyük bir huzursuzluk sebebidir. Korkunun ecele faydası olmadığına göre bu korkunun huzursuzluğuna katlanmanın anlamı da yoktur. Öyleyse bu türlü bir huzursuzluktan kurtulup huzura ermek için, bir nefes ötemizde olduğunu varsayarak ölüme ve sonrasına hazır olmak gerekmektedir.
Böyle bir hazırlıkla ölüm korkusunu yenmekten öte, “ölmeden evvel ölerek” ölümü öldüren, Cenâb-ı Mevlâ’ya vuslat imkânı olduğu için ölümü düğün bayram bilen ârifler, dünyanın en huzurlu insanlarıdır bu yüzden. Öte yandan Allah dostlarındaki kemâl mertebesinden de anlaşılacağı üzere huzur; gamsızlık, mihnetsizlik, meselesizlik, şen şakrak olma hali de değildir. Mutlak Cemâl ve Celâl sahibinin lütfunu da kahrını da hoş karşılayan bir aşkın eseridir.
Huzur için böyle bir aşka talip olmalı, ölüm ve ötesine hazırlığa mani olan dünya düşkünlüğünden kaçınılmalıdır. Dünya düşkünlüğünden kaçınalım demek, dünyayı ihmal edelim, dünya nimetlerine sırt çevirelim, rızkımızı aramak için çalışmayalım demek değildir. Bir huzur vesilesi olan zühd haline davettir. Zühd, ahiret kazancı ile meşru dairedeki dünya kazancı çakıştığında, ahiret kazancını öncelemektir. Kanaat etmek; gerektiğinde kifaf miktarıyla, yani zaruri ihtiyaçlarını karşılayacak kadar dünyalıkla yetinmeye razı olmaktır. Yakında uzakta açlar varken, diyelim ki mükellef bir sofra zühd ehli bir mümin için huzursuzluk sebebidir.
Kalbin asayişi
Huzur, “asayiş” anlamına da gelir. Asayiş ise sağlıklı bir yapıyla, aksaklıkları düzeltmekle, doğru bir denetim sistemiyle sağlanır. Huzurun kalbin bir hali olması, kalbin asayişini, yani imarını, hastalıklarından arındırılarak selim kılınmasını ve denetimini gerektirir. Çünkü itminanın yegâne şartı olan zikrullah, saflaştırılmış, beytullah kılınmış bir kalbin fiilidir. “Padişah konmaz saraya, hane mamur olmadan” fehvasınca, kirlenmiş, kararmış, dünya varıyla daralmış bir kalp ilahî tecellilere mazhar olamaz. Tecelli olmayınca zikir, zikir olmayınca da huzur olmaz.
Huzur nasıl mamur bir kalbin hali ise, huzursuzluk da malûl yani hasta bir kalbin halidir. Kalbin genişlemesi huzur, daralması huzursuzluktur. Rabbine meylederse genişler, dünyaya meylederse daralır. Hırs, haset, bencillik, kin, nefret, kibir, riya, ümitsizlik, cimrilik gibi hastalıklarından kurtulmadıkça huzura eremez. Kalbi bu hastalıklardan arındırmak hiç şüphesiz ehil hekimlerin işidir. Nitekim bu işi asırlardır peygamber mirasçısı âlimler, kâmil mürşidler yapagelmişlerdir. Esasen huzurun şart ve imkânlarına dair baştan beri anlattıklarımız tasavvuf terbiyesiyle kazanılan haller cümlesindendir. Tasavvufun gayesi İslâm’ı ihsan makamında yaşatarak, müslümanı “Rabbi’nden, Rabbi’nin de ondan razı olduğu” Allah Tealâ’nın has kulları arasına dâhil etmektir. Mümine mahsus hakiki huzura ulaştıran yolun adıdır tasavvuf. Bugünkü huzursuzluğumuz bu yolu ihmalden kaynaklanmaktadır.
Yaşadığımız çağın hâkim zihniyeti, ne olduğunu unutacak kadar uzun bir zaman önce kaybetti huzuru. O yüzden asla bulamayacağı bir arayış içinde. Refahına, teknolojisine, konforuna imrenip çağın bu beyhude arayışına biz de katılıyoruz. Huzur zannettiğimiz aldatıcı mutluluklar, geçici hevesler huzursuzluğumuzu artırıyor sadece. Oysa huzur, müslümanlığımızı eksilten ve yeniden İslâm’a dönmedikçe, yeniden tasavvuf terbiyesine yönelmedikçe, başka hiçbir şekilde bulamayacağımız yitiğimiz bizim. Doğru yerde arayalım ki bulabilelim.