Aramak

Değişim

Bir damla sudan bir bebeğe, dünyaya geldiği günden kabre kadar süren yolculuğunda, sürekli değişiklikler yaşayan insan için en önemli değişim, acaba ne olabilir? Boyunun uzaması mı? Ergenlik mi? Evlenmesi mi? Okula başlamak veya hedeflediği makam veya ekonomik güce erişmesi mi? Kısaca gözle görülebilecek eylem ve davranışların fark edilebilir iniş-çıkışlarından hangisi gerçek değişim olabilir? ‘Ben değiştim!’ veya ‘çok değişmiş!’ gibi nitelemeleri çokça duyar ve bazen de bu ifadelerin hedefi biz oluruz. ‘Bu düzen değişmeli!’, ‘Bu gidişat değişmezse sonuç felaket!’, ‘O kafa değişmezse hiçbir şeyin değişeceği yok!’ gibi istekler ve tespitler, acaba gerçek manada değişim için yapılan doğru tespitler midir?
Genel olarak, günlük hayatta gördüğümüz aksaklık ve problemleri, ya kanun ve yönetmeliklerin yanlışlığına veya yanlış uygulamalarına; yahut örf ve adetlerin anlamsızlığına yorarız. ‘Çözüm ne?’ diye sorduğumuzda aldığımız cevaplar, genelde muhatabımızın o an içinde bulunduğu durum ile bağlantılı olur. Ve bu cevaplar, nefse hoş gelen, gelecek için bir değer ifade etmeyen, nefsi tatminden öteye gitmeyen, kişisel, hissî, günübirlik, çözüm ve cevaplardır. Kirlenen siyaset, çöken ekonomik yapı, kilitlenen eğitim, ufuksuz dış politika, yozlaşan kültür, kangrene dönüşen sağlık hizmetleri, çaresizlere çetelerden medet umduran adlî yapısı, halkın değerlerine savaş açmış medyası ile geleceğe yürümeye çalışan bir ülkede, birileri durmaksızın değişimden bahsediyor. Değişim ne? Değişim derken neyi kasdediyor insanlar? Oturdukları mimarlık ve estetik ucubesi beton yığınlarını mı? Bindikleri otomobillerin son versiyon modellerini mi? Cep telefonu, bilgisayar ve internet kullanmayı mı? Otoyollardan, metrodan, köprülerden, tüp geçitlerden faydalanmayı, bir günde kıtalar arası ulaşım gücüne erişmeyi, nükleer santraller kurmayı, kimyasal silahları üretmeyi mi? Yoksa bencilleşmiş, maddeleşmiş bir hayat tarzına kavuşmak, komşuluğu öldürmek, yardımlaşmayı unutmak, infaktan nasipdar olamamak, daha çok kazanmak, ne olursa, ne şekilde olursa olsun hep kazanmak, ‘amaç için her yol mübahtır’ görüşünü en acımasız şekilde uygulayarak yükselmek, başkalarının sırtlarına basarak, ah u eninleri duymadan, kanlı gözyaşlarını görmeden, zorbalıkla ve zulümle yükselmek mi değişimdir? Geçmişi karalamak, tarihine küfretmek, kendi dilini terk etmek, kendi kültür ve irfanının giysisinden sofra adabına, müziğinden mimarisine varıncaya kadar kendini var eden tüm değerlere sırt dönmek mi değişimdir? Biz, bütün bunları değiştirdik, değiştirmeye devam ediyoruz ama nedense bir türlü mutlu olamadık. Ülkemiz kalkınmayı, fertlerimiz huzurlu, mutlu ve müreffeh bir hayat tarzını halâ yakalayamadı. Neden?.. Yoksa yapılan bütün bu değişiklikler hayalî miydi? Acaba nerede yanlış yapıyoruz ve yaptık? Tanzimat, Islahat Fermanı, reformlar, Meşrutiyet, Cumhuriyet, modern dünya, globalleşme, çağdaşlık, modernizm, Avrupa Birliği, Kophenag Kriterleri, milenyum gibi bir sürü yaldızlı kavram dillerden düşmüyor. Bu noktada insan sormadan edemiyor: Acaba değişim kavramı ile aldatılıp uyutuluyor muyuz? Yoksa, Sicilyalı prens Lampedusa “hiçbir şeyi değiştirmemek için, her şeyi değiştirmek gerekir” derken haklı mıydı? Tanzimat’dan bu tarafa sahneye konulan ve bir türlü bizi hayallerimizle kucaklaştıramayan değişim nasıl bir senaryonun ürünü? Rejisör kim? Aktörler kimler? Halkımıza biçilen rol figüranlıktan mı ibaret? Sahne, üçyüz yıldır dolup dolup boşalıyor, fakat oyun bir türlü sona ermiyor. Dekor değişti, kostümler değişti, oyuncular değişti. Oyun yine aynı oyun. Bitmeyen senfoni: değişim... Bu oyunda kendi insanımıza da güvenemiyoruz. Avrupa ve Amerika’nın kapısında, kahreden bir eda ile el ovuşturuyor, onlardan akıl, danışmanlık, adalet, sanat, kültür, sermaye, teknoloji ithal ediyoruz. Ne garip, daha Ortaçağ’da bütün bunları ihraç eden biz, müşteri ise onlardı. Elbette baştan beri sıraladığımız soruların cevabı hakkında yüzlerce, binlerce sayfa açıklama yazılır, tespitler yapılabilir. Ama hiçbir tespit Ra’d Suresi onbirinci ayetin, o hep gözden kaçırdığımız manasını aşamaz: “Onlar nefislerini değiştirmedikçe, Allah bir kavmin durumunu değiştirmez.” Evet, bu bir kanun. Nefislerin değişimi gerçekleşmeden, toplumların değişimi gerçekleşemez. Aksi takdirde değişim diye topluma yansıttığımız şey, kopya ve taklittir. Toprağa düşen tohum, özünde olanı toprağa katmadıkça ne bir başak, ne bir meşe ağacı olabilir. Her varlığın daha mükemmele dönüşmesi, özünde olanı Allah’ın kevnî kanunları çerçevesinde değiştirmesi ile olmuyor mu? İşte asıl değişimin sırrı burada. Yöneticileri, ticaret erbabını, komşularımızı, ebeveynleri, eş ve çocukları sorgulamadan, suçlamadan önce nefislerimizde olana bakalım. Allah’ın en güzel şekilde yarattığı fıtratı bozan, Kur’an’ın tabiriyle zalim ve cahil olan insan değil mi? O halde değişim, zalim ve cahil insanın nefsinde başlayacak. Hakk’ın emirlerine uymayan, men ettiklerini fütursuzca yapan, keyfine zevkine, günahına düşkün nefs-i emmarenin değişimi, tevbe-i nasuh ile başlayacak. Hastalığın teşhis ve tedavisi, uzman hekimlere yani arif kişilere bırakılacak. Onların eli değmeden tedavi nasıl mümkün olabilir? Tarihe baktığımızda, başımıza gelenleri tahlil ettiğimizde neler görüyoruz? Toplumların yükseliş ve çöküşünün temelinde neler yatıyor? Hakk’tan gaflet, yüz çevirme, yalanlama, heva ve heveslere uyma, atalarla öğünme gibi büyük günahlarla karşılaşmıyor muyuz? Tarih, kendilerine hakikat geldikten sonra sapanların ve saptıranların başlarına gelen ibretli vakalarla dolu. Bizim tarihimizdeki olumsuz değişim de Kur’an eksenli hayatı terk etmemizle başladı. Ve biz, halâ Kur’an dışı reçete ve formüllerde değişim yolları arıyoruz. “De ki: Ey mülkün mutlak sahibi! Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini zelil edersin. İyilikler senin elindedir. Sen her şeye kadirsin.” (Âl-i İmran/26) Sahi, O’nun yüceltmeyi dilediklerinden olmaya aday mıyız?
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy