Aramak

Din Bir Mevzu mu?

Dine “objektif” bakılamaz, çünkü din ile aramızda mesafe yoktur. Dini herhangi bir mevzu gibi gören kişinin dine olan saygısı azalmaya başlar. Teslimiyetten uzaklaşmaya, “benim de aklım var, ben de yorumlayabilirim” diyerek Allah’ın Kitabı’nı nefsine göre tefsir etmeye başlar. Hadislerden kafasına uyanları alıp, diğerlerine uydurma demeye başlar. Hürmet gidince nisbet de gider.

Modern bilim, araştırmacı ile incelediği nesne veya olay arasında bir gözlem mesafesi olmasını şart koşar. Laboratuvarda bir virüs üzerinde çalışma yapmaktan, insanların oy kullanırken nelere baktığını değerlen- dirmeye kadar bu mesafe esastır. Buna “objektiflik” ilkesi denilir. Objektiflik aynı zamanda “tarafsızlık” demektir. Yani bilim insanının araştırdığı konuyla duygusal bağ kurmaması gerekir.

Fakat hepimiz biliyoruz ki insanlar soğuk, köşeli robotlar değil. Her birimiz sonuçta inancımızın, duygularımızın ve kişiliğimizin etkilediği şekilde olaylara bakıyoruz. Kesin bir objektiflik o yüzden mümkün değil. Yine de hakkaniyetli ve adaletli olmaya çabalamak hem gerekli hem de mümkün.

Kim tarafsız?

Bilim tarihine ve özellikle sosyal bilimler alanlarına baktığımızda Batılılar’ın objektiflik iddiaları çoğu zaman laftan öteye geçmez. Her şeyden önce bilim genellikle bilim için yapılmaz. Her şey gibi o da planlanmış hedefler için, çoğu zaman da bir çıkara göre yapılır. Çünkü araştırmayı finanse edenlerin dertleri insanlığa hizmet değil, daha fazla güç, para ve etkidir. Çünkü bilimin finansörleri devletler ve şirketlerdir. Bugün Batı’da bilim siyasî ve ekonomik gücün yakıtıdır. Her bilim dalında çok sayıda manipüle edilmiş, çarpıtılmış, önyargı ile şekillendirilmiş veriler vardır.

Bu objektiflik iddiası, dini inceleme ve araştırma konusu yapan bilim olan “teoloji”ye de yansımış durumda. Önce “Teoloji” kavramına bakalım. Kelime, eski Yunanca “theos” ve “logos” kelimelerinin birleşiminden meydana gelir. “Theo” Tanrı, “logos” ise “bilgi” demektir. Yani teoloji “Tanrı bilgisi” veya “Tanrı bilimi” demektir. Bizde ise aynı anlamda “İlahiyat” kelimesi kullanılır. İlahiyat kelimesi ise tabii olarak akla ilahiyat fakültelerini getirir. Tek parti döneminde ilk ilahiyat fakültesinin kurulduğu 1940’lara kadar “ilâhiyyât” kelimesi bugün sandığımız gibi “dinî ilimler” veya “şer’î ilimler” anlamına gelmezdi. Ne anlama geldiğini meşhur Osmanlıca sözlük Kâmûs-i Türkî’den günümüz diline uyarlayarak nakledelim: “Felsefenin ulûhiyyetten ve ulûhiyyete ilişkin meselelerden bahseden kısmı.” Yani “ilâhiyyât” o tarihe kadar felsefenin “metafizik” denilen alanı için kullanılmıştır. “İlâhiyyât” kavramının bir başka anlamı da sûfîlerin ilahilerinin, yani ilâhî aşk ile söylediği sözlerinin, şiirlerinin toplandığı kitapların adıydı. Mesela Aziz Mahmûd Hüdâî kuddise sırruhû hazretlerinin şiirlerinin toplandığı kitabının adı “Dîvân-ı İlâhiyyât”tır.

Bizdeki ilahiyat fakültelerine dönersek, bunlar Batı’daki teoloji fakülteleri örnek alınarak kurulmuştur. Orada çoğu teoloji fakülteleri kiliseye bağlıdır. Buralarda papazlar ileri seviyede eğitim alırlar. Bizde ise ilahiyat fakülteleri devlet memuru olarak istihdam edilecek “din adamları” sınıfı yetiştirmek için kuruldu. Bunları kuran zihniyet elbette dinî ilimler hakkıyla okunsun, gerçek din âlimleri yetişsin diye yola çıkmadı. Çünkü dinî hayatı büyük ölçüde yasaklayan, Kur’an eğitimini cezalandıran, ibadetleri Türkçeleştirmeye çalışan bir rejimin böyle bir niyeti olamayacağı açıktır. Onlara göre madem din sosyal bir ihtiyaçtır, o ihtiyacı da devletin ideolojisine göre yetişmiş modern, çağdaş fikirli, “aydın” din adamlarının karşılaması gerekiyordu.

İlahiyat fakülteleri işte bu niyetle kuruldu. Fakat bugüne kadar elbette itikadı ve ameli sahih değerli hocalar ve talebeler yetişmesine de vesile oldu. Yine de bu fakültelerin hocaları ve talebeleri arasında bozuk itikatlı olanların sayısı bugün de hiç az değil.

Nevzuhur teologlarımız

Son zamanlarda bazı ilahiyatçılar “ilahiyat” yerine “teoloji” demeye başladılar. Kendilerine de “teolog” diyorlar. Tıpkı Batılı bir “teolog” gibi İslâm’a bir inceleme konusu olarak bakıyorlar. Böylece bilimsel araştırmanın temel kriterlerinden olan “mesafe”yi koruduklarını, “objektif” olduklarını göstermeye çalışıyorlar. Yani nerede hiçbir Hıristiyan teologun kendi dini için yapmadığını yapmaya çalışıyorlar.

Bunların maksatları kendi dinlerini daha iyi kavrayıp, daha iyi bir mümin ve âlim olmak değil. Batı’da hangi teori modaysa İslâm’ı o çerçeveye oturtmaktır. Bu zihniyetin sahipleri son iki asırdır Batı’da ortaya atılan ne kadar evrimci, rasyonalist, modernist, postmodernist, tarihselci, hermenötik, sosyalist, liberal teori varsa dinimizi onlar üzerinden ele almaya çalışıyorlar. Bu tuhaf tavrın bir sonucu olarak televizyonlarda, internet ortamlarında hayli karikatür ilahiyatçılarla tanışıyoruz. Rabbi’nin kelâmında geçen cennet tasvirleriyle dalga geçenler, Allah’ın vahyettiği Arapça ibareleri beğenmeyip düzeltmeye kalkanlar, Kur’an’da zikredilen kıssalara masal veya efsane diyenler, ayetlerin önemli bir kısmının dönemsel olduğunu ileri sürenler, mucizelere temsilî, kabir azabına sembolik diyenler ve daha neler...

Oysa kişinin kendisi inanmıyor olsa bile inançlara karşı dikkatli olması, sözünü tartarak konuşması gerekir. Bu asgarî insanî ölçülerden biridir. Bu yüzden dinimiz başkalarının kutsalına hakaret etmeyi yasaklamıştır. Fakat bizim bazı ilahiyatçılarımız annelerinin babalarının, kendi milletinin dinine karşı putperest bir kabilenin dinine gösterdikleri saygıyı esirgiyorlar. Bu da bize mahsus bir garabet olsa gerek.

İslâm’ın asgarî ölçüsü ise Hakk’a ve O’nun gönderdiklerine hürmettir. İnsan Hakk’a hürmet edince O’nun dinine, kelâmına, nebîsine, ahkâmına, bildirdiklerine, sevdiklerine hürmet eder. Hakk’a hürmet etmeyenin Hak ile ne işi olabilir? Müslüman olduğunu iddia eden kişi Kur’an’a ve Sünnet’e hürmetle yaklaşır. “Bilimsel tartışma yapıyorum” deyip Allah’a, Resûlü’ne, O’nun sahabilerine, âlimlere ve sâlihlere hürmetsizlik etmez, edemez. Batı’dan Doğu’dan apardığı ve büyük ihtimalle kulaktan dolma seviyesinden öte geçmeyen teorilere yaslanıp ağzına geleni söyleyemez. Tam aksine, İslâm’ın edep ve ahlâkına biraz saygısı varsa tefsir veya hadis dersi yaparken sınıfa abdestli gelir. Besmele, hamdele ve salvele ile başlayıp öyle bitirir. Bilmediği konularda fetva vermekten, hüküm serdetmekten korkar. Bilmediğini bilenlere sorar.

Bu teologlar Kur’an ayetlerini tefsir etmiyorlar, tartışıyorlar. Hadis külliyatına “malzeme” diyorlar. İslâmî ilimlerde belirlenmiş usulleri reddediyorlar. Onları dinleyince veya okuyunca Allah’ın dini on dört asırdır ya hiç anlaşılamamış ya da tamamen yanlış anlaşılmış hissine kapılmamak mümkün değil. Neden böyle yapıyorlar? Açıçası, yüz elli yıldır Batı’ya karşı duyduğumuz aşağılık kompleksinin katmerlisi teologlarımızda çünkü. İşin tuhafı, bu arkadaşlar kendilerini uyaranlara en öz hakiki Müslümanların kendileri olduğunu iddia ederler.

Dürbüne tersinden bakmak

Yerli teologlar diğer bilimlere de din merceğinden bakmazlar. Aksine dine o bilimlerin merceğinden bakmaya çalışırlar. Yani dürbünün ters tarafından... Onlara göre din de diğer alanlar gibi bir akademik alandır. Fikrine göre konuşulacak, serbestçe hüküm verilecek bir mevzudur. Sanki o dine mensup değilmiş gibi konuşur ve yazarlar. Bu yaklaşımın tesiriyle vaazlarda bile “din ictimâî bir müessesedir,” yani “din sosyal bir kurumdur” denilir. Dinin elbette çok güçlü sosyal yönleri vardır ama bu cümlenin fikrî altyapısında dini insanların icat ettiği kabulü vardır. Böylece Allah’ın emirlerini ve yasaklarını Batılı teorilere göre izah etmeye çalışırlar. Mümin olmayan birileriymiş gibi dine bakarlar.

Oysa gerçek mümin dine herhangi bir mevzu imiş gibi bakamaz. Allah’ın kelâmını, Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin hadislerini herhangi bir ifade gibi görmez. Bunlara önce kuşkuyla değil, teslimiyetle bakar. Tahkik bu teslimiyetin, ilim de bu tahkikin üzerine inşa edilir. Din, bir müminin kalben, aklen, bedenen, hayaten bağlı olduğu en değerli şeydir. Canıdır, özüdür, her şeyidir. Bu yüzden dinî ilimler başka ilimlere benzemez. Çünkü bize Allah’ın muradının ne olduğunu, hangi işlerin iyi ve kötü, doğru ve yanlış, güzel ve çirkin olduğunu anlatır. Dolayısıyla aslî ve vazgeçilmez ilimlerdir. Hem bilmemizin hem kılmamızın hem de olmamızın esaslarıdır. Yani hem ilmin hem amelin hem de ahlâkın temelleridir. Siyaset bilimi, sosyoloji, tıp, mühendislik gibi diğer bilimler ise kulluğun esası değildir; kulluğa bilgi ve hikmet devşirme alanlarıdır. Aynı zamanda kulluğun farklı alanlardaki yansımalarıdır.

Maalesef özellikle son elli yılda sadece ilahiyatta değil siyasette, ticarette, eğitimde, evde, sokakta dini bir mevzu haline getirdik. Söylem eylemin yerini almaya başladı. Hal değil kâl öne çıktı. Ahlâk geri plana atıldı, dünyalık çıkara ve neticeye bakılır oldu.

Dine “objektif” bakılamaz, çünkü din ile aramızda mesafe yoktur. Dini herhangi bir mevzu gibi gören kişinin dine olan saygısı azalmaya başlar. Teslimiyetten uzaklaşmaya, “benim de aklım var, ben de yorumlayabilirim” diyerek Allah’ın Kitabı’nı nefsine göre tefsir etmeye başlar. Hadislerden kafasına uyanları alıp, diğerlerine uydurma demeye başlar. Hürmet gidince nisbet de gider. Nefsi imanı üzerinde şüpheler üretmeye başlar. Bunun şifasını arayıp bulmazsa Allah muhafaza imanını bile kaybedebilir. Birçok insanın yoldan çıkma hikâyesi genellikle bu süreci takip eder.

Dinî olmayan ne var?

Başka bir husus daha var. Bugün “dinî ilimler” denilince başka ilimlerin “din dışı” olduğunu ima ediyoruz. Bu çok yanlıştır. Her şeyi dinî ve dinî olmayan diye bölmek gerçek laikliktir. Oysa dinimizde dinin dışında hiçbir bilim, hiçbir konu, hiçbir nesne, hiçbir an, hiçbir insan yoktur. Mümin olan her işe, her zaman, her mekâna, her konuya Allah’ın ve Resûlü’nün ölçüsüyle bakar. Grafik tasarımdan tıbba, matematikten işletmeye kadar her bilim de bir ilimdir. Yani bir kul için aslında bu bilimler de dinî ilimlerdir. Çünkü konusu ne olursa olsun araştırma, okuma, inceleme ve düşünme faaliyeti kul için ameldir. O sebeple bunları da Allah rızası için, O’nun ve Resûlü’nün ölçülerine göre yapmalıdır. Bu bilimlerle uğraşan müminlerin niyet, ilim ve amel ölçüleri her işte olduğu gibidir. Kul hangi bilimle uğraşırsa uğraşsın, onun da hesabını mahşerde vereceğini bilir. Makale yazarken, kitap okurken, ders verirken, tartışırken olaylara bakış şekli hep bu hesabın içindedir. Kendisi dindar, bir mevzuyla uğraşması din dışı olamaz.

O halde dinimize muhabbetle, hürmetle, ciddiyetle yapışalım. Rabbimiz’e sıdk, teslimiyet, ilim ve irfan ile bağlanalım. Sıradan bir eşya alırken, hastaneye veya araba tamircisine giderken bile birçok kişiye ehlini soruyoruz. Dinimiz, kulluğumuz, âhiretimiz bunlardan daha önemsiz olabilir mi? Öğrenmek için ahlâkı ilmine denk âlimleri sorup, arayıp bulalım. Onlardan tevazu ile ilim almaya çalışalım. Vaktimizi boş bahanelere ve şikâyetlere değil, bu vazifeye harcayalım. Ancak böylece dünya hayatımız izzetli, âhiret hayatımız da nimetli olur.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy