İslâm'da hizmet kavramı, geniş bir anlam alanına sahiptir. Hizmeti birey ile toplum (ve devlet) arasındaki ilişki biçimlerinden biri olarak takdim eden sosyolojik tanımın tersine, İslâm hizmeti insanın Rabbi ile olan ilişkisinden başlatır ve aile, diğer insanlar ve toplum gibi kollektif yapılara kadar yayar. Bireyin Rabbi'ne olan kulluk, yani hizmet gorevi diğer tüm sosyal sorumlulukların önünde yer alır. Dikey boyuttaki hizmet görevini yerine getiremeyen bir kişi, yatay yani sosyal boyuttaki işlevini tam olarak ifa edemez. Dahası, topluma hizmet yahut kollektif sorumluluklar adına Yaradan'a karşı olan hizmet borcunun ertelenmesi, değerler hiyerarşisinde ciddi bir hata yapmakla eş anlamlıdır.
Hizmet kavramının bu iki temel anlamı, yani bir tarafta Rabbimiz’e, öte tarafta topluma yönelik manası, İslâm açısından bir bütünlük arzeder. Bu bütünlüğün anlamını biraz açmaya çalışalım.
Kur'an, hepimizin çok iyi bildiği bir ayetinde, yaradılışın mana ve gayesini net bir şekilde ortaya koyar:
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet (kulluk) etsinler diye yarattım.” (Zariyat, /56).
Buna göre insanın yeryüzündeki varlık gayesi, Allah’a ibadet etmek, yani ilâhlık makamını O'ndan başkasına vermemektir.
Bunun bir diğer manası, insanın yaptığı eylemlerinde sadece Yaradanına karşı sorumlu olmasıdır. Burada karşımıza ilk bakışta çelişkiymiş gibi görünen bir durum çıkar: Eğer biz nihai manada sadece Rabbimiz’e karşı sorumlu isek, diğer insanlara, topluma karşı neden sorumluluk sahibi olalım? Bir başka ifadeyle bu sorumluluğun kaynağı nedir ve bunu ilâhi sorumluluk ile bağdaştırmak mümkün müdür?
Hakk’a Hizmetin Kapsamı
Kur'an-i Kerim pek çok ayetinde Rabbimiz’e karşı olan kulluk borcumuzu nasıl ödememiz gerektiği konusunda bize örnekler verir; bunun için emir ve yasaklar koyar. Bu ayetlerin önemli bir kısmı, aynı zamanda toplum hayatının düzenlenmesi, yani bir sosyal düzenin kurulması ile ilgilidir. İçki, kumar, faiz gibi kötülüklerden kaçınmak, insanların can ve mal özgürlüklerini korumak, kimsenin hakkını yememek, haksız kazançtan uzak durmak, haksız yere can almamak gibi emir ve yasaklar, toplumsal yapının muhafazasını ve rasyonel bir temele oturtulmasını hedefler. Fakat kulluk bilinci açısından bakıldığında bu hak ve vazifelerin, sırf kendi başlarına bir değeri yoktur. Yani rızayı ilâhiden bağımsız düşünüldüğü takdirde, toplumun faydasına olan eylemler dahi kendi içlerinde gizli bir tehlike taşırlar. Bu tehlike -ki modern dünyanın belirleyici özelliklerinden biridir-, toplumun ve toplumsal faydanın kutsallaştırılması, hatta bir ilâh mesabesine konmasıdır. Halka hizmet adına ilâhi hizmet makamını ihmal etmek, değerler skalasında ciddi bir hata yapmak demektir. İslâm bir denge dini olarak bunun önünü alacak ilkeleri Kur'an’da ve Hz. Peygamber A.S. Efendimiz’in hayatında ortaya koymuştur. İslâm’ın karşı çıktığı iki aşırı uçtan (ifrat ve tefritten) birini toplumun (ve daha genel anlamıyla dünya hayatının) ilâhlaştırılması olarak tanımladık. Bu ifratın karşısında yer alan diğer aşırı uç, dünya ve toplum hayatının ihmal edilmesi, din adına hakir bir şey olarak görülmesi ve nihayet, Hıristiyanlık’ta gördüğümüz gibi, din sınıfının dışındaki insanlara bırakılmasıdır. İslâm, ilâhi rızaya ulaşmanın yollarından biri olarak müslümanlara bir takım sosyal sorumluluklar yüklemiş, böylece din hizmeti ile dünya hizmeti arasındaki yapay ayrımı ve muhtemel çatışmayı ortadan kaldırmıştır. Nasıl bireysel düzeyde namaz kılan, oruç tutan bir mümin Allah'ın rızasını kazanmayı hedefliyorsa, aynı şekilde yoksulu doyuran, yetime sahip çıkan, sosyal adaletsizlige karşı duran ve hatta mahallesindeki su sorununa çözüm arayan kişi de aynı şekilde rızayı ilâhiye uygun bir amelde bulunur. Böylece din hayatı-dünya hayatı ayrımını temelde kabul etmeyen mümin kişi, kendi ailesine, yakınlarına, çevresindeki dostlarına, topluma ve nihayet bütün insanlığa hizmet ederken, bir zihin ve şuur bölünmesi yaşamaz. Bu şuur bütünlüğünün en önemli neticesi, bir tarafta kişinin varoluşsal öncelikleri konusunda net bir bakış açısına sahip olması; öte tarafta 'hizmet' kavramının ancak ilâhi değerler ölçüsünde bir değer ve anlam kazanmasıdır. Burada zikre değer bir diğer husus, İslâm’daki hizmet anlayışının insanlar arasındaki ilişkileri nasıl etkilediğidir. Toplumsal hizmet ve sorumluluk kavramlarına, ilâhi emir-sosyal vazife bütünlüğü açısından baktığımızda, bireyler arasındaki ilişkiler yeni bir üst boyut kazanır. Toplumun kendisine yüklediği mesuliyetlerin nihai manada Allah'ın rızasına matuf olduğunu bilen kişi, bu görevini bir yük ve külfet olarak görmez. Dahası bundan bireysel ve manevi bir haz alır. Yunus Emre'nin zamanlar üstü deyişiyle, “yaradılanı sevdik Yaradan'dan ötürü” espirisi, müslüman toplumların en genel manada eşyaya, daha özelde de toplumsal yaşama bakışlarını yansıtan önemli bir ilkedir.'Öteki Cehennemdir' Felsefesi
En genel manasıyla halka Hak gözüyle bakan ve böylece ilâhi değerler manzumesiyle toplumsal yaşamı bütünleştiren bakış açısının karşısında modern düşünceyi buluyoruz. Özellikle varoluşçu filozoflar tarafından geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında dile getirilen bir düşünceye göre 'öteki', yani bireyin dışındaki tüm gerçeklik (toplum, tabiat, evren, vd.), bir cehennemdir. 'Öteki', özerk bireyin varlığına tehdit teşkil eden bir olgudur. Bu yüzden modern bireyin, kendi kişisel yaşamını garanti altına almaktan ve çıkarlarını azami dereceye çıkartmaktan başka nihai bir amacı yoktur. Kişisel çıkarlar her zaman çatışmaya müsait olduğu için, toplumda yahut herhangi bir cemaatte diğer insanlarla beraber yaşamak bir lütuf değil, tam tersine bir külfettir. Bu külfeti azaltmak yahut tamamen reddetmek için bireyin her tür yola başvurması, başkalarının hakkına tecavüz etmediği müddetçe meşrudur. 60'lı ve 70'li yıllarda Batı ülkelerinde yükselişe geçen hippi hareketi, uyuşturucu kullanımı, toplumsal anarşizm, sahte dinler ve toplu suikast gibi olayların arkasında bu birey ve toplum anlayışı yatmaktaydı. Bu felsefenin Avrupa ülkeleri ve Amerika'daki faturası oldukça ağır oldu. Üstelik Batı bu yüksek bedeli hâlâ ödemeye devam ediyor. 'Öteki cehennemdir' felsefesinin arkasında iki temel unsurun yattığını söyleyebiliriz. Birincisi, modern sanayi toplumlarının bir tarafta yeryüzü cennetleri kurarken, öte tarafta pek çok insan için hayatı bir cehennem haline getirdiği gerçeğidir. Sanayi devrimi dönemindeki ücretli kölelik uygulamalarından İkinci Dünya Savaşı’na, Hiroşima'dan çevre krizine kadar modern Batı'nın ve dünya görüşünün müsebbibi olduğu hadiseler, pek çok batılı için hayatı anlamsız ve içi boş bir meta haline getirdi. 'İnsan insanın kurdudur' varsayımı üzerine kurulu olan modern kapitalist sistemin acımasızlığı, modern hayatı pek çok insan açısından bir cehennem haline getirmiştir. İkinci unsur, modern Batı kültürünün önemli iki kaynağından biri olan Hıristiyanlığın, insanın özünde günahkâr ve kötü bir varlık olduğu varsayımıdır. Bu bakış açısına göre insan, Hz. Adem'in işlediği ilk günahı irsî bir şekilde tevarüs etmiştir. Bu yüzden her insan dünyaya bu asli günah ile gelir. Çok kısaca ifade edecek olursak, bu insan anlayışı modern düşünceye değişik felsefe ve ideolojiler yoluyla aktarılmış ve modern insan kavramının şekillenmesinde kilit rol oynamıştır. İnsana özünde günahkâr ve kötü bir varlık olarak bakan bu yaklaşım ile İslâmî bakış açısı arasındaki farkı ve tabi bunun toplumsal sorumluluk ve hizmet mefhumları açısından ne manaya geldiğini görmek zor değil. İslâm insana ve eşyaya özünde 'iyi' bir realite olarak bakar. Zira insanın da yaratıcısı olan Cenab-ı Hak, hiç bir şeyi boşa yaratmamıştır (Âl-i İmran/191). Dahası, insan yeryüzüne tüm zaaflarına rağmen, bir halife olarak gönderilmiş, kendisine adalet ve tevhidi tesis etme vazifesi verilmiştir. Müslümanlık hem bireysel hem de kollektif bir kimliği temsil ettiğinden, yani dinin kâmil bir şekilde yaşanması ancak topluluk ile mümkün olduğundan, inanan bir kişinin 'öteki'ne nihai manada cehennem yahut kurt gözüyle bakması prensipte sözkonusu değildir. Bu, yeryüzündeki kötülükleri gözardı etmek anlamına gelmez. Tersine, bu bakış açısı kötülüğü arızî, insanın ve eşyanın özündeki iyiliği de aslî bir unsur olarak kabul eder. İnsan-toplum ilişkilerinin merkezinde yer alan hizmet kavramını, İslâm’ın bu 'özde iyimser' tavrı açısından değerlendirdiğimizde, ortaya çok farklı bir tablo çıkar. İnsanların değer ve anlam yüklü bir hayat yaşayabilmeleri, bu ilkenin bireysel ve toplumsal düzeyde tatbik edilmesi ile mümkündür. İslâm’ın ne bireyi topluma, ne de toplumu bireye feda eden yaklaşımı, hizmet kavramına her tür aşırılıktan uzak bir anlam yükler. Ve bu, ilâhi otoriteye karşı olan kulluk borcumuz ile içinde yaşadığımız topluma karşı olan hizmet sorumluluğumuz arasında kayda değer bir denge ve bütünlük ilişkisi kurar.