Aramak

Dualar Ne Zaman Karşılık Bulacak?

Şazeliyye tarikatı pîrlerinden İbn Atâullah el-İskenderî kuddise sırruhûnun “Hikem-i Atâiyye” adlı eserine Şeyh Said Ramazan el-Bûti rahmetullahi aleyh tarafından yapılan şerhi tefrika halinde sunmaya başlamıştık. Altıncı hikmetin şerhine devam ediyoruz.

6. Hikmet: Dualarında ısrarcı olmakla beraber talebinin gecikmesi seni ümitsizliğe sevk etmesin. Cenâb-ı Hak dualarının kabulünü vaat etmiştir fakat senin kendin için arzu ettiğini değil, O’nun senin için murad ettiğini vaat etmiştir. Yine senin murat ettiğin vakitte değil, Zât-ı Ulûhiyyeti’nin murad ettiği vakit için vaat etmiştir.

[Bûtî merhum, talebin dua niteliği kazanmasının iki şarta bağlı olduğuna işaret etmiş, ilâhî muradın duaya icabet hususunda her zaman kulun arzusuna uymayabileceğini belirtmişti. Bunu da Cenâb-ı Hakk’ın kulu hakkında hayırlı olanı bilmesine bağlamıştı. Devam ediyoruz...]

Bazıları da dua için gerekli şartlara riayet ile evvela tevbe eder, üzerinde hakkı olanların haklarını öder. Kırık bir gönülle, acziyetini kuşanarak hem dilde hem de gönülde şuuru muhafaza ile huzura durur. Daha sonra, en kısa zamanda duasına icabet edileceği ümidiyle gece gündüz, saatleri, dakikaları, hatta saniyeleri hesap ederek bekler durur. Sonra isteğinin karşılanmadığını görüp de kendince uzun bir süre geçtiğine kanaat getirince içi daralır, açıktan veya içinden şöyle der: İşte istenildiği şekilde dua ettim ama duama icabet olunmadı!

Bu hal çok kimseyi etkisi altına almış ciddiyetsizlik ile alakalıdır. Bu ciddiyetsizlik de isteklerine, hayallerine ve ümitlerine bel bağlamaktan ileri gelir. Öyleyse bu meseledeki hatalı tutum ne olabilir?

Böyleleri, Allah’ın emir buyurduğu duanın bir gayeye erişmek için yapışılan vesileden ibaret olduğunu zanneder. Yani duaya tutunmak, onların zannına göre ancak başa gelen bir musibet veya ihtiyaç halinde söz konusudur. İhtiyaç giderildiği ve musibet kalktığı zaman duaya da hacet kalmaz. Ayrıca bu zan, duadan sonra heves ve merakla cevabını beklemeye sevk eder. Böyle bir kimse, icabetin hemen gerçekleşmediğini görünce duanın faydasız olduğuna kesin kanaat getirir. Duaya devam ve Hak Teâlâ’dan ısrarla isteme hususundaki azmi kesintiye uğrar. Çünkü, belirttiğim gibi, böyleleri duanın bir gayeye erişmek için yapışılan vesileden ibaret olduğu zannındadır. Bilmezler ki duanın bizzat kendisi gayedir! Böyle bir anlayış bazen kulun manen ölümüne dahi sebep olur.

Duanın kendisi, başka bir gaye veya netice umulmaksızın ibadettir. Dua vesile değil gayedir. Zira insan, sahibi Allah olan bir kuldur, köledir. Köle de her türlü meselesinde daima efendisine muhtaçtır. Kulun efendisine yani Rabbi’ne kulluğunu, acziyetini itirafı da en mühim vazifelerindendir. Bu da O’na daima muhtaç olduğunu; hayatının devamının, maişetini temin ve mutluluğa erişmenin O’nun lütfuyla gerçekleştiğini ifade etmesini gerektirir. Kul ister isteklerinin, dualarının ve ihtiyaçlarını dile getirmenin karşılığını görsün, ister bunlardan hiçbirine cevap alamasın, durum değişmez. Zira Cenâb-ı Hakk’ın kapısında boyun bükmek, acziyetini itiraf ile O’nun kapı eşiğinde beklemek kulluğun gereğidir. Bu da sadece insanın Rabbi’ne kulluğunda geçerlidir. Kulun kullara muhtaçlığı gibi başka bir meselede söz konusu olamaz.

Bütün bu anlattıklarımızın, Allah’ın duayı karşılık vermekle birlikte zikrettiği “Rabbi’niz şöyle buyurdu: Bana dua edin, duanızı kabul edeyim.” (Mümin 60) âyetine aykırı olduğunu, aralarında bir çelişki olduğunu da düşünmeyin. Bu âyet, makbul duanın sizin istediğiniz şekilde karşılık bulan dua olduğunu; aksi takdirde duanızın kabul edilmiş dualardan sayılmadığı vehmine düşürmesin. Çünkü âyetin manasını böyle düşünmek isabetli olmadığı gibi, âyetteki iki cümle arasındaki ilgi ve irtibat bu vehme kapı aralamaz.

Âyet, insanın Rabbi’ne kulluğunu gerektiren bir emri içermektedir ki, o da Cenâb-ı Hakk’ın “bana dua edin” emridir. Bu emir ne bir şarta bağlanmış ne de bir şeyle sınırlandırılmıştır. Âyet, bu emrin akabinde bir vaadi içerir ki, o da Allah’ın kullarına sayısız nimetleri ve ihsanıyla rahmetini ve fazlını gerektirmektedir. Bununla birlikte, bu vaadin yerine getirilmesi ne Allah için bir şarta bağlıdır ne de bu vaat kulun duasıyla elde ettiği bir haktır. Bu sebepledir ki Efendimiz aleyhissalâtu vesselam şöyle buyurmuştur: “Acele etmediğiniz takdirde duanız kabul olunur. (Halbuki insan acele edip) Şöyle der: Dua ettim ve fakat kabul olmadı.” (Müslim, Zikir, 25)

Hz. Peygamber’in muradı şudur: Sizden birisi, dua ettiği vakit duasına icabet hususunda Allah Teâlâ nezdinde hak iddia etmez, böyle bir zanna kapılmazsa duasına icabet olunur. Diğeri ise kendi kendine, “işte, dua ettim ancak hakkım olan kabule erişemedim” der.

Şu hâlde önümüzde ikisi de birbirinden ayrı iki mesele durmakta: Dua ibadettir ve Allah’ın kul nezdindeki haklarından biridir. Bunu kabul eden ve kulluk şuuruna sahip insanın da sonucunu veya icabet olunup olunmayacağını hesaba katmaksızın kaçınamayacağı bir vazifedir. Bu söylediğim, “Dua ibadetin ta kendisidir” (Ebû Dâvud, Vitr, 23) hadisinin desteklediği üzere icabetin de Allah Teâlâ’nın bir ikram ve ihsanı olduğuna işaret eder.

Zikrettiğimiz bu hususlara binaen, Müslümana düşen ahlâkî vazife, her halde ve şartta muhtaçlığını ikrar ederek niyaz ile ellerini Hakk’a açmasıdır. Neticesini hesaba katmaksızın, hadsiz ve hudutsuz ihtiyaçlarını acziyet ve gönül kırıklığı ile Rabbi’ne söylemesidir. Aynı zamanda Rabbi’nin ihsan ve keremine, duasına icabet edeceğine de mutlak surette güvenmesidir. Çoğu vakit icabetin gecikmesindeki hikmet de ancak ve ancak Rabbi’nin bu hakikati idraki için kulunu terbiyesinden ibarettir.

Ayrıca icabeti duanın mutlak ve zorunlu bir neticesi veya sebep-sonuç ilişkisi içerisinde cereyan eden bir hadise olarak da görmemek gerekir. Meseleye böyle yaklaşıldığı takdirde bütün dualar, endişesizce ve daralmadan duaların kabul beklentisi ibadetin ayrılmaz bir parçası haline gelir. İbadetin özü ve ruhu olur. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “İbadetlerin en hayırlılarından biri sıkıntıdan kurtulmayı dilemektir (bunun için Allah’a dua etmektir).” (Tirmizî, Deavât, 116)

İşte bu anlattıklarımız, İbn Atâullah hazretlerinin hikmetinin ikinci kısmında zikrettiği, “senin istediğin vakitte değil, Zât-ı Ulûhiyyeti’nin istediği vakit için duaya icabeti vaat etmiştir.” cümlesinin ifade ettiği manadır.

Evet; Cenâb-ı Hak duana karşılık vermeyi, seni asıl vazifenden alıkoyacak şekilde nefsinin arzuladığı bir vakit için değil, Yüce Zat’ının tercih ettiği bir vakit için vaat etmiştir. Bu da O’nun hikmeti gereğidir.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy