AHVAL-İ MEMLEKET
Değişen Toplum, Değişen Hayat
Dergiye her uğradığımda aynı sokaktan geçiyorum. Şehrin göbeğindeki parkta, gecegündüz bir yanda okullu kızlar ve oğlanlar oturmuş bira içiyorlar, bir yanda da daha çocuk yaşındaki gençler tiner kokluyorlar. Seçimler geldi geçti, ama bu manzara beni inanın siyasi olaylardan, hükümeti kimin kuracağından çok daha fazla ilgilendiriyor. Toplumun hep bozulduğundan bahsederiz. Günlük hayatımızda karşılaştığımız ahlaksızlıklar, kaba davranan insanlar, yolların pisliği, otobüslerin düzensizliği hep canımızı sıkar. Ama bütün bu sorunların ardında bizlerin de olduğunu çoğunlukla unuturuz. Kendi evimizi temiz tutarız, ama çöpümüzü sokağa atarız. Zaten sokak pistir ya. Trafik kuralına uymayan sürücüye ateş püskürürüz. Aynı yanlışı bir kaç dakika sonra biz de yaparız, ama kendimize toz kondurmayız. Çocuklarımıza yapmamalarını söylediğimiz onca şeyi kendimiz yapmıyor muyuz? Bütün bu dengesiz insanlar, hareketler ve tutarsız düşünceler, aynı hastalığın göstergeleri. Onu idare eden akıl hasta olduğunda toplum çıldırır. Her toplumu sevkeden akıl aslında aynıdır: Batı’da, halkın siyasete merak sarmayacağı kadar günlük hayatın sorunsuz olması amaçlanır. Çünkü halk, aslında kendine dokunmadıkça gelip geçen iktidarlara pek aldırmaz. Ama, günlük hayatta hak edilen rahatlık ve huzur yoksa, o zaman arayış ve kutuplaşma başlar. Ülkemizde her seçimden önce yüzde 10’lardan yirmilere kadar çıktığı söylenen kararsızlar acaba neyin eseri? Toplumun birbirine düşmanca bakışı, trafikte birbirini hasım olarak görmesi, belirli bir dünya görüşünün olmaması, olsa bile onun anlamını kavramamış olması bizlerin çıldırmak üzere olan bir düzende yaşadığımızın açık kanıtları. Gelip geçen iktidarların hiçbirisi bu maraza deva olamıyor. Artık birleşme noktaları kaybolmuş, toplum olmaktan güruh olmaya doğru alçalan bir yoldayız. Kendimizi bağlamadıkça, doğru olanı öğrenip, ona bağlanmadıkça, bu toplumsal sorunlar şehrin bir mahallesinde, bir sokağında, bir grup insan arasında olmaktan çıkacak. Cehalet, hırs ve şaşkınlık içinde yaşamaya bir kez alıştık mı, bir süre sonra neyin doğru, neyin yanlış olduğunu da anlayamayacağız. Bizi küçük düşürmeye çalışanlara, şahsiyet ve bilgiyle, ahlak ve doğrulukla cevap verme yerine slogan atmaya devam ediyoruz. Ama bir gün o sloganlar uçup, gerçekle karşı karşıya kaldığımızda aslında konuşmaya hakkımız olmadığını anlayacağız. Çünkü doğru olanı söyleyip, yapmamaya değil; doğru için çalışıp, onu yaşatmaya mecburuz.Yeni Bir Siyaset
Bu başlığa bakıp “yeni bir parti mi doğuyor?” diyenler yanıldı. Amacım ne işe yaradığı malum partilerden bahsetmek değil. Bu yazıyı seçimlerden bir gün önce yazıyorum. Dolayısıyla seçim sonucunun ne olacağını bilmiyorum. Bugüne dek, seçim sonuçlarını tahmin etmeye çalışan pek çok anket ve gazete yorumu okudum, ama sonucun ne olacağına dair benim de net bir fikrim yok. Sizler benden daha şanslısınız, çünkü bu yazıyı okuduğunuz anda seçim sonuçlarını biliyor olacaksınız. Birinci olan partiyi de, sonuncu olanı da bileceksiniz. Mesela barajın altında kalan partileri sıralayabileceksiniz, hatta büyükşehir belediye başkanlıklarını kimlerin kazandığını da büyük bir ihtimalle ezberden söylüyor olacaksınız. Ben ise, size erken bir siyaset tahmini yapmak istiyorum. Bence ülkemizde seçimden sonra da çok şey değişmeyecek. Belki yeni isimler ortaya çıkacak, ama yeni bir siyaset göreceğimizi sanmıyorum. Oysa, herkes değişimin, yenilenmenin, atılımın önemli olduğundan bahsediyor. Bense, bunu söylemeden önce bizi neyin duraksattığını, neyin eskittiğini, neyin köhneleştirdiğini merak ediyorum. Toplum ve düzen diye iki sanık ortaya konsa, bu suçlardan acaba hangisi mahkum olur? İnsan biraz düşününce her ne kadar “düzen” diyecek olsa da, toplumun da suça en azından yataklık yaptığını sonra anlıyor. Kendi evindeki düzeni sokakta bulamayan, kendi inancını kendini yönetenlerde göremeyen insan, bir de kalkıp bu yanlışlıklara kılıf uydurmaya başlarsa, işte o zaman eskime, duraklama ve atalet gelmiş demektir. Bugün değişimin bizlerden başlaması gerektiği çok açık. Partilerin ve siyasetçilerin her beş yılda bir değişmesi etrafımızdaki sorunları azaltmıyor. Öyleyse, anlayışımızda ve tavrımızda değişme gerekiyor. Siyaseti artık günlük çekişme ve demeç verme faaliyeti olarak değil, bu ülke insanını huzura, zenginliğe ve özgüvene kavuşturma projesi olarak algılamamız gerekiyor. Bu ülke insanı büyümedikçe ne devletin, ne de ülkenin büyümeyeceğini bilmek lazım. Kısacası, kaymış ölçüleri doğrultmak gerekiyor. Ama, asıl kayan ölçü toplumun kendine ve düzene olan bakışında. Herşeyi bugüne bağlayan bir siyaset ile, bugünü hak ettiği gibi yaşayamayan bir toplum nasıl bir araya gelsin? Bugünü belirsiz, geleceği olmayan, bazılarına göre de geçmişi bulunmayan bir toplum olmak sadece bir paranoya. Fakat bu, değişimin, yenilenmenin, büyümenin hiç olmayacağı anlamına gelmiyor. Sadece bunlara insanları inandırmanın, o yönde onların çalışmasına zemin hazırlamanın ne kadar önemli olduğuna işaret ediyor. Madem bu toplumun bir parçasıyız, o zaman, zaman geçirmeden bu hedefe doğru yürümeye başlayalım.AHVAL-İ DÜNYA
Kosova’da Tarihin Dönüşü
Yakın yıllarda, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle Batı’da “tarihin sonu” türünden iddialı tezler yükselmişti. Dünya üzerine yayıldığı gözlenen demokrasi hareketinin nihayet diğer tüm alternatifleri yok ettiği ve dünyanın “yeryüzü cenneti” olmaya doğru gittiği hissi yaygındı. Amerika tek başına dünyayı idare etme ayrıcalığına sahip olmuştu. Bundan sonrası sadece tek merkezli bir dünya siyaseti olabilirdi. Ancak bu iyimser görüşler fazla uzun sürmedi. Önce, Ruanda’da bir milyona yakın kişi öldürüldü. Ardından da Avrupa’nın içinde Bosna’da Sırplar’ın tarihi projelerini gerçekleştirmek için başlattıkları katliam haberleri ulaştı. Bosna olayı 1995’te çözüme kavuştu derken, bu kez Sırplar Kosova’yı tahrip etmeye başladılar. Şu açık ki, Batılı güçler Avrupa’da gerçekten önemli bir müslüman hareketi istemiyorlar. Bunun pek çok sebebi var. İlk sebep, zaten kendi nüfusları yaşlanan Almanya, Fransa gibi büyük Avrupa devletleri gerek göçmen olarak, gerekse işçi olarak kendi ülkelerine gelmesi muhtemel genç müslüman nüfusun, ülkelerini bir elli yıl sonrasında “ele geçirebileceklerinden” korkuyorlar. İkinci sebep, tarihi. Hem Sırplar, hem de Avrupalılar, Endülüs’le başlayıp Osmanlı’yla devam ederek tam bin yıl kıtayı etkilemiş müslüman varlığından rahatsızlar. Müslüman kelimesi onlara bir işgal hissi veriyor. Gördükleri müslümanlar ne kadar kendilerine benzerse benzesin, asıl o kişinin gerisindeki tarihe bakıyorlar. Modern Türkiye’yi de Osmanlı gibi görmeleri bu yüzden. Türkiye kendini ne kadar değiştirirse değiştirsin, Batı’nın gözünde Viyana’ya, yani Avrupa’nın merkezine kadar sirayet etmiş bir “tehlike” olmaktan çıkamaz. Aynı şey Kosova’da oluyor. Batılılar Kosova’nın bağımsız kaldıktan sonra mutlaka bir gün Arnavutluk ile birleşeceğini biliyorlar. Bu sorunu daha da büyütecek elbette. Bir kere bu, 1648’den beri ülkelerin mevcut sınırları içinde tutulması konusundaki Avrupa mutabakatının delinmesi demek. Öte yandan, Osmanlı’nın hayali sınırlarının daha belirgin bir şekilde ortaya çıkması. Kosovalılar’ın ne kadar iyi müslüman oldukları, ya da ne kadar bilinçli oldukları değil mesele. Onların farkında olmaksızın temsil ettiği tarihi tehdit. Tarihin kendini nasıl gösterdiğini, Rusya, Yunanistan ve genelde Slavların Sırplar’a olan desteğinde görmek mümkün. Bu ülkeler arasında “Ortodoks Birliği” denilen şey, aslında bugün dünyada bir “İslam Birliği” olduğunu iddia etmek gibi boş bir şey. Çünkü bu ülkelerin Sırbistan dahil hiçbirinde, Ortodoks olmanın kıymeti harbiyesi pek kalmadı. Peki o zaman madem ortada bir birlik var, bu neye dayanıyor? Cevabı başta vermiştik: Tarihe. İsrail’in de Kosova olayında ortaya çıkan ilginç bir yönü var. Katliamların başından beri asla Sırplar’ı suçlamayan İsrailli yetkililer, üstüne üstlük, onlara destek verircesine, büyük bir Arnavutluk’un “Avrupa’nın göbeğinde İslami terör üssü haline gelebileceği”nden bahsediyorlar. NATO harekatına da ısrarla karşı çıkıyorlar. Bu arada Sırplar’ın Yugoslav yahudilerine bundan elli yıl önce, Nazi işgali sırasında nasıl yardım ettiklerini örnek veriyorlar. Sırbistan’ın Kosova’yı işgal etmesi, katliamlar yapması tarihi bilenler için hiç de sürpriz olmadı. Bosna’da katliamlar yapan Miloseviç, ABD’ye çağrılıp meşru bir devlet adamı olarak karşılanmıştı. Batı’nın bugüne dek, Rambouillet görüşmelerinde de tutunduğu tavır, Miloseviç’e “devam” demektir. Sonunda o da, aldığı sinyallere uygun olarak önümüzdeki yüzyıldaki en önemli çatışma ve gerginlik alanlarından birine start verdi. Kosova sorunu Balkan Savaşı çıkmadan bitse bile, geriye kalacak şey, yine Sırplar’ın Balkanlar’da kendilerine biçtikleri tarihi yer olacak. Bu fitil yandıkça, tarihin toprak altına saklanmış bombaları birer birer patlayabilir. Kosova’dan sonra Arnavutluk ve Makedonya, sonra Bulgaristan ve Yunanistan, dolayısıyla Türkiye gelir. 1912 ve 1913’teki Osmanlı’nın Balkan Savaşı’nı hatırlatacak bir gelişme seyridir bu. Peki, Batı’nın Kosovalılar’a merhamet duygusuyla ve insani gerekçelerle yardım etmediği açıkken, NATO aracılığıyla Sırplar’a uyguladığı hava harekatını nasıl yorumlamalıyız? İlkin, bu harekatın ABD merkezli olduğunu unutmamak gerekiyor. Böylece yakın zamanlarda ABD’den bağımsız olarak sesini yükseltmeye başlayan Avrupa’ya ABD’nin mesajı şu: “kendi evinizde de hakim benim.” Kosova, Avrupa’nın barış görüşmelerini yönettiği, ama sonuçta ABD’nin askeri gücü karşısında geri çekilmek zorunda kaldığı bir iki kutuplu mücadele aynı zamanda. Nitekim son olarak Almanya’nın teklif ettiği barış planı da bunu gösteriyor. İkincisi, Batı Kosovalılar’a kendi korumasında olduğunu göstererek istediği sonucu alabilir. Asıl hedef, birleşmek üzere olan, kendi bağımsızlığını kazanmak üzere olan Kosova’nın önce Miloseviç tarafından fiilen işgalini sağlamak, sonra da bunun üzerine oluşan facialardan kaçanlara “yardım” gayesiyle, bu bölgenin Arnavutlar’dan temizlenmesine yardım etmektir. Nitekim, yapılan hava harekatlarının Arnavutlar’ı da vurduğu bir gerçek. Arnavut aileler, ileride birleştirilmesi zor bir süreçle bölünüyor. Sonuç şu: Ne kadar bastırsanız da, ne kadar önemsemeseniz de, ne kadar unutsanız da, tarih kendini belli eder. Siz kendi tarihinizi unutmayı tercih edebilirsiniz, ama tarihte karşınızda yer almış olanlar genellikle onu unutmazlar. Öyleyse tarihin sahneye geri dönüşünde, hiç bir şey olmamış gibi rol yapıp, karşıdaki düşmanın kurbanı olmak iş değil. Tarihteki gücümüzü bugün fiili güce dönüştürüp, tarihe yaslanan düşmanları savmak daha makul değil mi?