Aramak

DÜNYA HALİ

Türkiye’nin NATO’daki Belirleyici Konumu

1950’li yıllar, ülkemiz adına yeni bir dönemin başlangıcıydı. Tek parti iktidarının sona ermesiyle birlikte, Türkiye’de millî iradenin tecellisi adına önemli adımlar atılacak, yirmi yedi yıllık dönemin tortuları yavaş yavaş silinmeye çalışılacaktı. NATO’ya girişimiz de bu döneme denk geliyor. 18 Şubat 1952’de Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayıyla Türkiye NATO üyesi oldu. Sovyetler Birliği ile Batı arasında kalmanın verdiği stresten bir nebze de olsa kurtulmuş olmak makul bir sonuç gibi görünse de, NATO’nun siyah ve soğuk gölgesi o günden bu yana hep Türkiye’nin üzerinde oldu. 1960, 1980, 28 Şubat 1997 ve 15 Temmuz 2016’da yapılan darbeler ve darbe girişimlerinin, arada gerçekleşen muhtıraların perde arkasında hep NATO’nun uzantısı olan askerler vardı. Türkiye ile NATO arasındaki ilişki, ittifak ilişkisinden ziyade bir patron-personel ilişkisi düzeyindeydi.

15 Temmuz 2016’daki NATO destekli darbe girişimi başarısız olunca hükümet, özellikle dış politikada daha kararlı ve emin adımlarla ilerleyerek bir strateji ortaya koymaya başladı. Bir satranç oyuncusu gibi harekete eden Cumhurbaşkanı Erdoğan, yeri geldiğinde eline geçirdiği kozları kullandı, yeri geldiğinde sert ifadelerle rest çekti, yeri geldiğinde de geri adım attı. Bu hamleler tek başına elbette anlamlı. Dahası, bir araya getirildiğinde ortaya çıkan tablo ise güçlü Türkiye’nin ayak seslerine işaret ediyor.

İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği konusunda Türkiye’nin ortaya koyduğu tavır, iç siyasette ve ekonomide yaşanan sıkıntılara rağmen ülkenin gücünü hatırlatması bakımından mühim. Türkiye, kurulan oyunların malzemesi olmak yerine artık kendisi oyun kuran ya da kurulmuş oyunu değiştiren bir güç olma yolunda ilerliyor. Akılcı ve stratejik dış politika çizgisinden taviz vermezse tabii.

Yunanistan Bir İleri İki Geri

Avrupa’nın Doğu’dan gelebilecek her türlü tehdidi önlemek amacıyla adeta bir karakol gibi kullandığı Yunanistan, Türkiye ile olan ilişkilerinde bir türlü dengeyi tutturamıyor. Bizans’ın tarih sahnesinden silinmesinin acısını zihinlerinden atamayan Yunanlılar, Milli Mücadele’deki hezimeti de bir türlü sindiremiyorlar. Cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana Türkiye’nin karşısında sürekli bir problem olarak duran Yunanistan, geçtiğimiz günlerde ilginç bir hamleyle dostane tavırlar sergilemişti. Başbakan Mitsotakis İstanbul’a gelerek Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüştü. Hayli ılımlı mesajların verildiği toplantının ardından, iki ülke arasında Yüksek Düzeyli Stratejik Konsey Toplantısı yapılması bile gündeme getirilmişti. Ukrayna-Rusya geriliminin sebep olduğu bu yakınlaşma ne yazık ki kısa sürdü. Mitsotakis ABD’ye yaptığı ziyarette Amerikan Kongresi’nde ortak oturuma katıldı. Burada yaptığı ve izleyenlerin alkışladığı konuşmasında “Kıbrıs’ta kimse iki devletli çözümü asla kabul edemez.” dedi.

Bununla da yetinmedi Mitsotakis. Beyaz Saray yönetiminden Yunanistan’a F-35 savaş uçaklarını satmalarını istedi. Dahası, Türkiye’nin F-16’ların modernizasyonu ve yeni savaş uçakları alma projelerinin engellenmesi için lobi faaliyetlerinde bulundu. Türkiye de bu şizofrenik tavırlara kayıtsız kalmayıp, dostane açıklamaları bir kenara bırakarak, Yunanistan’a hayli sert cevaplar verdi. Atina yönetiminin Ege’deki adaları silahlandırma çabası ise Türkiye için bardağı taşıran son damla oldu.

10 milyonluk nüfusu, yerle yeksan olmuş ekonomisi ve Avrupa’ya adeta solunum cihazıyla bağlı olan hükümetiyle Yunanistan, böyle cesur adımları, mümkün değil, tek başına atamaz. Yunan hükümetinin ve kamuoyunun gözden kaçırdığı bir husus var. Daha birkaça ay önce ortalama Ukrayna benzeri bir yaklaşım sergilemeye kalkışınca arkasında kimse durmamış ve bedelini epey ağır ödemişti. Ödemeye de devam ediyor. Umarız Yunanistan da aynı hataya düşmez!

Suudi Arabistan’ın Yeni Yolu

Arapların meşhur bir atasözü var: “Evvel refîk, ba’de’t-tarik.” Yani önce yoldaş, sonra yol... Vahhabî Suud ailesi, kaybedilen 1. Dünya Savaşı sonrasında doğan otorite boşluğunu fırsat bilerek, İngilizlerin de desteğiyle Osmanlı idaresindeki Arap Yarımadası’nı ele geçirdi. İslâm dünyası açlığa ve sefalete mahkûmken, ümmetin mülkü olan topraklardan çıkarılan petrolle kendilerine ultra-lüks bir hayat inşa ettiler. Batılı devletlere piyonluk yaparak hayli Müslüman kanı dökülmesine sebep oldular. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) için de aynı durum söz konusu. Dünyanın şimdilerde en çok ihtiyaç duyduğu petrol, büyük oranda bu topraklardan çıkarıldığı için küresel siyasette kullanışlı birer aparat olmaları için ne gerekiyorsa yapılacak.

Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’de Trump’ın iktidara gelmesi, en çok da Suudi Arabistan ve BAE ile onların güdümünde hareket eden Mısır’ı sevindirmişti. Trump, Kral Selman ve Sisi’nin dünyaya benzeyen bir küreyi tutarken verdikleri pozu hatırlayın. ABD, Ortadoğu’da bu ülkelerle hareket edecek, Türkiye’ye de güya aba altından sopa gösterecekti. Fakat bu rüya çok uzun sürmedi. Biden’ın iktidara gelişiyle, Suudi Arabistan ve BAE liderleri hayal aleminden çıkıp gerçeklerle yüzleşmek zorunda kaldılar.

BAE, Türkiye ile arasını düzeltmek için önemli adımlar attı. Suudi Arabistan da yüzünü Doğu’ya çevirdi, Rusya ile stratejik ortak gibi hareket ediyor. OPEC’te görüşen Suudi ve Rus yetkililer, “Aramız hiç olmadığı kadar iyi. Beraber hareket etmeye hazırız.” mesajı veriyorlar. Arap Yarımadası’ndaki dönüşüm ABD başta olmak üzere Batı’yı kaygılandırıyor. Araplar aynı yolda yürüseler de yoldaşlarını değiştirmiş görünüyor. Bu durumun kimin menfaatine hizmet edeceğini ise zaman gösterecek.

Amerikan Paralı Askerlerinin Ukrayna Kâbusu

Rusya’nın Ukrayna işgali, geçtiğimiz Şubat ayından beri gündemdeki yerini koruyor. Kremlin’in NATO yayılmacılığı ile ilgili tezlerinde haklılık payı olsa da uyguladığı yöntemin kabul edilebilir bir tarafı yok. Karadeniz’in batısında konuşlanan NATO üsleri, aslına bakılırsa yalnızca Rusya için değil başta Türkiye olmak üzere bölgenin bütün devletleri için ciddi bir tehdit unsuru oluşturuyor. Fakat her ne olursa olsun, bu satrancın bedeli masumlara ödetilmemeliydi.

Başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere batılı tüm ülkeler, “Rus yayılmacılığı”nı engellemek, hatta bir karakol olarak kullanmak üzere destekledikleri Ukrayna’yı yüz üstü bıraktılar. Ve maalesef Putin’in inadının, Zelensky’nin galeyana gelişinin hesabını Ukrayna halkı ödedi. Oysa Rusya, kamuoyu oluşturmak gibi başka yollar kullanarak Ukrayna’dan istediğini alabilirdi.

İşgal, ABD tarafında da soğuk rüzgârların esmesine neden oldu. Emekli Amerikan ve İngiliz piyadeleri, paralı asker sıfatıyla savaştıkları Ukrayna saflarında hezimete uğruyorlar. Bugüne kadar binden fazla paralı askerin öldüğü iddia ediliyor. Biri Faslı, diğer ikisi İngiliz olan üç paralı asker de Ruslar tarafından esir alındı ve haklarında idam kararı verildi. Geçtiğimiz günlerde Ukrayna işgalinin başlamasından bu yana ilk kez Amerikalı askerler de Rus ordusunun eline geçti. On kişiden oluşan bu grup, Rus ordusunun bölgede olmadığı istihbaratına güvenmişler. Mayınlamak üzere geldikleri Harkov’a kendilerinden önce ulaşan Rus askerleriyle çatışmaya girince ikisi esir düşmüş.

Amerika, 2001’den bu yana özellikle İslâm dünyasını hedef almış ve milyonlarca masumun kanının dökülmesine neden olmuştu. Ukrayna’yı öne sürerek Rusya’yı köşeye sıkıştırmayı hedefleyen ABD yönetimi bu kez sert kayaya çarptı. Tek başına dünyanın hâkim gücü olma hayali, öyle görünüyor ki uzun vadede Amerika’ya pahalıya mal olacak. Bu sefer olan masumlara değil, bizatihi ABD’nin kendisine olacak.

İfade Özgürlüğü Ama Ne Kadar?

Demokratik sistemlerin en önemli söylemlerinden biri ifade özgürlüğü. Bu kavram Türkiye’de her ne kadar daima istismar edilse de, aslına bakıldığında Türkiye’nin Avrupa’ya kıyasla ifade özgürlüğü hususunda daha iyi bir noktada olduğunu söylememiz gerekiyor. Birileri bu iddiaya gülebilir. Fakat kendilerini demokrasinin beşiği olarak tanımlayan Batı toplumlarında, özellikle Müslümanların kendilerini ne ölçüde ifade edebildiklerine baktığımızda ifade özgürlüğünün farklı olana karşı hayli sınırlanmış olduğunu görmüş oluruz.

Ancak ne hikmetse, Türkiye’de terör örgütlerine destek veren açıklamalara cesurca imza atanlara yahut devletin güvenliğini tehdit edecek, provakatif haberler yayınlayan kuruluşlara yönelik bir girişimde bulunulduğu zaman, derhal fikir ve ifade özgürlüğü meselesi gündeme getiriliyor.

Göçmen meselesinde de durum tuhaf. Bu konu son dönemde birileri tarafından kaşınmaya çalışılıyor. Elbette bir problem olduğu aşikâr. Fakat konunun üzerine gidenlerin gayesi problem çözmek değil, siyasî ve toplumsal kırılmanın fitilini ateşlemek. Gezi olaylarını hatırlayın. Taksim’deki birkaç ağacın yer değiştirilmesini bahane ederek ortalığı ayağa kaldıran gruplara uluslararası yayın organları çanak tutmuş, Türkiye yangın yerine dönüştürülmeye çalışılmıştı. Şimdi benzeri bir girişimle sığınmacılar üzerinden fay hatları oluşturulmaya çalışılıyor.

Bu durum karşısında provakatif haberler yaptıkları için Almanya hükümetinin finanse ettiği Deutsche Welle Türkçe ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından finanse edilen Voice of Amerika (VOA) medya kuruluşlarına Türkiye’de erişim engeli getirildi. Bu karar üzerinden Türkiye’de ifade ve fikir özgürlüğünün olmadığını söylemek en hafif ifadeyle abes olur. Türkiye’deki tavrın bir ifade özgürlüğünü kısıtlama meselesi olup olmadığını anlamak için aynı olayın Avrupa’da veya ABD’de gerçekleştiğinde ne olacağına bakmak lazım. Batı’nın bu konudaki karnesi malum. Dolayısıyla bu konuda söz söyleme hakları yok.

Orman Yangınları Tesadüf mü?

Bir ülkenin en önemli zenginliklerinden biri hiç kuşku yok ki ormanları. Kendilerini medenî olarak tanımlayan Batı, her ne kadar Afrika başta olmak üzere dünyanın yer altı ve yer üstü kaynaklarını acımasızca sömürse de, yaşadığı coğrafyayı bütün imkânlarıyla daha iyi yaşanılabilir kılmak için uğraşıyor. Ülkemizden Avrupa’ya gidip gelenleri dinlediğinizde doğanın ne kadar güzel olduğunu, bitkilere ne kadar değer verildiğini anlatırlar. Aslına bakılırsa Türkiye de tabii zenginlikler bakımından dünyanın sayılı yerlerinden. Yanlış kentleşme nedeniyle şehirler beton yığınlarıyla dolsa da köylere, yaylalara gittiğimizde tabiatın güzelliğini bütün ihtişamı ile görebiliyoruz. Orman bakımından da özellikle Türkiye’nin kuzeyi ve güneyi tartışılmayacak kadar doyurucu.

Geçtiğimiz yaz peş peşe başlayan yangınlar ne yazık ki ormanlarımızın bir bölümünü yok etti. Cam kırıkları, yeterince söndürülmeyen piknik ateşi gibi nedenlerle yanan ağaçların yerine yenilerini dikseniz de büyümesi için belirli bir zamana ihtiyaç var.

Bir de yalnızca “doğal sebepler”le açıklanamayacak hadiseler yaşanıyor. Özellikle ne yolla olursa olsun Türkiye’ye zarar vermeye azmetmiş terör örgütleri, sosyal medyada ormanları yakacaklarını açıkça söylüyorlar. Nitekim geçen yaz olanlar biraz da terör örgütlerinin eseriydi. Ormanları yakarak iki şey elde etmek istiyorlar: Devleti ve milleti psikolojik olarak yıpratmak ve ülkeye maddi zarar vermek.

Böyle dar ve dolambaçlı bir tünelden geçen Türkiye’nin tehdidin her çeşidine karşı tedbirli olması şart. Çıkan yangını zamanında söndürmek yetmez, önleyici ve koruyucu tedbirler konusunda hassas olmak lazım. Bir terör eylemi olarak değerlendirebileceğimiz orman yangınları engellenmeli, ne sebeple başlamış olursa olsun, çıkınca da sonra hızlı ve etkin müdahaleyle söndürülmeli. Aksi takdirde kaybedeceğimiz hem zenginliğimiz hem de moralimiz olacak.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy