Türkiye’nin Yüzyılı
Bazı milletler birtakım şartların zorlamasıyla tarihin tozlu rafları arasına gömülmek zorunda kalırlar. Bazıları ise değişen şartlara rağmen bir şekilde ayakta kalır, tarih yazmaya devam ederler. Türkler bu milletler içerisinde ayrı bir yerde duruyor. Kurduğu devletler ve oluşturduğu medeniyetlerle bütün dünyayı etkileyen bir neslin torunları bugün de yeryüzünde umut kavramının temsilcisi olarak görülüyor. Çünkü daha yakın geçmişinde yüzlerce yıl boyunca masumları himaye etmiş, adaleti merkezine almış ve insanlığın umudu olmuştu.
Türkiye, peş peşe yaşadığı büyük krizlerin ardından uluslararası camia tarafından kıskaca alınmış bir devlet olarak değerlendirilse de Rusya ile Ukrayna, daha doğrusu Doğu ile Batı arasında başlayan mücadelede üstlendiği rolle, yakın gelecekte nasıl bir küresel güç olabileceğinin sinyallerini verdi bir bakıma. Kendisini “küresel güç” olarak tanımlayan devletlerin bile ortada kaldığı dönemde Türkiye, herkesin çözülmesini dört gözle beklediği düğümlerde kilit ülke rolünü üstleniyor.
Tahıl krizini çözen, Ukrayna’yı adeta yem ederek bölgede başlayan yangını körükleyen Batı’ya rağmen arabuluculuk görevini yerine getiren Türkiye, şimdi de Avrupa’yı kara kara düşündüren doğalgaz sorununda çözüm için adres olarak gösteriliyor. Hem de bizzat meselenin en güçlü aktörü Ruslar tarafından. Avrupa’nın doğalgaz vanalarını tek tek kapatmaya hazırlanan Rusya, eğer ılımlı olmaya çalışıp anlaşma zeminine gelmeyi kabul ederlerse Avrupa’nın doğalgaz ihtiyacının Türkiye’de kurulacak enerji merkezi üzerinden giderilebileceğini söylüyor.
Hiç kuşkusuz bu tablo Türkiye’nin yeni dış politika stratejisinin sonucu. Bunun temelinde de cesaret var. Yıllarca rotasını Amerika ve Avrupa’ya göre belirlemek durumunda kalan Türkiye artık “ben, kendim olarak buradayım” diyor. Hem de son derece gür bir sesle. Bu politika kararlılıkla sürdürülürse önümüzdeki yüzyıl Türkiye’nin; dolayısıyla adaletin, mazlumların ve Müslümanların yüzyılı olacak. İnşallah.
Sömürgeci Zihniyetin Gündemi
Kötülük ve zulüm, ilk insan Hz. Adem aleyhisselamın oğulları Habil ile Kabil’den beri var. Kıyamete kadar de yeryüzündeki varlığını sürdürecek. Kılık değiştirerek tabii. Yüzlerce yıl önce İspanya ve Portekiz’in başlattığı sömürgecilik faaliyetleri, aradan geçen onca zaman ve acı tecrübeye rağmen acımasız yüzünü göstermeye devam ediyor. Kurulan sözüm ona insan hakları örgütleri ve uluslararası kuruluşlarsa yapılanları kamufle etmekten, Batılıların tabiriyle “günah çıkarmak”tan başka bir anlam ifade etmiyor. Sömürü düzeni yöntem değiştirerek bugün de varlığını devam ettiriyor. “Büyük devletler” artık askerlerini gönderip katliam yapmıyorlar. Kullandıkları yerel unsurlar zaten onlar adına “görevlerini” eksiksiz yerine getiriyor. Hem de çok cüz’i menfaatler karşılığında. Emperyalizmin patronları çoğu zaman birkaç milyon dolar verip, 3. Dünya Ülkeleri olarak adlandırdıkları coğrafyalarda yaşayan insanları birbirlerine kırdırarak milyarlarca dolar elde ediyorlar.
Sömürgecilik zihinlerde de devam ediyor. Siyahîlere haklarını teslim etmekten, onların da “insan” olduklarından bahsedenler, bilerek ya da bilmeyerek bu insanlara karşı neler hissettiklerini açık ediyorlar. Malum, İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth geçenlerde öldü. Veliaht Prens Charles da III. Charles olarak kraliyet tahtına oturdu. Yeni Kral, daha göreve başladığı ilk günlerde bir evrak imzalarken orada bulunan görevlilere karşı takındığı gergin tavırlarıyla uluslararası kamuoyunun gündemine geldi. Başka bir görüntüde ise halkı selamlayan III. Charles, herkesle selamlaşıp konuşmaya çalışarak ilerlerken, siyahî bir vatandaşın kendisine uzattığı eli geri çeviriverdi. Yüzüne bile bakmadan suratını ekşiterek ayrıldı.
Bu tavır, yüzlerce yıl başta Afrika ve Amerika kıtası olmak üzere dünyanın pek çok bölgesinde sömürü düzeni kuran bütün devletlerin gerçek yüzünü tasvir ediyor. Ama şunu unutmamak lazım: Zalimler bir dönem güçlü olsalar da zulüm ilelebet payidar olamıyor.
Rusya Ukrayna’da Geri Adım Atmayacak
Doğu Avrupa’da kriz başladığında, Moskova yönetiminin haklı ya da haksız olduğuna bakmaksızın, zihni Batılı değerlerle kodlanmış herkesin aklından geçen şuydu: “Rusya yaş tahtaya bastı. Ve bedelini çok ağır ödeyecek!” Oysa Ukrayna’da Zelenski’nin iktidara gelişi, Putin’i köşeye sıkıştırma planının son aşamalarından biriydi. Karadeniz NATO tarafından kuşatılıyor, başta Amerika Birleşik Devletleri (ABD) olmak üzere Rusya’yı potansiyel tehdit olarak gören Batılı devletler tarafından Ukrayna, Rusya’ya karşı adeta bir bariyer olarak kullanılmak isteniyordu. Zelenski de önceki hayatında olduğu gibi kendisi için yazılan oyunu oldukça iyi oynuyordu. Netice itibarıyla Rusya Ukrayna topraklarını işgal etti. Masumlar ölmeye, yersiz yurtsuz kalmaya devam ediyor. Zelenski kendince kahramanlık hikâyesi yazarken Putin adım adım hedefine doğru ilerliyor.
İşgalin üzerinden yedi ay geçtikten sonra Rusya Ukrayna topraklarının yüzde on beşini ilhak etti. Putin bunu dünyaya meydan okurcasına duyurdu. Ne ilginçtir ki Ukrayna’yı Ruslara karşı kullanan NATO ülkeleri böyle bir meydan okuma karşısında bile seslerini çıkaramadılar. Avrupa’nın durumu ortada. Fakat kendisinin “tek güç” olduğu varsayımını hakikatmiş gibi dünyaya kabul ettirmeye çalışan ABD’den bile birkaç cılız çıkıştan ve yine bir ambargo tehdidinden başka bir tepki gelmedi.
Rusya Devlet Başkanı Putin, 1991’de dağılan Sovyetler Birliği’ni tekrar inşa etme olarak tanımlanabilecek büyük bir projenin ana unsuru olarak 1999’da başbakan, 2000’de de Devlet Başkanı olarak görevlendirildi. Vazifesini de hakkıyla yapıyor. Öyle görünüyor ki Ukrayna’da istediğini tamamen alana kadar da geri adım atmayacak.
Irak Türkmenleri Tedirgin
Irak, İslâm Medeniyetinin en önemli köşe taşlarından biri olan bir coğrafya. Bir zamanlar eyaletimiz olan bu topraklar 1. Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizlerin planları çerçevesinde Osmanlı’dan kopartılmış ve uzun süre kargaşayla burun buruna, diken üzerinde yaşamaya mahkûm bırakılmıştı. Iraklılar açısından bu psikolojinin sona erdiğini söylemek maalesef mümkün değil. Uzun süre ülkeyi yöneten Saddam Hüseyin döneminde korku üzerine de kurulu olsa bir istikrar vardı. Fakat ABD’nin 2003’teki işgaliyle devrilmişti. Saddam Hüseyin bir diktatördü. Fakat onun gidişinin ardından Irak bir türlü gün yüzü görmedi. Ülkede bulunan farklı etnik gruplar arasındaki fay hatları keskinleşti. ABD askerlerinin ülkeyi terk ettiği 2011’den sonra da kaos giderek derinleşti.
Ülkede bir süredir hükümet krizi yaşanıyor. 10 Ekim 2021’de seçim yapılmasına rağmen hükümet kurulamadı. Bu, işgal sonrası Irak için aslında çok da şaşılacak bir durum değil. Çünkü ülke kaos ve kriz kavramlarıyla özdeşleşmiş durumda. Asıl sorun, dış güçlerin farklı etnik unsurlar arasında mesele çıkararak istikrarsızlığı sürekli hale getirmesi.
Ülkenin üçüncü ana unsuru olan Türkmenler, kurulacak kabinede kendilerine bakanlık verilmemesinden endişeli. Yoğun olarak Araplar, Kürtler ve Türkmenlerden oluşan Irak’ta Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığı makamının da bu üç unsuru temsil edecek şekilde düzenlenmesi gerektiğini vurgulayan Türkmenler, içerisinde Türkmenlerin olmadığı hiçbir siyasî denklemin başarılı olamayacağını belirtiyorlar. Öyle görünüyor ki bağrında İmam-ı Azam’ları, Seyyid Abdülkadir Geylânî’leri barındıran Irak’ta belirsizlik devam edecek.
Fransa Teröre Yardımı Kabul Etti
Terör, vesayet savaşları döneminde Batı’nın kullandığı önemli enstrümanlardan biri. PKK ve muadillerinin bir zamanlar Irak’ın, şimdilerde de Suriye’nin kuzeyinde nasıl desteklendiği malum. Bunlar da yetmiyormuş gibi nerede ortaya çıkartıldığı belli olmayan DAEŞ, oldukça “kullanışlı” bir örgüt. Legal ya da illegal hiçbir organizasyon para desteği olmaksızın uzun süre varlığını sürdüremez. Dolayısıyla nasıl ortaya çıktığı bile karanlık olan DAEŞ gibi bir örgütün, arkasında destek olmadan bu kadar insanı bir araya getirmesi ve terör eylemleri yapması imkânsız. Bu örgütün Batı tarafından fonlandığı aşikârdı. Fakat resmî belgelerle ispatlanamıyordu.
Geçtiğimiz yıllarda ortaya atılan bir iddiaya göre Fransız Devleti’nin desteklediği çimento şirketi Lafarge, DAEŞ’e maddi destek sağlıyordu. Şirket önce bunu kabul etmedi. Ancak, Anadolu Ajansı şirketin yardımlarını ispatlayan belgeleri yayınlayınca denilecek bir şey kalmadı. ABD’nin Brooklyn eyaletindeki federal mahkeme konunun üzerine gitti. Lafarge ise şu açıklamayı yaptı: “Lafarge ve alt şirketi Lafarge Suriye, yöneticilerin bireysel olarak yer aldığı eylemlerden dolayı sorumluluğu kabul etmiştir. Bu eylemler, Lafarge tarafından ceza yasasının alçak bir şekilde ihlal edilmesidir. Bu olayın vuku bulmuş olmasından dolayı çok üzgünüz. ABD Adalet Bakanlığı ile konunun çözümüne ilişkin yakından çalıştık.” Şirket ayrıca yaklaşık 780 milyon dolar ceza ödemeye razı oldu.
Adında “İslâm” olan ama Müslümanları kesen, Müslümanları cani gibi gösteren ve Batı’nın maşası olarak iş gören hem de İslamofobiyi körükleyen DAEŞ’e yardım etmenin cezası bu kadarmış! Müslüman bir ülke olsaydı ispata bile yer bırakmaksızın direkt olarak işgal edilirdi. Şunu da sormak lazım: Lafarge’a bu kadar ceza veren ABD acaba DAEŞ’e ne kadar yardım etti?
‘O ya da Bu Karara Bakmaksızın’
İsrail, 1948’den bu yana parça parça Filistin topraklarını işgal ediyor. Ve bunu kan dökerek yapıyor. Uluslararası hukuk kurallarını da hiçe sayarak üstelik. Çocukları, yaşlıları ve kadınları gözünü kırpmadan öldürüyor. Karşısına çıkan her şeyi ve herkesi hedef olarak görüyor. Gazze bombalanırken Siyonist İsrailliler sevinç çığlıkları atıyor. Müslüman ülkeler de maalesef olan bitene sessiz kalıyor. Bununla da yetinmeyerek İsrail’le ticaret yapmaya, onlara para kazandırmaya devam ediyorlar.
Bu cümleleri Filistin meselesiyle ilgili defalarca duyduğunuza eminim. Yeni bir saldırı haberi gelince hep birlikte üzülüyor, sesimizi yükseltiyor, protesto ediyoruz. Ancak gelinen noktada Filistin için de İsrail için de değişen bir şey olmuyor. Çünkü, neredeyse bütün dünya İsrail’in arkasında. Siyonist lobi yıllardır öyle çalışıyor ki, sayısı milyarları bulan İslâm dünyasını bile sus pus olmaya mecbur ediyor. Trump’ın iktidara geldiği dönemi hatırlayın. Amerika; Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlar için kutsal sayılan Kudüs’ü dünyanın gözlerinin içine baka baka İsrail’in başkenti ilan etmişti. Üstelik pek çok devlet de bu duruma destek vermişti. Avustralya da bu ülkelerden biri. Hükümet, 2018’de Batı Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğuna dair kararı onaylamıştı. Yeni seçilen hükümetse bu kararı geri aldı. Açıklamanın ardından İsrail’in tepkisi gecikmedi tabii ki. Tel Aviv yönetimi şöyle bir açıklama yayımladı: “İsrail, Avustralya hükümetinin basiretsiz siyasî hesaplarla aldığı kararından hayal kırıklığı duyuyor. Kudüs, Yahudi halklarının üç bin yıllık başkentidir. O ya da bu karara bakmaksızın İsrail’in ebedi ve birleşik başkenti olmaya devam edecektir.” Ayrıca Avustralya büyükelçisini Dışişleri Bakanlığına çağırdı. Avustralya hükümeti ise İsrail’in dostu olmaya devam edeceklerini belirterek iki yönetimli bir yapının daha huzurlu bir atmosfer oluşturacağını vurguladı.
Yıllardır Filistinli Müslümanları hukuka ve insanlığa aykırı şekilde topraklarından çıkarmaya çalışan İsrail, herkesi tehdit ederek kendi deyimiyle “o ya da bu karara bakmaksızın” amacına ulaşmaya çalışıyor. Ama inşallah başaramayacak. Yeter ki Müslümanlar uyansın.