“Eski” sıfatının bizde “işi bitmiş, işlevi kalmamış, günümüzle ilgisi olmayan” şeklinde anlaşılması bizi yanlışlara sevkediyor. Mesela “eski sanat” dediğinizde herkes ederi tutarı kalmamış, bugüne ve bize hitap etmeyen, köhne bir şeyi anlıyor.
Yanlış anladığımız kavramların başında “eski” sıfatı geliyor. Bir şeye “eski” denilince genellikle “geçmiş, bitmiş, geride kalan, köhne” şeklinde anlıyoruz. “Eski” demek, günümüzde geçerliliği olmayan şey demektir. “Eski ayakkabı, eski günler, eski Ankara” gibi... Öte yandan hâlâ yaşayan, devam eden köklü şeyler için de “eski” sıfatını kullanırız. Mesela birisi için “eski arkadaşımdır” dediğimizde, “eskiden arkadaşımdı” demek istemeyiz. Aksine çok evvele dayanan bir ilişkinin sürekliliğini, köklülüğünü, sağlamlığını kastederiz.
Fakat zihinlerimizde “eski” kavramının bu “köklü” anlamı değil de “modası geçmiş, ölmüş gitmiş” anlamı öne çıkar. Mesela “Eski Türk Edebiyatı” diye bir akademik alan var. Bu isme bakınca hemen burada okutan ve okuyanların artık yaşamayan, ölü bir şey üzerinde çalıştıkları hissedilir.
“Eski” sıfatını bu anlamda kullananlardan birisi de Yahya Kemal’dir. Onun kitaplarında hem başlık olarak hem de metin içinde “eski” kelimesi hayli yekûn tutar: “Eski Şiirin Rüzgârıyle,” “eski plak,” “eski mûsiki,” “eski semtler,” vb... Çünkü Yahya Kemal için Tek Parti dönemi ve onun kendi kimliğini inkâr eden zihniyeti “yeni”dir. “Eski” kavramını bu “yeni”yi meşrulaştırmak için kullanır. Camilerden bestelere, şiirden mahallelere kadar yaşaması gereken şeyler olarak değil, yeni nesle geçmişi hatırlatmak için faydalı müzelik parçalar gibi görür.
Biz de bazen özlemle “eski Ramazanlar, eski bayramlar, eski insanlar” gibi kavramları kullanıyoruz. Ama burada bir yanlışa düşmeyelim. Bu, sanki eskiden her şey iyiydi ama şimdi her şey kötü demek değildir. Böyle anlarsak, bugün yapılacak bir şey kalmamıştır. Gelenekten intikal eden sanatlar, düşünceler, uygulamalar aynen kopyalanmalı, tekrar edilmeli sonucuna varılır ki, bu tavır hayatın tabii akışına aykırıdır. Ayrıca geleneği kopyalamak, onu üretmek demek değildir.
Bugünü ve yenilenmeyi boşlayan bu bakış, görünürde karşı çıktığı Batı’ya karşı aşağılık kompleksini perçinler. Medeniyetlerin sürekli yenilenerek yaşadığını görmezden geldiği için kadim ilkeler üzerinden yapılan teceddüdü yekten reddeder. Özün sabit kalması ile kabuğun değişmesini birbirine karıştırır. Kabuğu muhafaza ederek özü muhafaza edeceğini sanır.
Eski mi kadîm mi?
Sözlüğe bakarsak “eski” kelimesinin “esmek” kökünden geldiğini görürüz. “Esmek” fiilinin birinci anlamı rüzgârın esmesi. İkinci anlamı ise “uzatmak, germek.” “Esnek” kelimesi de buradan geliyor. Demek ki “eski” dediğimiz bugünden geriye doğru baktığımızda hep var olan, uzanan şey...
“Eski” sıfatının bizde “işi bitmiş, işlevi kalmamış, günümüzle ilgisi olmayan” şeklinde anlaşılması bizi başka yanlışlara sevkediyor. “Eski sanat” dediğinizde herkes ederi tutarı kalmamış, bugüne ve bize hitap etmeyen, köhne bir şeyi anlıyor. Oysa başka bir kavramı bilirsek bu yanlış anlama ve anlatmaktan bir nebze kurtulabiliriz. O da “kadîm” kelimesidir. Fakat bu, Kelâm ilminde “öncesizlik” anlamında değil, Osmanlı Türkçesindeki kadîmdir.
Her eski olan şey kadîmdir, ama her kadîm olan şey “işi kalmamış” anlamında “eski” değildir. “Kadim” kelimesi Arapça kökenlidir. “Önce olan, önceden gelen, önceki” anlamındadır. Arapça “kadema” masdarından gelir ki “önden gitti, önce idi” anlamına gelir. “Kıdem, kudüm, kademe, mukaddime” hep aynı köktendir. Bu kelimeleri duyunca “eski” kelimesindeki gibi “geçmişe ait, köhne, devri bitmiş” anlamları aklınıza geliyor mu? Hayır, değil mi? Aksine, “evvelden beri, önceden beri süregelen şey” anlamları canlanıyor. O yüzden “eski” ve “kadim” kelimelerini dikkatlice kullanmak gerekir.
Bizim medeniyetimizi “eski” değil de “kadim” sıfatıyla anlarsak kendimizi, kendimizi anlarsak da kulluğumuzu anlayabiliriz. Çünkü medeniyetimizin değeri eski olmasından ziyade yaslandığı ilke olan tevhiddir, imandır, kulluktur. Maalesef bugün medeniyetimizin sadece köküne değil; dallarına, yapraklarına, çiçeklerine bile bigâneyiz. Medeniyetimizi Batılı kavramlar ve bakışlarla anlamaya çalışınca bir yere varamıyoruz.
Mesela medeniyetimizin coğrafî sınırlarını bugünkü siyasî sınırlar sanıyoruz. O yüzden sınırın öteki tarafındaki Halep’in Antep’e çok benzediğini görünce şaşırıyoruz. Sanki siyasî sınırlarımızın ötesinde bizimle hiçbir ilgisi olmayan Marslılar yaşıyor. “Suriye” diye bir bölgenin tarihte olmadığından, bunun Fransızların bir uydurması olduğundan haberimiz yok. Aynı şekilde ülkemizin sınırları içindeki tarihî eserlerin benzerlerini başka ülkelerde, Balkanlar’da, Afrika’da, Ortadoğu’da görünce de şaşıranlar var.
Binalar, anıtlar ve dahası
Başka bir yanlışımız daha var. Biz “medeniyet eseri” dediğimizde sadece eski eserleri, yapıları anlıyoruz. Oysa oturma yeme içme adetlerinden tutunuz, mezar taşlarına, ilahilere, günlük dildeki “Yâ Hu” gibi deyimlere kadar her şey bir eserdir. Itrî’nin bestelediği bayram tekbiri en az Süleymaniye kadar asırlara meydan okuyan anıttır. Ama “anıt” deyince yine yanlışa düşmeyelim. Bayram tekbirinin her şeyden önce Rabbimizin büyüklüğünü ikrâr eden bir söz olduğunu; Süleymaniye deyince de her şeyden önce, büyük veya küçük her mescid gibi Allah’a ibadet yeri olduğunu unutmamak gerekir. Kök ile dalı, öz ile şekli birbirine karıştırırsak dinimizle bağımız zayıflar.
Medeniyet eserlerimizin kökü iman ve kulluktur. Şimdi biz böyle söyleyince hemen kadîm olan her adetin ve eserin yüzde yüz hayırlı, güzel ve doğru olduğunu sananlar çıkıyor. Hayır. Medeniyet eserlerinin kökeni tevhiddir demek, her eserin tevhide tamı tamına uyduğunu iddia etmek demek değildir. Kökeninde tevhide uymayan bir eser de olabilir, tevhidden doğup zamanla yozlaşmış bir eser de olabilir.
Meselâ ülkemizde yakın tarihlere kadar çok yaygın olan bir kan davası adeti vardı. Bu vahşi adetin iman ile, amel ile, ihlâs ile ne alakası var? Bunda bir hayır, iyilik, doğruluk olabilir mi? Asırlardır yapılıyor diyerek böyle bir zulmü uygun görebilir miyiz? O halde sadece “bizim atalarımız yapmış” diye her yaptıklarını doğru ve güzel görecek değiliz. Ölçümüzü şaşırmayalım. Gerek kendi gerek başka medeniyet ve geleneklerdeki işleri ve eserleri değerlendirmede de ölçümüz, Allah’ın ve Rasulü’nün hükümleridir.
Üçüncü yanlışımız ise medeniyetimizin en başından beri hep aynı, sabit kaldığını sanmamız. Elbette öyle bir şey yok. Her canlı gibi her toplum kendini yenileyerek yaşar. Bugünden baktığımızda altı asırlık Osmanlı’yı başında ne ise sonuna kadar hep aynı, sabit, değişmemiş görenler var. Bu düşüncenin ne kadar yanlış olduğunu anlamak çok kolaydır. İkisi de Mimar Sinan’ın eseri olan, inşaları arasında sadece on yıl bulunan ve birbirine çok yakın mesafede bulunan Şehzâde ve Süleymaniye camilerinin mimarisine bakmanız kâfi.
Bir medeniyetin altı asırlık ömrü bir yana, insanın kendi hayatında bile on yıl içinde ne kadar büyük bir yenilenmenin olduğunu anlarız. Yeter ki yenilenmenin yönü daha iyi, daha güzel, daha doğru olsun. İlkesi, usulü, işlevi hak olsun.
Bir zamanların yenisi
Bugün bize “klasik” gelen eserler aslında kendi devirlerinin “yeni” eserleridir. Mesela Rasulullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin şemâil ve ahlâkını anlatan hilye-i şerif levhaları Osmanlı’da hemen her evde, mescidde, tekkede asılırdı. Halbuki ilk hilye levhasını Hâfız Osman Efendi 1600’lerin sonunda tasarlamıştı. Daha evvelinde böyle bir levha yapılmıyordu. Başka bir örnek Mehter marşlarıdır. Bugün tâ Fatih devrinden geldiğini sandığımız mehter marşlarının sadece ikisi üçü çok eskidir. Geri kalan “Ceddin deden, neslin baban” gibi marşlar İttihatçılar devrinde, yani 1910’lardan sonra bestelenmiştir. Yani sandığımızdan çok daha yenidir. Kaldı ki Osmanlılar eskiden bunlara “mehter marşı” değil, “mehter havası” derlerdi. “Marş,” Yeniçeri Ocağı ve Mehterhane yıkıldıktan sonra yerine konan Batı tarzı bando için bestelenen eserlere Fransızca’dan alınıp konmuş isimdir. Benzeri şekilde bazı şehirlerimizin meydanlarında gördüğümüz saat kulelerini de bin yıllık eserler sanıyoruz. Oysa bu saat kuleleri Osmanlı’nın 1860’lardan sonra Batı’dan öykünerek diktiği yapılardır. Minarelerin bildirdiği ezan saati unutulmaya başlayınca, bu kuleler inşa edilmeye başlandı.
Bu hususta başka bir örnek de “din görevlisi” tabiridir. Bazıları, bugün olduğu gibi Osmanlı zamanında da böyle bir memur sınıfının olduğunu sanıyorlar. Ne kadar yanlış! Bir kere zaten dinimizde “din görevlisi, din adamı” diye bir şey yoktur. Herkes dinin adamıdır, dinin kadınıdır. Âlim, hafız, imam gibi tabirler bürokratik kadroları değil, kişisel vasıfları bildirir. İkincisi, Osmanlı’da ve diğer bütün İslâm toplumlarında imamlar, müezzinler, duahanlar, kayyumlar asla devlet bütçesinden maaş almazlardı. Hizmet ettikleri caminin vakfından maaş alırlardı. Bizim geleneğimizde çeşme, sebil, köprü, bedesten, medrese ve tekke gibi, her cami de vakıftır. Süleymaniye de bir vakıftır, Ayasofya da... Böyle büyük camiler bir yana, mahalle mescidleri de vakıftır. Camiye hizmet edenleri seçen, onlara maaşlarını ödeyen de o camiyi inşa ve idame ettiren vakıftır. Demek ki “din görevlisi” tabiri çok yenidir ve gelenekle bir ilgisi yoktur. Tek Parti idaresi tarafından tesis edilmiştir.
Değişim ve gelişim
Medeniyetlerin temel ilkeleri değişmez. Eserleri, yorumlamaları ve uygulamaları değişir. Farklı zamanlarda ve bölgelerde farklı yorumlamalar sürekli yapılır. Çünkü her insanda, toplumda, mekânda ve zamanda daha iyisini, güzelini, doğrusunu inşa etme, yapma isteği vardır. Medeniyetler bizim sandığımızın aksine kopyalanarak değil yenilenerek yaşarlar. Bu iki kavram birbirinden çok farklıdır. İyi ve güzel bir eseri kopyalayıp başka bir zamanda ve yerde yapmak kolaydır. Bugün biz daha çok bunu yapıyoruz. Mimar Sinan’ın beş asır evvel yaptığı camilerin beton kopyalarını oraya buraya dikiyoruz. Yani Mimar Sinan’ın kendi hayatında yapmadığını yapıyoruz. Bunda bir özgünlük yok. Mimarlarımız en azından şunu düşünebilseler: Eğer bugünkü teknoloji ve malzemeler Mimar Sinan’ın elinde olsaydı acaba nasıl eserler inşa ederdi. Mesela mihrabın alnına floresan ampul mü takardı?
Hayat yenilenerek yaşanıyor. Kâinatta yaşayan ama yenilenmeyen bir mahluk yoktur. İnsan, bitki, hayvan, mikrop, yıldızlar, güneşler daima değişmekte, yenilenmektedir. Araştırmalara göre vücudumuz yedi ilâ on yıl arasında tamamen yenileniyor. Ama her organın yenilenme devreleri farklı. İnsan vücudunda değişmeyen tek şey DNA, yani kökümüz, özümüzdür. DNA değişince kronik ya da ölümcül hastalıklar başlar.
İşte medeniyetlerin de içinden doğup serpildiği öz aynı kalır. Ama kökleri, gövdesi, dalları, yaprakları, meyveleri sürekli büyür, değişir ve yenilenir.
Yanlış bir zannımız da yeniliğin bizatihi iyi bir şey olduğudur. Bu, Batı’nın modernlik anlayışının sonucudur. Onlar zaman geçtikçe her şeyin daha geliştiğini, iyileştiğini zannederler. Oysa her yenilenme gelişme değildir. Kendi vücudumuza bile baksak bunu görürüz. Bildiğiniz gibi hücreler insan vücudunun yapıtaşlarıdır. Sağlıklı bir insanda hücreler büyür, bölünür ve ölür. Kanserde ise normal hücre değişir, başkalaşır fakat kontrolden çıkar. Bozulmuş hücre çoğalmaya başlar ve bir tümör oluşturur. Bu tümör insanı ölüme kadar götürebilir. Demek ki hücre seviyesinde büyüme ile başlayan kanser ölümle sonuçlanabiliyor. O zaman geçmişte veya günümüzde olan her çoğalmayı hayra alamet saymamak gerekir. Diğer taraftan her büyüme de özünde kötü değildir. Yönü önemlidir.
Kısacası eski olsun, yeni olsun her şeyin hak, güzel, doğru ve iyi olup olmadığına bakarız. Bu belirlemede ölçümüz de, ölçütümüz de dinimizdir, imandır, tevhiddir. Her değerlendirme yapanda olması gerektiği gibi bu da ilim gerektirir. O yüzden eskiyi de yeniyi de doğru şekilde anlamak için Hakk’a bağlanarak, kalbin aklı ile bilmek gerekir. Zanla, eksik ve yanlış bilgi ile değil.