Aramak

Osmanlı’da Matbaa Meselesinin İç Yüzü -2

Osmanlı’da matbaa yerine daha ziyade kitapları elle yazmanın ya da çoğaltmanın özel bir sebebi olabilir mi?

Osmanlı eğitim sistemi içerisinde kitapları elle çoğaltmak bir öğrenme metoduydu aslında. Bu yöntemin dayandığı prensip, öğrenmede tekrarın gerekli ve faydalı olması. Bu eğitim sisteminde medresede okuyan her öğrenci, basitten karmaşığa doğru kitaplar üzerinden eğitim alırdı. Bir önceki kitapta bulunan bilgiler bir sonraki kitabın anlaşılması açısından çok önemliydi. Bu nedenle kitapların belli bir sırayla okunması ve elle yazarak çoğaltılması hem kitapların defalarca okunmasına hem de öğrenilen konunun iyice zihne kazınmasına imkân veriyordu. Yani burada sıralı kitaplarla aşamalı pekiştirme metodu kullanılıyor ve bilgiler üst üste daha sağlam oturtuluyordu. Biz bu metodu bugün yabancı dil eğitiminde kullanıyoruz.

Osmanlı’da elle çoğaltılan kitapların önemli bir kısmı sadece ihtiyacı görecek şekilde tasarlanmıştır. Kitabın bir nesne olarak değerini artıran, edinmeyi cazip hale getiren ciltleme, hat sanatı, kenar süslemeleri uygulamalar her kitap için söz konusu değildi. Haftanın beş günü ders gören bir talebe, kalan iki günde şahsî ihtiyaçlarını gidermenin yanında kendisine lazım olacak kitabı istinsah ederdi. Bu standart bir uygulamaya dönüşmüştü neredeyse. Böylece talebe, istediği kitaba sahip olabiliyordu. Şunu da hatırlamakta fayda var: Elle bir kitabı baştan sona yazmak, bunu belki defalarca yapmak son derece etkili bir öğrenme yöntemi. Bir de o kitap üzerine yazılmış şerh ve haşiyeleri okuduğunu, kendisinin de bunlara ilaveler yaptığını düşünün.

Matbaaya ihtiyaç duyulması ve matbaanın kullanılması nasıl oldu o zaman?

Bahsettiğimiz bu klasik eğitim sisteminden vazgeçilip, Batılı eğitim modeli benimsendiğinde doğal olarak elle kitap yazma, çoğaltma, şerh ve haşiye geleneği zayıfladı. Yaşanan değişimle matbaada basılan eserlere ilgi arttı. Önceleri matbaa baskısı kitaplara ilgi yoktu. Çünkü kitap okumak öğrenmenin yanında biraz da zevk ve haz işiydi. İyi hattatların elinden çıkmış, güzel ciltlenmiş, kenarları yaldızlı, işlemeli kitaplara alışmış insanlar için matbu eserler sıradan, albenisi olmayan şeylerdi. Fakat zaman değişti, 19. asırdan itibaren kitap da endüstriyel bir ürün olarak tüketim nesnesine dönüştü. Dolayısıyla üretimin hızlanması gerekti. Gazete, dergi gibi ürünlerle çeşitlenen kültür dünyasında matbaa olmazsa olmaz bir konuma erişti.

1727 senesinde İbrahim Müteferrika getirmeden önce de Osmanlı’da matbaa var mıydı? Bu ilk matbaalar nasıl karşılanıyordu?

Elbette vardı. İstanbul’daki gayrimüslimler bu işe girmişlerdi. Müslümanlar ise söylediğimiz nedenlerden dolayı matbu kitaplara itibar etmiyordu. Yine de gayrimüslim tebaadan bazı girişimciler matbaa gibi bir yeniliği görünce İstanbul’a getirmişlerdi. Fakat onlar da aynı sıkıntılarla karşılaştılar. Baskı kitaplara bekledikleri kadar ilgiyi bulamadılar. Daha geriye gidersek, matbaa ilk olarak Çin’de bulundu ama orada da talep olmadığı için gelişemiyor. İbrahim Müteferrika’nın kurduğu matbaa da aynı kaderi paylaşmıştı. Çünkü bu iş biraz da arz ve talep meselesiydi. Bir icadın ortaya çıkması kadar onun kabul görmesi, gelişmesi de önemlidir. Peki, bu gelişme nasıl sağlanacak? O icada dönük gerekli ekonomik alt yapının olmasıyla ya da oluşmasıyla. Eğer bu yoksa icat bulunduğu gibi kalır. Mesela tüfek de ilk olarak Çin’de bulundu ama orada gelişmedi. Çünkü Çin’de savaş yoktu.

Konumuza dönecek olursak, İbrahim Müteferrika’nın matbaayı kurması ile vefatı arasında yaklaşık yirmi yıl vardır. Bu yirmi yıllık dönemde sadece 23 cilt kitap basılabilmişti. Müteferrika’nın ölümünden sonra ise yalnızca bir tek kitap basıldı ve sonra matbaa kırk altı yıl faaliyetine ara verdi. Bu durum, matbaanın kurulmasının yanı sıra faaliyetinin de tamamen İbrahim Müteferrika’nın gayretleri ile yürüdüğünü, ancak buna karşılık toplumda kitap basımına fazla bir rağbetin olmadığını gösterir.

Peki, Matbaanın gelmesine ulema sınıfının karşı çıktığı iddiaları doğru mu?

Bu konudaki en sık tekrar edilen yalanlardan biri, bir önceki yazıda bahsettiğimiz ferman meselesi, diğeri de müstensihlerin yani kitap çoğaltıcıların çokluğu iddiasıdır. Fakat Osmanlı’da matbaa meselesi söz konusu olunca bir yalan var ki diğerleri eline su dökemez. O da İslâm ulemasının matbaaya karşı çıktığı ve yasaklattığı yalanıdır. Öncelikle, böyle bir iddiayı destekleyecek tek bir fetva, yazı, vesika, belge yoktur. İkinci olarak İbrahim Müteferrika matbaasını kurduğu zaman dönemin şeyhülislâmı Yenişehirli Abdullah Efendi’den matbaada kitap basmanın caiz olduğuna ve kitap basımının faydalarına dair fetva almıştı. Sadece bu gerçek bile bahsedilen iddianın kötü niyetli bir uydurma olduğunu tek başına ispata yeter. Bunun yanında devrin bazı âlimleri de matbaada kitap basımı işinde görev almışlardı.

Osmanlı’da matbaa meselesiyle ilgili bu iddiaların sahipleri kimlerdir, amaçları ne olabilir?

Türkiye’de, Osmanlı ve İslâm tarihi üzerine yapılan tüm okumalar maalesef ideolojik okumalardır. O yüzden “İdeolojik bakan kim, maksatları ne?” gibi soruların cevabı resmî tarih ve ideoloji ile, açıkçası devletin kendisiyle ilgilidir. Ne yazık ki uzunca bir dönem Osmanlı mirasını toptan reddetme ve kötüleme tuhaflığını devlet politikası olarak benimsedik. Diğer taraftan İslâm’la ve Osmanlı’yla kavgalı yabancı çevrelerin ve özellikle şarkiyatçıların maksatlı söylemlerinin etkisi de büyük. Hele de bizim kendi tarihimizi Batılı tarihçilerden okuduğumuz ve aktardığımız dikkate alınırsa...

Türkiye’de Osmanlı hakkında olumsuz konuşmak ve yazmak, ilmî ve akademik anlamda herhangi bir sorun çıkarmıyor. Hiç kimse de bu iddianın kaynağı, delili, vesikası, kroniği nerede diye sormuyor. Çünkü genel geçer anlayış şu: Osmanlı eski, köhne, unutulması gereken bir dönem! Kendi tarihine, yani kendisine böyle bakan başka bir milletin bulunmadığına emin olabilirsiniz.

Osmanlı’da profesyonel kitap yazıcıların yani müstensihlerin işlerini kaybetme endişesiyle matbaayı istemedikleri, bu hususta idareyi etkiledikleri iddiası doğru mudur?

Osmanlı’da matbaa tarihî bir meseledir ve bunun bir tek yorumu yapılamaz. Burada ortaya atılan bazı iddiaların çıkış yerini ve hatalarını işaret ediyoruz. Kitap basımı endüstrileşene kadar Osmanlı’da veya İngiltere’de ya da Fransa’da kitap satın almak herkesin güç yetirebildiği bir şey değildi. Kitap sıradan halk için pahalıydı. Tek bir kitap neredeyse bir aylık geçim masrafıyla eşdeğerdi. Kur’an-ı Kerim gibi bir müslümanın her gün okuduğu bir kitabı edinmek bile meseleydi. Böyle bir ortamda ilim talebeleri kendi kitaplarını kendileri çoğaltıyordu. Bahsettiğimiz gibi bunun eğitim sisteminde önemli bir yeri de vardı. Talebelerin yoğun olarak kitap istinsah ettiğini gören Batılı seyyahlar, talebelerin yaptığı şeyin meslekleri olduğunu, bununla geçindiklerini zannettiler. O yüzden de 50 bin ilâ 90 bin gibi müstensihten bahsettiler. Bunun sebebi, gözlem yaptıkları, hakkında kitap yazdıkları topluma ve kültüre karşı cehaletleriydi.

Konuyla ilgisi bakımından soralım. Osmanlı toplumunun okumaya ilgisi nasıldı?

Bu konuda yapılmış ilmî çalışmaların gerçeği ne ölçüde yansıttığı tartışmalıdır. Çünkü ortaya çıkan sonuca göre Osmanlı’nın kitapla defterle münasebeti yok! Mesela İsmail Erünsal’ın Osmanlı’da kitaplar ve sahaflar üzerine yaptığı çalışma, Osmanlı toplumunun okumadığını, kitap okumayı bir ana ihtiyaç olarak görmediğini göstermiş. Medreselerde ve diğer eğitim kurumlarında okunan kitap çeşidi 300 olarak saptanmış. Aynı dönemde Avrupa’da ve Japonya’da bu sayı on binleri buluyormuş.

Fakat burada çok önemli bir husus gözden kaçırılıyor. Osmanlı toplumunun ya da genelleyecek olursak müslüman toplumların kitap ve okuma anlayışı ile diğer toplumlarınki aynı değil. Başka bir toplumun kültürü, adet ve alışkanlıkları üzerinden başka bir toplum yargılanamaz. Bizim kitaba verdiğimiz anlam, ondan istifade etme ve onu kullanma biçimimiz Batı’dan çok daha farklı. Mesela bizde kitabın elden ele dolaşması ve bir kitabın bir hocadan duyarak öğrenilmesi gibi Batı dünyasında olmayan yöntemler mevcuttur. Ayrıca Osmanlı toplumunda insanlar ellerine geçen her kitabı okumazlar, bazı kitapları da önemine ve özelliğine binaen defalarca okurlar, hatta ezberlemiş olurlardı. Mesela Ahmediyye ve Muhammediyye gibi manzum eserler, Mızraklı İlmihal, Envâru’l-Âşıkîn ve Ni’met-i İslâm gibi fıkıh ve tasavvuf kitapları halk tarafından sürekli okunan kitaplardı. Ayrıca köylerde bile köy odalarında, müsait olan evlerde, özellikle konaklarda okuma meclisleri kurulur, güzel okuyan birisi tarafından okunan kitap müştereken dinlenirdi. Dolayısıyla Osmanlı toplumunun Batı toplumlarına nispetle kitapla daha yoğun ve yakın teması vardı.

Müslüman toplumda her eline kalem alan aklına gelen her şeyi yazmadığı için Batı’daki kadar kitap çeşidi olmadığı doğrudur. Ama buradan okumayan bir toplum çıkmaz. Osmanlı ile Batı’yı matbaa ve okuma üzerine kıyaslarken bahsettiğimiz bu özel durumlar göz önüne alınmalıdır. Yoksa gerçeği ıskalamış oluruz.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy