Giden günle birlikte yer penceresinin kenarına oturmuş, ufukları seyreden biri vardı. Bir kolunu pencerenin pervazına yaslamış ve çenesini avucunun içine alıp öylece uzaklara dalmış bir adam… Gözleri çok uzaklarda, o dağların zirvelerine yağmış karlar içinde gezinirdi.
Akşamların pürtelaş dağlardan, ufuklardan bize doğru koştuğu mevsimdir hazan. Günlük işler de o acelecilikle bitirilmeye çalışılır bir an önce. Akşamı erken olan günlerin uzun gecelerinin karanlığını lambalardan daha fazla aydınlık kılan, gönüllerdeki sıcaklığın yüzlere yansımış şeklidir. Hâlâ yolumuzu aydınlatan o kıvılcımların ruhumuzda tutuşturmuş olduğu meşalelerdir. Ve o sımsıcak ışıklarla donanmış gönül ikliminden doğup, dillerden söz olarak dökülenlerdir kulaklarımızda yankılanan.
Unutulması mümkün olmadığı içindir ki her erken inen akşamla birlikte, yüreğimiz ince bir rüzgâra tutunup yeniden uçup gider o eski zaman akşamlarına. Geçilen her bir mekandan buruk bir tebessüm, mahzun bir bakış dokunur hatıralara.
Suskun inen akşamlar
Gün akşama döner yüzünü. O aydınlık yüz yavaştan gölgelenmeye başlar. Önce kuşların telaşı başlar son kızıllıkta. Çığlık çığlığa ufukta kaybolan kuşlar, ardından bakan gözlere hüzün rengi bir akşamı yadigâr bırakırlar. Baharda yapmış oldukları yuvalarının nerede olduğunu unutmuş ya da artık gerek duymadıklarından mıdır, uzaklardaki ağaçların dallarında sabahlamak için yola koyulurlar.
Kuşların çığlıkları ufkun uçsuzluğuna dökülüp kaybolduktan sonra dört bir yana derin bir sessizlik siner. Etraftaki çocuk sesleri bir lambanın ışığı gibi kısılır, söner. Güz, en güzel şarkısını yapraksız kalan ağaçlardan çekip, uzaklardan mahzun mahzun akıp giden derenin sesine katar. Şimdi evlerin çatılarından içeri girip, sonra açık bulduğu paslı menteşeli pencerelerde bir keman gibi inleyerek ve geçtiği her odaya geçmiş baharın kokusunu bırakan rüzgâr da akşamın suskunluğunu bozamaz.
Bir an önce eve ulaşmanın telaşı sarar dışarıda kalanları. Ya ince bir yağmurdur şimdi yollarda yürüyen ya da yaklaşmakta olan karanlığın derin uğultusu. Çünkü karanlık, yıldızlı gecelerde bile seçilmeyecek kadar dar ve dönemeçli olan yolları siler gözler önünden. Sadece yolda kalmış olanlar değil, bağında bahçesinde ayak izlerini bırakanların da artık yönünü eve doğru dönme vaktidir. Güz akşamlarının, uzak dağların zirvelerine yağmış kar serinliğinin de elinden tutup birlikte yürüdüğü bir zamandır ayrıca. Bu yüzden bir an önce tutuşmuş bir sobanın etrafında, ya da büyük kütüklerin çıtırdadığı bir ocak başında toplanmak ister gün yorgunu bedenler.
Evler, bütün yorgunlukların eşiğinde bırakıldığı bir sükûnet limanıdır artık. O eşikten, dışarıya ait ne varsa bırakılarak girilir. Dört bir yana sinmiş hanenin saadet havasıyla birlikte, daha ilk solukta bedenler, ruhlar tazelenir, sanki yeniden dirilir. Evin içinde her geleni bekleyen ve daha kapıda karşılayan gözle görülmeyen yüzler vardır sanki. Görülmeyen, fakat hissedilen o dokunuştan kaynaklanan bir saadetle girilir eşikten içeriye.
Her günün akşamı var
Giden günle birlikte yer penceresinin kenarına oturmuş, ufukları seyreden biri vardı. Bir kolunu pencerenin pervazına yaslamış ve çenesini avucunun içine alıp öylece uzaklara dalmış bir adam… Gözleri çok uzaklarda, o dağların zirvelerine yağmış karlar içinde gezinirdi. Yarım kalmış oyunlarımızın tadına doyamadan bizi eve çağıran sesiyle fark ederdik onu. Hemen her akşam yerine getirilmesi bir görev gibi o pencere kenarında alırdı yerini. Uzaklardan ağır ağır gelen akşamı oradan derin bir sükûnet içinde seyre dalardı. Onun ne düşündüğünü, nerelere dalıp gittiğini anlayacak yaşta olmadığımız için, bu alışılmışlığın bir karşılığı yoktu dünyamızda. Ben, dedemin o karlı dağlara uzun uzun baktığından sakallarının da kar beyazlığında olduğuna inanmıştım.
Oysa onun, “Ben bu pencereden ömrümü seyrediyorum evladım!.. Her baharın bir kışı, her günün bir akşamı olduğu gibi, ömrün de bir akşamı, kışı var. Ben o akşamı yaşıyorum.” deyişinin anlamını yıllar sonra anlayacaktım.
Çay kokulu sofalar
Güzün bir ayağının da kış yolunda olduğu demlerdir ki, günler kısaldıkça kısalır. Caminin imamı öğlen ezanını bitirip namazı kıldıktan sonra, tekrar ikindi için minareye çıkıncaya kadar vakit tamam olurdu. Ardından akşam ve yatsı...
Sonra uzadıkça uzayan, sabahı olmayan geceler başlardı. Beş ve yedi numara gaz lâmbalarıyla aydınlatılmaya çalışılan evin her yanına ulaşmayan o sarışın ışıkların bittiği yerde her bir eşyanın siyah gölgesinin büyülü görüntüsü… Kimi sevimli, kimi ürkütücü resimler gibi gölgeler…
Mutfakta hazırlanan yemekler bir sini üzerinde uzanırdı sobalı odaya. Sobanın üzerinde hiç durmadan cızırdayan bakır güğümden çaydanlığa doldurulan sularla demlenirdi çaylar. O çaylar bahçeden toplanmış, kurutulmuş, öğütülmüş ve bez torbalara doldurulup tavana asılmıştır.
Çaydanlıkta su ile buluşan o kurutulmuş yaprakların toz halinin kokusu bir anda doldururdu dört bir yanı. Sonrasında damaklardaki tadı ki, yıllardır o tadın hatırına yudumlansa da sonraki çaylar, giden bütün güzelliklerle birlikte o tad da bir daha geri gelmedi.
Geceye yağan yıldızlar
Uykunun gözlerdeki ağırlığı hissedilinceye kadar çaylar içilir, büyüklerin sorduğu bilmecelere cevaplar bulmak için düşünceler zorlanırdı. Kimi vakitler işgal ve kıtlık günlerinin acı hikâyeleri büyük bir dikkatle dinlenir, o günler yeniden yaşanırdı anlatanlar tarafından.
Şimdiki zamanların ne büyük bir bolluk ve bereket günleri olduğundan dem vurulur ve şükür gerektiği her fırsatta vurgulanırdı.
Dışarıdaki zifiri karanlığın doldurduğu odaların kasveti, ninelerin yaşayarak anlattığı, belki de o anda uydurduğu masallarla yerini düşlerin yaktığı avizelerin mutlu aydınlığına bırakırdı. Cuma akşamlarında yatsı namazından sonra başlayan ve bütün ev halkının büyük bir huşu içinde dinlediği Yâsin sonrasında gökyüzüne açılan avuçlara masmavi yıldızlar yağmış gibi, bütün yüzlerde o derin ışığı görmek mümkün olurdu.
Saadetin resminin çizilmez olduğuna inananlar, saadetin ne olduğunu bilmeyen, saadeti yaşamayan, hissetmeyenlerdir. Kış gecelerinin soğuk odalarının duvarında akşam rüzgârının geceye karıştığı vakitlerde, mutluluğun hissedilmesi, sözlerde, yüzlerde, gönüllerde çiçek çiçek açılıp dört bir yanı doldurmasının bugünlere kalan görüntüsü o resimlerden başka ne olabilir ki?
Şimdi çok uzaklarda
Gençler yarına dönük hayal ve umutlarla, ihtiyarlar ise dünde kalmış hatıralarla sürdürürmüş hayatını. Yarın için kurulan güzel hayaller kadar, mazide kalanlar da bugüne ışık oluyor, huzur sebebi oluyorsa, bir şarkı gibi yeniden hatırlanması, dinlenmesi fıtratın gereği olmalıdır. İstesek de geçmişten kopamaz, kaçamayız. Eğer güzelliklerse geçmişte kalan özlemle, pişmanlıklar ise hüzünle yeniden yaşanır. Bu kaçınılmazdır. Her ikisinin de elbette katkısı vardır şimdiki hayata. Yine bir akşam vakti. Mevsim hazan. Gün bitiyor. Ufuklarda mor bulutlar. Beton yığınlarının arasından gökyüzüne doğru bakmaya, akşamın son kuşlarını balkondan gözlerimle uğurlamaya çalışırken, alacakaranlıkta uzaklara giden bir kuşun kanadına takılıverdi yüreğim. O kuş alıp götürdü beni. Kendiliğinden, öylesine… Bu yazı böyle doğdu işte.