Bugünlerde yeni gözde mekânımın ismi “Cafede Kıraat.” Biraz kafa karışıklığı ile konulmuş olsa da ismine takılmadan sıkça uğradığım bu mekân aslında bir kitabevi. Saatlerce vakit geçirebileceğiniz zenginlikte kitaba sahip ve tabii ki zihni yorulanların, arkadaş gruplarının kendilerine mükellef bir ziyafet çekebileceği bir de mutfağa... Cumhuriyetin ilk yıllarında çoktan tarihe karışan Osmanlı mirası kıraathanelerin yerini alan, şimdinin moda deyimiyle “trend” mekânlar artık kitap kafeler.
Daha çok gençlerin takıldığı Cafe de Kıraat’in benim gibi yaşı bir hayli ilerlemiş birkaç müdaviminden biri de İsmail abi. Emekli felsefe öğretmeni olan İsmail abi, çevresinde “ayaklı kütüphane” olarak nam yapmış bir beyefendi. Bunca zaman sohbet ettiğim İsmail abiyi aslında çok da yakından tanımıyordum. Her buluştuğumuzda yeni okuduğu kitabın kritiğini yapar ama konu öylesine dallanır budaklanır ki sıra hiç kendisinden bahsetmeye gelmez.
Birbirimize bir şeyler ısmarlayıp hoşça vakit geçirdiğimiz zamanlardan birindeyiz. Ama bu sefer kararlıyım, onu tanımam lazım:
– İsmail abi, lütfen şu kitap işlerine girmeden biraz kendinden bahset yahu! Vallahi bunca zaman muhabbet ediyoruz ama kendini hiç anlatmadın.
İsmail abi şaşkınlıkla yüzüme bakmaya başladı. O her şeye cevabı olan ayaklı kütüphane, sanki dünyanın en zor sorusu sorulmuş gibi sessizliğe gömüldü. Sorduğuma pişman olmaya başlamıştım ki, başkalarının duymasından endişe eder gibi kısık bir sesle;
– Ben İsmail Bahtıaçık, emekli öğretmen, bekârım. Bilmiyorum bunlar yeterli oldu mu? Emin ol ben de bu kadarını biliyorum, dedi.
Şimdi şaşırma sırası bendeydi, öylesine kala kalmıştım. “Nasıl yani bu kadar mı?” diyebildim içimden.
– Ne bileyim, nerelisin, kimlerdensin diye sorarlar ya İsmail abi. Ben de o hesap öğrenmek istedim, seni tanımak istedim.
– Haklısın kardeş, ama gerçekten adım İsmail mi onu bile tam bilmiyorum.
Tamam, İsmail abi sıra dışı biriydi ama isminden bile emin olmamak biraz tuhaftı. İyiden iyiye meraklanmış hatta tedirgin olmaya başlamıştım. İsmail abi ise dalmış gitmişti.
– Abi seni rahatsız ettim herhalde, bu tanışma muhabbetini kapatalım istersen.
Birden, benim söylediklerimi sanki hiç işitmemiş gibi anlatmaya başladı:
– Beni yetimhaneye bıraktıklarında altı aylık bebekmişim, ismimi oradaki bakıcılar koymuşlar. Soyadımı da bundan sonra bahtım açık olsun diye öylesine koymuşlar herhalde. Lise çağlarına gelince rehber öğretmenim Cemal bey bende bir ışık görmüş olacak ki İstanbul Kabataş Erkek Lisesi’nde yatılı okumamı sağladı. Allah rahmet etsin benim babam gibiydi. O benim mühendis olmamı istiyordu ama ne çare ben felsefe okumayı seçmiştim. O zamanın en gözde felsefe bölümü İstanbul Üniversitesi’nde idi.
– Neden felsefe okumak istedin İsmail abi?
Durdu, bir iç çekti, gözleri dolmuş olarak yüzüme baktı:
– Gönül susuzluğu kardeş, gönül susuzluğu… Ben bu susuzluğu daha çocukken hissetmiştim, onun için de okurdum da okurdum. Ne klasikleri ne romanları ne de ansiklopedileri bırakmıştım. Ne çare ki yine susuzdum. Belki bir çare olur diye felsefe okumayı seçtim.
– Bari üniversitede aradığını buldun mu abi, yani nasıl diyeyim, susuzluğunu giderebildin mi?
– Bu öyle derin mevzu ki kardeş… Sana şunu söyleyeyim, hangi filozof hakikat budur dedi de bir diğeri ona karşı çıkmadı? Onun için felsefe deniz suyuna benzer, içtikçe sadece susuzluğun artar. Felsefe ile ancak aklını oyalayabilirsin ama gönlün hâlâ susuzdur. Tuhaf bir boşluk, bir karanlık içinde kıvranır durur. Benim susuzluğum şu soruya cevap bulamayışımdı; “Yaşadığım bu hayatın anlamı neydi? Niçin yaşıyordum ve ne yapmalıydım?”
İsmail abinin bu söyledikleri zaten bütün zamanların en büyük sorusu değil miydi? Bütün filozoflar, düşünürler hep bu sorunun cevabını aramamışlar mıydı? Her biri kendine göre bir cevap vermişti; bazıları emin, bazıları tereddütlü. Kimine göre erdemli yaşayıp mutlu olmak, “gölge etme başka iyilik istemem” diyerek zamanın hükümdarına kafa tutacak kadar basit bir hayatı tercih etmek... Kimine göre sürekli bilgi edinmek, kimine göre duyguları göz ardı edip sadece mantıklı olanı yaparak mutlu olmaktı hayatın anlamı. Bazıları ise sadece zevk için yaşamak gerektiğini öne sürdü. Sonra ideolojiler devreye girdi; birbirine düşman ama insanı edilgenleştiren, tüketen ideolojiler. Şimdilerde ise kuantum dinleri başladı; “şükret, dua et, hayırlısını iste”nin yerini “olumlu düşün, iyi düşün ve isteğini evrene yolla” tuhaflıkları...
Ben böyle kendimle konuşmaya dalmışken İsmail abinin;
– Ah, ölüm olmasa bunların cevabı ne kadar kolaydı! Önümde tek bir hakikat vardı; bir gün ölecektim. O zaman yaşamanın anlamı neydi, sözü ile kendime geldim.
– İsmail abi, felsefenin buna cevabı yok mu?
– Asıl mesele de bu ya! Herkes ölüme kadar ahkâm kesiyor da sonrasını konuşan yok. İçimden bir ses “bu kadar olmamalı” diyor, bir parçam sonsuzluğa akıyor. İşte benim susuzluğumun hiç bitmemesi bu yüzdendi.
– Senin gibi kitap kurdu bir insan herhalde dinleri de araştırmıştır. Buradan niye ilerlemedin? Her din ölüm sonrası için bir şeyler demiştir, Kur’an-ı Kerim ahiret tasvirleriyle dolu.
– Doğru diyorsun kardeşim, ama felsefe bir yaratıcının varlığını çoğunlukla inkâr etmez fakat peygamberlere de teslim olmaz. Onların gözünde peygamberler ötelerden haber getirdiğini söyleyen bilgeler ya da eski toplumların kâhini gibi. Ben de kendimce aynı kafadandım.
– Hayatın hep bu arayışla mı geçti İsmail abi?
– Evet ama ne çare hayat devam ediyordu. Derken üniversiteden mezun olmuş, öğretmenliğe başlamıştım. Özellikle taşrada öğretmenlik yapmak istiyordum. Tokat, Sivas, Hatay derken Mardin, öğretmenliğe son noktayı koyduğum ama hayatımın dönüm noktası olan şehir oldu.
İsmail abinin yüzü tebessümle aydınlanmıştı. Gözlerini geçmişe dikmiş o günleri yeniden yaşıyor gibiydi. Herkesin hayatında dönüm noktaları olur ama belli ki İsmail abi çok keskin bir virajı dönmüştü. Hikâyesinin burasında daha bir şevkle anlatmaya başladı:
– Bunalımımı bohem bir hayat yaşayarak bastırmaya çalışıyordum. Malum, küçük şehirlerde eşraftan kişilerle cemiyet hayatı yaşamak kolaydır. Hele benim gibi ağzın laf yapıyorsa aranan adam olursun. Bu arada alkol beni esir almıştı. Bir gün mahallenin yaşlı fırıncısı Adem amca, tam ekmek almış fırından çıkarken beni durdurdu:
– Dur hele İsmail Hoca, bir soluklan bakalım, nedir bu halin yahu? Bu gidişat iyi değil. Niye bu kadar saldın kendini evladım? Bakalım bir çaresine. Bu böyle gitmez, diye sitem etti. Sonra birden dedi ki:
– Bak bir kafile kalkıyor mahalleden, bir Allah dostu varmış, özellikle senin gibi alkolle başı dertte olanlar çok fayda görürmüş. Ne dersin, sen de katılsan kafileye, şu illetten kurtulsan...
Bir baba şefkati ile söyledikleri ok gibi kalbime saplanmıştı. Beni asıl meraklandıran “bir Allah dostu varmış” sözü.
– Nasıl yani Ahmet amca? Kim dost olmuş Allah’la, diyerek karşı çıksam da ertesi gün kendimi kafileyi götüren otobüsün içinde buldum.
Otobüs yol aldıkça gönlümdeki susuzluk bir tür acıya dönüşmüştü. Birbirlerini tanıdıkları, hatta çok sevdikleri her hallerinden belli bir otobüs dolusu insanın içinde iyice yalnızlaşmış, kabuğuma çekilmiştim. “Galiba yolun sonuna geldin İsmail” demeye başladım içimden.
Nihayet yol bitti. Bir köy meydanında durmuştuk. Herkes telaşla bavulunu, çantasını alıp bir yere doğru koşturuyordu. Bu arada ezan okunmaya başlamıştı, herkes alelacele camiye gitti. Ben yine yapayalnız! Hiç bu kadar garip hissetmemiştim kendimi. Halbuki hayatta kimsem yoktu ama buradaki yalnızlık başkaydı. Kendimle, yabancılığımla, düşüncelerimle, krizlerimle baş başa kalmıştım. İnsanlar camiden çıkmaya başlamış, Adem amcanın beni emanet ettiği genç bin bir özürle beni çay ocağına götürmüştü. İnsanlar hasır taburelere oturmuş sohbet ederken bir anda yanık bir ilahi çay ocağını doldurdu. Herkes başını öne eğmiş susuyordu. Taburesinde gençten biri gözlerini kapatmış, içinden geldiği gibi, öylesine, sponten söylüyordu. Sadece söylüyordu. Bu ses, bu tarz bana ne kadar yabancıydı! Ama ağlamaya başlamıştım. Bir taraftan da kendime hayret ediyordum. Bu neydi? Akşam ezanı okunmaya başlamıştı. Herkes camiye giderken bizim genç yanıma gelip çekingen bir edayla;
– İsmail abi, akşam namazından sonra... hani bahsettiğimiz Allah dostu zat var ya, tövbe verecek. Siz de gelecek misiniz, diye sordu.
– Tövbe mi? Neye tövbe edeceğim ki diye düşünürken bizim genç;
– İsterseniz size abdest alacağınız yeri göstereyim, deyince gayri ihtiyari peşine takıldım.
Peşine takıldım takılmasına ama abdest almayı bilmiyordum ki! Daha doğrusu Müslümanlık adına hiçbir ibadeti bilmiyordum. Delikanlı durumu anladı. Gayet nazik bir edayla;
– Abi isterseniz birlikte bir kelime-i şehadet getirelim, sonra da abdest alalım, dedi.
Kelime-i şehadet getirmiştim ki tekrar gözlerim doldu. Kendiliğinden. Hayatımda ilk defa sormamıştım, soramamıştım, teslim olmuştum.
– Zor muydu teslim olmak İsmail abi?
– Hayır, zor olmamıştı çünkü pes etmiştim artık. Tuhaf olanı ise teslim olmuştum ama daha özgür, daha huzurlu hissediyordum kendimi.
– Sonra neler oldu abi?
– Akşam namazı için yazlık cami denilen ağaçlı bir avluda saf tutulmuştu. Ne yapacağımı bilemez bir halde yanımdakileri taklit ederek akşam namazını kıldım. Ne içeride ne dışarıda, büyük bir şeyin eşiğinde gibi tuhaf duygularla eğildim, doğruldum, secdeye kapandım. Namaz bitti. Hayli uzun ve yavaş tesbih-dua faslından sonra herkes oturduğu yerde boynunu büktü, gözünü kapattı. Arada bir derin sessizliği yaran garip haykırışlar, iniltiler elinle dokunabileceğin kadar yoğun huzuru bozmuyordu. Görünmeyen bir çadırın içinde gibiydik. Ben sadece izliyordum, anlama çabasını bırakmıştım. Nihayet insanlar gözlerini açtılar. Aralarından birinin “tövbe almak isteyenler öne gelsin” seslenişiyle başka bir aşamaya geçildiğini anladım. İnsanlar hayli kontrollü bir acele ile sıraya girmişti. Ben olduğum yerden ona, bütün bu kalabalığın sebebi olana bakıyordum. Daha önce gördüğüm hiç kimseye benzemeyen ama hep görmüşüm gibi aşina yüzüne. Hiç bilinmeyen bir dünyadan gelmiş, büyük bir haber getirmiş gibi duran o yüze. İçimden mi geçti, duyuldu mu bilmiyorum, “ben tövbe etmek değil, aradığımı bulmak istiyorum” derken bir anda göz göze geliverdik. O an nasıl tarif edilir? Bir anda her şey silindi, sonsuz bir boşlukta, bir zamansızlık ve mekânsızlıkta sadece o ve ben vardık. Sol yanımı hissettim. Kalbimi, orada hiç bilmediğim bir şeyi... Kalbimle duyuyor, kalbimle düşünüyor, kalbimle konuşuyordum. Bütün vücudum bir tek kalpten ibaret... Ve o bakışlar kalbimle konuşuyor.
– Nasıl yani İsmail abi?
– Dinle ey biçare, diyor, yorulmadın mı kendini kandırmaktan? O kadar kitabı okudun da Allah’ın kitabından niye yüz çevirdin? O kadar ettin eyledin de neden Rabbi’nin huzurunda eğilmedin? Lafı olan herkesin söylediklerine itibar ettin de bir gün Peygamber ne haber getirmiş diye merak etmedin? Sen neyi arıyordun ki? Neyi bulacaktın!
Sahi ben neyi arıyordum? Bunca zaman neyin peşindeydim? Nasıl oldu bilmiyorum, kendimi onun önünde buldum. Elini tutmuştum. Ağlayan bir çocuğu kucaklar gibi, başını okşar gibi, yüzünde belli belirsiz bir tebessüm, “dediklerimi tekrar et sofi” dedi. Tekrar ettim. Dudaklarından dökülen her kelime ile Allah ne yakın! Allah var başka bir şey yok. Titriyordum. Elini bırakamamıştım, o da bırakmadı. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, “Nerelisin sofi?” diye sordu. Bu soruya hep bu cevabı veriyormuşum doğallığı ile “Bilmiyorum efendim.” deyiverdim. Bu kez daha belirgin bir tebessümle “O zaman buralı ol sofi...” dedi. Kendimi tutmayıp ağlasa mıydım? Sadece “Olur” diyebildim. Eliyle o sol yanımı, kalbimi sıvazlayarak; “Haydi Allah selamet versin.” dedi. Kalktım, sırtımı ona dönmeden, dönemeden yanından ayrıldım.
İsmail abinin gözleri yine dolmuştu. Boğuk bir sesle devam etti:
– İlk defa kendimi yalnız hissetmiyordum. İnsan ne kalabalıkmış meğer! Üstelik bir de memleketim olmuştu. Bir sofi yolun âdâp erkânını anlattı. Son cümleleri hâlâ aklımda. Dedi ki: “Şimdi size iman tohumları ekildi, sakın bunları kargalara kaptırmayın.” Emanet edildiğim delikanlının yardımıyla ve ben hep bunu bekliyormuşum, bunun için var olmuşum teslimiyetiyle o gece için söylenilenleri yaptım. Sabah güneş yepyeni, bambaşka, tertemiz bir dünyaya doğmuştu. Güneş gülüyordu, aldığım her nefes tarifsiz bir huzurla, serinlikle içimi dolduruyordu. Sorular yoktu, cevaplar yoktu. Yaşamak vardı, bir tek yaşamak. Mutluluk bu olmalıydı.
– Yeni hayatını kolay kabullenebildin mi İsmail abi?
– Zorlanmak bir yana, içimdeki coşku, haz, muhabbet beni koşturuyordu adeta. Büyük bir şevkle bilmediklerimi öğrendim. İnanır mısın, namaz vakitlerini heyecanla bekliyordum. Fakat eski dostlarım, arkadaşlarım bu halimi kabullenemedi. Bazıları delirdiğimi bile düşündü. Ama fırıncı öyle sevindi ki kendi evladı kurtulmuş gibi fakir fukaraya sadaka ekmek dağıttı. Bir gün bana dedi ki: “Evlat git buralardan. Küçük yerin büyük fitnesi olur. Bülbüle güllük, kargaya küllük yaraşır. Bu senin eski dostların karga gibi seni gagalayacaklar.” Hayretler içinde kalmıştım. Köydeki sofi de aman kargalara dikkat, dememiş miydi! Sonra İstanbul...
İşte kardeşim, merak ettiğin hayatım bundan ibaret.