Aramak

Fethin Ruhu ve Muhtevası

Cenab-ı Mevlâ müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyuruyor:

“Allah katında din, şüphesiz İslâm’dır.” (Âl-i İmrân 19)

Bu ayet-i kerime bize hiç tartışmasız, şeksiz ve şüphesiz, doğru yolun, hak yolun İslâm olduğunu ihtar ve ihbar ediyor. Dünya ve ahirete dair ümitlerimizin, emellerimizin tahakkuku için tek müstakim yolu haber veriyor. Bu ilâhî haber, bizim zâhir ve bâtın tavrımızı, niyet ve istikametimizi tayin eden bir rehberdir.

Bu şüphe ve tereddütler çağında biz müminler olarak bu hakikate inanır, Cenab-ı Hak katındaki tek muteber dinin itikadına, amelî ve ahlâkî yönüne sımsıkı sarılırız. Ancak bu şekilde dünya huzuruna, ahiret saadetine kavuşacağımızı biliriz. Bu bizim kendimize, mümin kardeşlerimize ve bütün insanlığa karşı vazifemizdir.

İslâm’ın tek hakiki yol ve mahzâ hakikat oluşu, biz müminlere bu hakikati bütün yeryüzüne, insanlığa ulaştırma vazifesini de yükler. Bu vazifenin adı bizzat Müberra Kitabımız’da zikredilir: “Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehyi ani’l-münker.” Yani “Cenab-ı Hakk’ın bildirdiği, Rasul-i Zîşan sallallahu aleyhi vesellemin öğrettiği ve örneklediği doğrulara yönlendirmek, yasakladıkları yanlışlardan alıkoymak...”

Kendi beden ülkemizden, evimiz ocağımızdan bütün yeryüzü sathına kadar bu vazife şuuruyla icra ettiğimiz bütün çaba ve gayretlerin ortak adı “îlâ-yı kelimetullah”dır. Yani Allah Tealâ’nın muradını, mesajını hâkim kılmak ve yüceltmek… İslâm’ın öğrenilmesinden öğretilmesine, fetihlerle yayılmasından saldırı ve tacizlere karşı savunulmasına, ilmî eserlerle gelecek nesillere aktarılmasından iletişim vasıtaları üzerinden bütün insanlığa ulaştırma gayretine kadar, usulüne uygun her türlü faaliyet, îlâ-yı kelimetullah sayılır.

Biz müminler, yardıma muhtaç ve mazlum, aç ve susuz insanlara yardım ettiğimiz gibi, en büyük açlık olan imansızlık ve cehalete karşı da tebliğ ile yardım elimizi uzatırız. Bu yüzden on dört küsur asırlık tarihimiz Hakk’a ve hayra hizmet tarihidir. Fetihlerimiz îlâ-yı kelimetullah vazifesinin ifasından başka bir şey değildir. İçimizdeki ve dışımızdaki nâdânların fethi işgal ve sömürü ile karıştırmalarının sebebi bu hakikate yabancı olmalarından kaynaklanır.

Fetih, bir beldeyi veya bölgeyi sırf iktidar ve kaynaklarına el koyma sâikiyle ele geçirmek, yani kapatmak değildir. Fetih, kelimenin manasında olduğu gibi açmaktır. İlâhî hakikate, huzur ve sükûna açmak… Bunun zıddını öne sürüp fetihlerimizi işgal olarak görenler Kudüs’ün bizim emnü emânımızdaki hali ile sonrasına bakmalılar. Üç dinin mukaddesi olan bu mübarek şehir bizim fethimizde müslim-gayrimüslim herkes için barış ve huzur beldesi iken, sonrasında kan ve gözyaşının hiç eksik olmadığı bir kriz merkezi haline geliverdi. Sadece Kudüs tarihi, tek başına tek hak yolun İslâm olduğunu bütün insanlığa haykırır. Fethin hakikatini ve mahiyetini anlatır.

Fethin mana ve muhtevasında odak noktası insanların kalbidir. Bu yüzden kıtalden önce iman ya da eman verme teklif edilir. Sonrasında ise sadece hakikatle tanıştırma vardır. Hiç kimse inancı, mukaddesatı, ismi, örf adeti hususunda zorlanmaz. İslâm’ın hak ve hakikat oluşu yaşanarak, örneklenerek gösterilir. Bu yüzden Balkanlar’da olduğu gibi bizim terk ettiğimiz memleketler derhal ve kolayca kendilerince devlet olabilmiş, kültürlerini muhafaza edebilmişlerdir. Fethin bu özelliği bizim bir tercihimiz değil, Kur’an-ı Kerim’in ve Fahr-i Kâinat Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin bize kazandırdığı ahlâktır.

Bu ahlâk sayesinde Mücellâ Dinimiz nereye ulaşmışsa o topraklar, din, dil ve mezheplerin korunduğu bir sığınak olmuştur. Bugünkü sömürgen Batı ahlâkı ile aklı karışanlar, müslümanların yaşlıları, çocukları, kadınları, kendileriyle savaşmayanları koruma altında tutan; yeşili, toprağı, suyu, mabetleri tahrip etmekten imtina eden cihad ahlâkını anlayamazlar.

Son birkaç asırdır, bazı yerli ve yabancı oryantalist yazarların İslâm fetihlerinin insanları kılıç gücüyle din değiştirmeye zorlama maksadını taşıdığını iddia etmesi, tarihî hakikatleri ters yüz etmekten başka bir şey değildir. Tekrar altını çizelim; müslümanların idaresi altındaki küçücük topluluklar bile günümüze kadar ırkını, dilini ve dinini muhafaza etmişlerdir. Oysa sadece yarım asır Batı’nın sömürgeci idareleri altına giren ülkelerde hem büyük katliamlar yapılmış hem de yerel inanç ve kültürler tahrip edilmiştir. Bu imha ve tahrip hiç hız kesmeden devam etmektedir.

Sahabe ve Tabiîn devrindeki fetihlerin kısa bir zamanda üç kıtaya ulaşması ve insanların kitleler halinde İslâm’la şereflenmesi fethin bu anlatmaya çalıştığımız hakikatiyle alakalıdır. Uzak okyanuslar içinde adalardan oluşan Malezya ve Endonezya’nın asker eliyle değil, müslüman tüccarlar vesilesi ile hidayet bulması, yani fetholunması üzerinde düşünmek ve ders almak gerekir. Bu fetih, Cenab-ı Mevlâ’nın Nasr suresinde Fahr-i Kainât Efendimiz sallallahu aleyhi ve selleme müjdesinin tezahüründen ibarettir. O müjde mealen şöyledir:

“Allah’ın yardımı ve zafer günü gelip, insanların Allah’ın dinine akın akın girdiklerini görünce, Rabbini överek tesbih et. O’ndan bağışlama dile, çünkü O, tevbeleri daima kabul edendir.”

Az iken çok büyük ordulara, zayıf görünürken devrin en kuvvetlilerine, bir avuç mübelliğ ile en uzak coğrafyalara İslâm’ı gâlip gelen müminlerin ilâ-yı kelimetullah yolundaki rehberleri şu ayet-i kerimelerdeki ilâhî müjdedir:

“Gevşemeyin, üzülmeyin. İnanmışsanız mutlaka siz en üstünsünüzdür.” (Âl-i İmrân 139)

“Bütün dinlerden üstün kılmak üzere Peygamberi’ni, doğruluk rehberi Kur’an ve hak din ile gönderen O’dur. Şahit olarak Allah yeter.” (Fetih 28)

“Muhammed Allah’ın elçisidir. Onun beraberinde bulunanlar, inkârcılara karşı sert, birbirlerine merhametlidirler. Onları rükûa varırken, secde ederken, Allah’tan lütuf ve hoşnutluk dilerken görürsün. Onlar yüzlerindeki secde izi ile tanınırlar. İşte bu, onların Tevrat’ta anlatılan vasıflarıdır. İncil’de de şöyle vasıflandırılmışlardı: Filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ekincilerin hoşuna giden ekin gibidirler. Allah böylece bunları çoğaltıp kuvvetlendirmekle inkârcıları öfkelendirir. Allah, inanıp yararlı işler işleyenlere, bağışlama ve büyük ecir vadetmiştir.” (Fetih 29)

Sözü, “ne güzel komutan, ne güzel ordu” nebevî müjdesine mazhar olmuşların yadigârı Ayasofya Camii’nin aslına rücû edişini tebrik ile bitirelim. Cenab-ı Mevlâ bizi dini üzere sebat ile izzetli kılsın. Îlâ-yı kelimetullah ile şereflendirsin, zilletten uzak eylesin. Tevfik ve inayeti ile…

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy