Aramak

Gerçek ile Hakikat Arasında

“Gerçeklik”, yaşanmış veya yaşanmakta olan, müşahede edilen, vuku bulan yahut zuhura gelendir. Şartlara, imkânlara, hâkim zihniyete bağlı olarak değişir. Dün lüzumlu, faydalı ve doğru bulunan, bugün lüzumsuz, faydasız ve yanlış bulunabilir. Her toplumun, her devrin gerçeği farklı olabilir.

Cenâb-ı Mevlâmız, Ankebût suresinin ikinci ayetinde mealen, “İnsanlar imtihandan geçirilmeden, (sadece) ‘iman ettik’ demekle bırakılıvereceklerini mi sandılar!” buyurur. Ayet-i kerimenin meallerde “imtihandan geçirilmek” veya “sınanmak” diye karşılanan kelimesi, “fitne” kökünden bir fiil. Fitne, aslında bir kuyumculuk terimi. “Ham haldeki altının cürufatından ayrılması için bir potada ateşe tutulması” demek. Yani iman ikrarımızda ne kadar sâdık ve samimi olduğumuz, dünyanın türlü sıkıntıları karşısındaki tutumumuzla ortaya çıkıyor. İman iddiası ispat istiyor çünkü. Ol sebepten mümin için dünya mihnet yurdudur, imtihan dünyasıdır.

Fakat dünya imtihanımız sadece sıkıntı, eziyet, zorluk, zahmet veya meşakkat anlamına mihnetlerle sınanmaktan ibaret değildir. Bazen gerçek ile hakikat arasındaki tercihimizle de imtihan ediliriz. Zira birbirinin yerine kullansak da “gerçek” ile “hakikat” her zaman aynı şeyi karşılamaz. Hatta bunlar çoğunlukla birbiriyle çelişen iki duruma delalet eder.

Meselenin bu tarafını, gerçek ile hakikat arasındaki mümin tavrının nasıl olması gerektiğine dair Asr-ı Saadet’ten bir örneği hatırladıktan sonra ele alalım.

Görüntü çoğu zaman aldatıcıdır

Bi’setin yedinci yılında Mecûsî Sâsânîlerin Hıristiyan Bizanslıları yendiği haberi ulaşır Mekke’ye. O devrin en büyük, en güçlü bu iki devleti arasındaki savaş üç yıl sürmüş, Bizans, Sâsânîler karşısında ağır bir mağlubiyete uğramıştır. Mekkeli müşrikler bu habere çok sevinirler. Putperest Mecûsîlerin kitap ehli Rumlara yaşattığı hezimeti, kendilerinin de müslümanlara yaşatacaklarına işaret saymışlardır. Karşılaştıkları her ortamda, “Sizin de sonunuz böyle olacak!” diyerek inananları tehdide koyulurlar. Bu minval üzere müminlerin kalplerine karamsarlık ve korku salmaya çalışmaktadırlar.

Dönem, zaten müslümanların bunaldığı zor zamanlardır. Müşriklerin Efendimiz sallallahu aleyhi vesselleme ve O’nun davetine tâbi olanlara yönelik baskı ve zulümleri giderek artmıştır. Bir müddet önce ilkinden daha kalabalık ikinci bir müslüman kafilesi Habeşistan’a hicret etmiştir. Geride kalanlar sosyal ve ekonomik boykotla toplumdan dışlanmış, açlık tehlikesiyle karşı karşıya bırakılmışlardır. Şimdi bir de putperestlerin üstünlüğüne yorumlanan bir “gerçek”e dayalı tehditlere maruz kalmaktadırlar.

İşte böyle bir demde Rum suresinin ilk yedi ayeti nâzil olur. Ayet-i kerimelerde Rumların üç ilâ dokuz yıl arasındaki bir zamanda Mecûsî İranlıları yeneceği haber verilmektedir. Haber verilmektedir verilmesine de mevcut durum bunun imkânsız olduğunu düşündüren bir görüntü sergilemektedir. Bizanslıların uğradığı mağlubiyet öyle böyle değildir çünkü. Devlet düzeni bozulmuş, orduları neredeyse tamamen kılıçtan geçirilmiş, ülkeleri baştanbaşa talan edilerek yakılıp yıkılmıştır. Ahali yokluk, açlık ve sefalet içinde perişan haldedir. Sâsânîler yer götürmez ganimetlerle daha da zenginleşip güçlenmişlerdir üstelik. Bizans’ın, değil üç ilâ dokuz yıl arasındaki bir zamanda, belki yüz yılda bile toparlanması mümkün görünmemektedir.

Sahabe-i Kiram bu gerçeğe değil, Kur’an’da bildirilen “hakikat”e râm olup teselli bulur. Hatta Hz. Ebubekir radiyallahu anh ile müşriklerden Übey b. Halef’in bu hususta bahse tutuşmaları meşhurdur. Hz. Ebubekir radiyallahu anh, zâhirdeki şartlara rağmen ayette haber verilen hakikatin tecelli edeceğine tereddütsüz inanmışken, Übey gerçekçi davranarak bunun imkânsızlığına hükmetmiştir.

Müslümanlara ümit ve moral aşılayan Rum suresinin başındaki bu haber belirtilen zaman içinde elbette tahakkuk eder. Bizans, İranlılar karşısında Sâsânî hanedanının sonunu da getirecek büyük bir zafer kazanır.

Realiteye mi tâbiyiz hakikate mi?

Bu örnekten de anlaşılacağı üzere “hakikat” derken nassı, “gerçek” derken halihazırdaki fiilî durumu kastediyoruz. Bir müslüman için hakikat, “Allah ve Rasulü’nün bildirdikleri” anlamına gelir. Kur’an ve Sünnet’e ittiba, hakikate ittibadır. Mutlak doğruları, değişmeyen sabit ölçüleri ifade eder hakikat. Yaşansa da yaşanmasa da böyledir.

Realite anlamında kullandığımız “gerçeklik” ise yaşanmış veya yaşanmakta olan, müşahede edilen, vuku bulan yahut zuhura gelendir. Şartlara, imkânlara, hâkim zihniyete bağlı olarak değişir. Dün lüzumlu, faydalı ve doğru bulunan, bugün lüzumsuz, faydasız ve yanlış bulunabilir. Her toplumun, her devrin gerçeği farklı olabilir bu yüzden. Daha önemlisi, değişmeye ve farklılaşmaya yol açan sebeplerle ortaya çıkan gerçeklik, hakikatin rağmına bir mahiyet arz edebilir. Hatta yaşanan gerçeklikle hakikat arasındaki çatışma, gerçeğin zincirleme yanlışlarla katmerlenip müzminleşmesi halinde akılla nakil arasındaki çatışmaya dönüşür.

İman iddiasında bulunanlar böyle bir durumda tavır belirlerken hakikati mi yoksa realiteyi mi esas alacaklardır? Sorunun teorideki cevabı hakikattir ama maalesef uygulamada çoğunlukla realiteye teslim olunmaktadır. Bu teslimiyeti meşrulaştırmak için bağlamından koparılmış klişe sözler kullanılır. “Zaman sana uymuyorsa sen zamana uymalısın” denir meselâ. “Dinimiz akıl dinidir” denilir. “Gerçekçi olmak” bir marifetmiş gibi telkin edilir. Yetmezse, murad-ı ilâhînin hilafına bir yorumla “Dinde zorlama yoktur” ayet-i kerimesine sığınılır. Kendilerine modernist veya tarihselci denilen ilahiyat taifesinin yaptığı üzere “zamanenin anlayışı” sabite katına yükseltilir. Bu anlayışı meşrulaştırmak için nas dönüştürülür. Dönüştürülemiyorsa eğer nassın / hakikatin terki yahut inkârı yoluna bile gidilebilir!

Bir de hakikate mugayir, maruz kalınan bir gerçekliğe tâbi olmayı mazeret veya makuliyet kapsamında meşrulaştırmaya çalışan yaklaşımlar var. Bunların bir kısmı, kaçınılmazlığına dair bütün gerekçelerine rağmen faiz konusunda olduğu gibi tamamen dünyalık kaygı ve beklentilerle alakalı. Ne kadar mazur gösterilmeye çalışılırsa çalışılsın, neticede dünyanın ahirete tercihi anlamına geliyor. Bir kısmı, miras taksimine riayetsizlikte görüldüğü gibi, silsile halinde birbirini doğurarak toplumun ahengini bozan yanlışların makul gösterdiği sapmalardan ibaret. Rasyonel yani gerçekçi akıl, gelinen noktadan geriye dönüşü “reel” görmediği için, Kur’an-ı Kerim’in miras taksimini makul bulmuyor. Bu dahi makul sanılanın Allah Tealâ katında makbul olana tercih edildiği anlamına geliyor.

İnsanların bilmediği

Daha da çoğaltabilecek benzer örneklerde, realiteye teslim olarak hakikatten kaçınmanın arkasında çoğunlukla dünyevî bir problemi çözme maksadı var. Ancak zaruri veya makul olduğu zannıyla başvurulan bu tür çözümler derde deva olmadığı gibi, başka sıkıntıların doğmasına da yol açıyor. Çünkü İslâm, hayatın her alanına, her ânına müdahil olan bir din. Mükellefiyetlerimizin tamamı bir bütün halinde rıza-yı ilâhîye uygun, sağlıklı bir hayat modeli sunuyor bize. Dolayısıyla böyle bir bütünlük içinde dinimizin bize yüklediği herhangi bir vazife ve sorumluluğun ihmali yahut terki, sadece o vazife ve sorumluluğun ihmali yahut terki anlamına gelmiyor. Ahenk bozuluyor, hayatın diğer alanlarında da arızalar çıkıyor. Her seferinde de Hz. Ali radiyallahu anhın, “İnsanların dünya işlerini yoluna koymak maksadıyla dinlerinden terk ettikleri her husus için, Allah Tealâ onların başına, düzeltmek istedikleri o işten daha zararlısını getirir.” sözünün tecellisiyle karşılaşıyoruz.

Halbuki dünya işlerini yoluna koymak için de hakikate ittiba ile ulaşılacak çözümler vardır. Mesela Kur’an-ı Kerim’de mealen, “Kim Allah’a (karşı gelmekten) sakınırsa (sıkıntılı hallerinde) Allah ona bir çıkış (yolu) ihsan eder ve onu ummadığı yerden rızıklandırır.” (Talak 2-3) buyurulmaktadır. Pek çok ayet-i kerimede kâmil bir imanla zorluklara sabretmek, Rabbimiz’in razı olmayacağı fiillerden kaçınmak, sâlih amel işlemek ve dinini yaşayıp korumada sebat göstermek kaydıyla ilâhî yardıma mazhar olacağımız haber verilir. Çünkü “Allah Tealâ iman edenlerin velîsi”, yani dostu ve yardımcısıdır. “Onları karanlıktan aydınlığa çıkarır.” (Bakara 257). Aleyhte gibi görünen bütün şartlara rağmen samimi ve sâdık müminleri “korkularından kurtarıp emniyete kavuşturacağını ve yeryüzüne hâkim kılacağını” (Nur 55) vaadeylemiştir.

Rum suresinin gerçek ile hakikat arasındaki mümin tavrını örneklemek üzere aktardığımız olayla ilgili ilk bölümü mealen şu hüküm ve tespitle tamamlanır: “Allah vaadinden dönmez. Fakat insanların çoğu (bu hakikati) bilmezler.” (Rum 6). Takip eden ayetin başında ise bu bilmeme hali, sadece “dünya hayatının zâhiri”ni bilmeye/esas almaya bağlanmış gibidir ki bizim “gerçeklik” dediğimiz de budur.

Sözün özü şu: Dünya ve ahiret saadetimiz için o “bilmezler” zümresine dâhil olmaktan sakınıp, her halükârda hakikate râm olmamız gerekiyor.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy