Bir ramazan bayramımızı daha idrak ettik, hep birlikte kutladık. Allah katında günahlarımızın bağışlanmış olmasını, sevap hanemizin artmış olmasını ümid ederiz.
Acaba ekonomik ve toplumsal açıdan bakıldığında, bayram kimler için ne ifade etti? Hane reisleri için masraf, hanımlar için bayram temizliği ve ikram tatlıları hazırlama telaşı, çocuklar için şeker ve para...
Peki bu bayram yaşlılar için ne anlama geldi acaba? Bu onları gerçekten sevindirdi mi? Aylar sonra, en başta kendi evlâtları tarafından hatırlanmanın ve aranmanın mutluluğunu gerçekten yaşadılar mı?
Yoksa yine bazı meşhurlarımızın kameralar eşliğinde huzurevlerini ziyaret edip, kendilerini öven nutuklarını izleyip tatmin mi bulduk? Gerçekten de zavallı yaşlıların traşlarıyla, kılıklarıyla uğraşarak oluşturulan bu sahta eğlence ortamında eğlenen kim, mutlu olan kim?
Evet, yaşadığımız şu değişim fırtınası elimizdeki nice manevi değerlerimizi bir bir söküp atıyor. Artık küçük kasabalarımıza dahi huzurevlerinin temelleri atılıyor. Yaşlı bakım yurtları açılıyor. Aile yapımızdaki değişme bunu zorunlu kılıyor. Elimizi vicdanımıza koyup düşünelim: Huzurevlerinin bu denli acil ihtiyaç haline gelmesi ve günden güne çoğalmasıyla müslüman bir toplum olarak övünelim mi, dövünelim mi?
Biz mi Değiştik, Büyüklerimiz mi?
O yaşlılar bize canlarından can kattılar. Okutabilmek, iş sahibi yapabilmek için ceketlerini satmayı dahi göze aldılar. Kendi sahip olamadıkları pek çok eşyayı çocuklarına çeyiz olarak aldılar. Yemeyip yedirdiler, giymeyip giydirdiler. Hani küçükken “onlara bir şey olursa” diye içimiz titrer, uykularımızdan ağlayarak uyanırdık. Yollarına koşardık, yollarda karşılardık. Onlar için okuldan kaçanlarımız bile olurdu. Hele de dedelerimizin, ninelerimizin şefkatini, övgüsünü, sevgisini nasıl da önemserdik. Onların sıcacık evlerinde kalabilmek için uyuyup kalmış numarası yapar, kardeşlerimizle yarışırdık. Onların hizmetlerini görmekten, yardım etmekten gurur ve mutluluk duyardık. Bizleri dizlerinin dibine oturtup sabırla sureleri ezberlettiren, masallarla gönlümüzü hoş eyleyen onlar değiller miydi? Ya şimdi... Bize ne oluyor? Hangi yaşlıyla karşılaşsam, bir dokun bin ah işit. zengin ya da fakir; kentli ya da köylü, sıradan vatandaş ya da sosyeteden, toplumun tüm kesimlerinde yaşlılık kanayan bir yara gibi. “Allahım!” diyorlar; “yatırıp kapılara baktırma! Kim gelecek de bana bir yudum su verecek diye yolları gözettirme! Üç gün yatak, dördüncü gün toprak... İmanla göçmek nasib et Ya Rab!” diye dua ediyorlar.Evladın Yerini Ne Tutar?
Yaşlılarımızın çoğu öyle bir çöküntü içerisindeler ki, yalnızlık acısı ölümü aratır olmuş. Para-pul, mal-mülk evladın yerini tutmuyor, özlemlerini dindirmiyor. Onlar bu muameleyi hak edecek hangi kusuru işlediler? Kusurları olsa bile, yaşlarının hürmetine affedilemezler mi? Oysa yaşlılık da çocukluk gibi özel bir dönemdir. Onların deyimiyle, yaşlılık sonu olmayan karlı bir kıştır. Yaşın ilerlemesiyle yıpranan bünye zayıf düşer. Hastalıklar bir bir gelir ve kalıcı olurlar. Yaşlı insanın ilgi odağı artık kendi bedeni, hastalıkları olur. Gelene gidene sağlığından bahseder. En güzel, en sevilen yiyeceklerden perhiz etmesi gerekebilir. Tuzsuz-şekersiz diyetlerle hayatın tadı-tuzu kalmaz. Eller, dizler titremeye başlar. Ağrılardan uyuyamaz olurlar. Yaşlılıkla birlikte beyin de artık eskisi gibi değildir. Hafıza kayıpları görülür. Dıştan-içe, yani yakın geçmişten uzak geçmişe doğru olaylar ve kişiler bir bir unutulur. Çok yaşlı bir insan bir-iki saat öncesini, hatta az önce ne söylediğini hatırlamakta zorlanır. Oysa çocukluğunu, gençliğini defalarca en ince ayrıntılarına kadar size anlatabilirler. Cevap almış olmasına rağmen aynı soruyu sık sık tekrar sorabilirler. Yaşlıların beynindeki bu değişimi bilmeyenler onların numara yaptığını zanneder. “Yetmiş sene öncesini hatırlıyor da, yedi gün öncesini nasıl hatırlamaz?” derler. Kulaklar duymaz olur, gözler görmez olur. Yani çocuklaşırlar. Sevgi ve ilgi beklerler, hassaslaşırlar. Yaşlıların bu durumu kınanılacak değil, kaçınılmaz bir psikolojik değişimdir. Benliklerine işe yaramazlık, işi bitmişlik duygusu hakim olur. Zaten çevresi de hep onlardan köşesine cekilmesini, suya sabuna dokunmamasını ister. O bilge, tuttuğunu koparan kişiler hiçbir şeyden anlamaz yerine konur. Oysa onlar kendi kendine yetebilmekten, başkalarının işine yaramaktan, ellerinden geldiğince yardımcı olmaktan mutlu olurlar. Lâkin kapılarını bir çalan olsa!.. Ciğerpare evlatları neredeler?Kendi Evinde Sığıntı Yaşamak
Bir arabacıdan dinlemiştim: Bir kasabada bir müşterisi arabayı kiralar, evine çağırır. Annesini, yanında çamaşır bohçasıyla birlikte at arabasına bindirir ve arabacının eline adresini tutuşturarak diğer kardeşinin evine gönderir. Yaşlı kadıncağızın hali-vakti yerinde, evli-barklı dört evladı vardır. Gittiği adresteki evladı müsait olmadığını, kendisinin ancak bir ay sonra annesine bakabileceğini söyleyerek diğer kardeşine gönderir. O da bir bahane bularak diğer kardeşine gönderir. Ama sonuç hüsrandır, o da kabul etmez. Arabacı yaşlı teyzeyi tekrar ilk teslim aldığı evladının kapısının önüne indirir. Sonuç ne oldu Allah bilir... Toplum geneline bakıldığında aslında henüz vicdanımız tamamen ölmüş de değildir. Şükürler olsun ki yaşlı ana-babasını evinde barındıranlar çoğunlukta. İyi ya da kötü, kimi emekli aylığından yararlanabilmek için, kimi mirasından daha fazla pay alabilmek için, kimi elden-günden utandığı için, kimi de Allah’tan korktuğu için... Evinin bodrumunda yerayıran, bahçesinde bir göz oda yapan veya evinde bir oda ayıranlarımız da var. Ama onlar rahat ve huzurlu olamıyorlar. Çünkü alışageldikleri hayat tarzından feragat etmeleri zor, değişebilmeleri imkansız. Bunca yıl ailenin vazgeçilmez bir üyesi olarak yaşamışken, şimdi bir sığıntı gibi vakit geçirmeye mahkum olmaları gerçekten çok acı. Sabah 6’da yemeğini yemeye alışmışsa, torunların uyanması 9 10’u bulur ve saat 11’e kadar kahvaltı bekleyebilir. Kendisi hazırlamayı beceremez, belki de çekinir. Yazık ki döküp saçmaması için yalnız başına (afedersiniz kedi-köpek gibi) ayrı yemek konulduğu da olur. Misafirle birlikte oturması istenmez, gençler onların varlığından tedirgin olur, sıkılır. Erkenden uyumak ister, gürültüden uyuyamaz. Zaten uyuyacağı 4-5 saatlik uykudur. Yaşlıların günlük uyku ihtiyacı o kadardır. Gece yarısı uyanır, sabah olmak bilmez. Kalkıp otursa, ortalıkta dolansa tıkırtı olur, diğerleri uyanır. Yatakta dön oraya, dön buraya... Böyle bir hayat.Boş Kırgınlıklar
Toplumumuzda bir de klasik kaynana sorunu vardır ki içler acısıdır. Geleneksel olarak erkek evladına düşkün bir toplumuz. Oğullar evlendiğinde anneler oğlunu başkasına kaptırmış gibi psikolojik rahatsızlıklar yaşarlar. Sanki eve kuma gelmiş gibi hissedebilirler. Zannedildiği gibi kültür farkı ve benzeri konular esas çatışma kaynağı değildir. Teyze-amca çocukları evlense dahi, kaynana meselesi yine ortaya çıkar. Kızlar evlendiğinde ise damatlar çok sevilir, özel ilgi gösterilir. Kayınvalideler arası sorunlar, daha açıkcası kıskınçlıklar ortaya çıkabilir. Bu durumda gelinler de bir gün kaynana olacaklarını çoğunlukla unutur! Sonuçta incir çekirdeğini doldurmayan sebeplerden küskünlükler, kırgınlıklar oluşur. Oğullar ya da kocalar iki arada bir derede kalır. Bu çatışmalar çocuklara da aktarılıyor olmalı ki, onlar da ninelerini dedelerini pek sevemiyorlar! Belki de pek az şey paylaştıkları, birlikte yeterli vakit geçiremedikleri için. Durum genellikle gelinin zaferiyle sonuçlanır. Erkekler geçiminden olmamak için annelerini geri plana iterler. Tabii ki yaşlıların da hatalı tutumları vardır. Mesela evlatlıktan reddedecek kadar katılaşabilirler. İyi ki bayramlar var!.. Kaynana-gelin çatışması yaşamayan birine rastlamadım desem yalan olur. En çok itham edildikleri konu ise evlatları arasında ayırım yaptıkları suçlamasıdır. Oysa onlar ne yaptığının farkında bile değildir veya çok azı bu ayrımı bilinçli olarak yapar. Bu durumda şefkat sorumluluğu yine bizim üzerimizdedir. Tatlı dilli, hoş gönüllü büyüklere karşı iyi davranmak zaten iş değil. İyi evlatlık böyle durumlarda ortaya çıkar.Anne-Baba Her Zaman Baştacı
Tekrar yaşlılarımıza karşı yanlış tutumlarımıza dönelim: Evimizin salonunu en güzel eşyalarla donatırız ama anne-babamızın burada kalmasına gönlümüz razı olmaz. Sanki onlar o eşyalardan da, gelecek misafirlerden de daha değersizler!.. Tüm bunlarla beraber, hâlâ anne-babasını evinin baş köşesinde baş tacı edenler varsa, esas öpülesi eller onlarındır. Ana-baba hakkının dinimizdeki önemi hakkında çok şey biliyoruz. Ama neden uygulayamıyoruz? İmam-ı Gazzali Rh.A., “Ölüm ve Ötesi” adlı kitabında şöyle bir kıssa anlatır: Bir adam ölür mahşerde hesabı görülürken günahları ve sevapları eşit gelir. Cennete mi yoksa cehenneme mi gideceğine uzun süre karar verilemez. Sonra arştan bir kağıt atılır ve bir yaprak gibi uça uça inerek terazinin günahlar hanesine konar. Adam merakla kağıda bakar. Üzerinde sadece “öff!” yazılıdır. Adam hayatında annesine bir kerecik “öff” diyerek şikayetlenmiş ve işte o da mizanına konmuştur. Bir küçük halk hikayesinde ise şöyle anlatılır: Adamın biri yaşlı babasına bakmaktan bıkar. Onu sırtına alır ve dağa çıkarır. Sonra kaza süsü vererek bir uçurumdan aşağıya bırakıverir. Yıllar geçer, genç adam evlat-ıyal sahibi olur. O da yaşlanır. Oğlunun evinde kalmaktadır. Oğlu bir gün “baba canın sıkılıyordur, gel seni biraz gezdireyim” diyerek babasını sırtına alır. Dağın yolunu tutar. Bir müddet sonra yaşlı adam gitmekte oldukları uçurumlu yolu hatırlar. Oğluna şöyle der: “Daha fazla gitme oğlum, beni sırtında taşıyıp boşuna yorulma!.. Ben babamı buracaktın aşağıya atmıştım. Sen de buradan aşağıya atıver!.. İşte bizim kültürümüzde bu türden hikayelerle anne-baba hakkı vicdanımızın derinliklerine işleniyordu. Şimdilerde ise televizyonda dedeye adıyla hitap edilen yabancı filmlerden yeni bir hayat tarzı kurmaya çalışıyoruz. Demiştik ya! Bu bir değişim fırtınası. İyiliklere, güzelliklere yüzümüzü dönerek baş edebileceğimiz, hayatımızı savrulmaktan koruyabileceğimiz bir fırtına. Şükürler olsun ki, tutunmak isteyenler için sağlam dal her zaman mevcut.