Ramazan ayını henüz geride bıraktığımız, 'yeni' bir yıla daha girdiğimiz ve hac aylarına doğru hızla yaklaştığımız şu günlerde, İslâm’ın bize sunduğu vakit ve zaman kavramlarını yeniden hatırlamaya ne dersiniz?Zaman kavramı insan hayatının en önemli unsurlarından biridir. Hem bireysel hem de toplumsal düzeyde yaptığımız hiç bir eylemi zamandan bağımsız düşünemeyiz. Zaman unsurunu hesaba katmayan hiç bir plân başarıya ulaşamaz. Bu yüzden gelecek hakkında sürekli plânlar yaparız. Üstelik bu hesap ve kitabı, geleceğin varlığını faraza kabul ederek yaparız. Çünkü geleceğin de bir gün geleceğini tecrübî olarak isbat etmemiz hiç bir zaman mümkün değildir. Bu gerçeğe rağmen bugün, yarın, önümüzdeki hafta, gelecek ay ve yıl ne yapacağımız konusunda bilinçli ya da bilinçsiz bir fikre sahip olmak, insanın fitrî bir özelliğidir. Zira fani varlıklar olarak yaratılan biz insanlar, her aldığımız nefeste sona doğru yaklaştığımızı yakinen biliriz. Bu nazari bilginin somut bir bilinç haline dönüşmesini temin etmek için İslâm, zamanı içi boşaltılmış dünyevî (profan) bir olgu olarak görmez. Bilakis zaman, her anı teyakkuz hali içerisinde yaşanması gereken bir gerçekliktir. Herşeyden önce zaman, bize verilmiş bir emanettir ve kıymeti, Hz. Peygamber A.S. Efendimiz’in bir hadisinde buyurduğu gibi, ancak yitirildiği zaman kavranır. İkinci olarak, zaman geçmişten geleceğe uzanan bir varlık boyutunu ifade etse de, bizim için asıl olan içinde bulunduğumuz andır. Geçmiş ya da mazi, tanımı gereği geri çevrilemez bir hakikattir. Gelecek ise, az önce de işaret ettiğimiz gibi, varlığını ancak nazari olarak kabul ettiğimiz bir şeydir. Bir başka ifadeyle, güneşin yarın tekrar doğacağının, baharın tekrar geleceğinin, yaprakların yeniden döküleceğinin elimizde hiç bir delili yok. Fakat biz gündelik yaşantımızı idame ettirebilmek için, yarının en az dün kadar somut olduğunu varsayarak hareket etmek mecburiyetindeyiz. Hal böyle olunca, aslında gerçek manada varlığından bahsedebileceğimiz tek şey, içinde bulunduğumuz hal, yani mevcut an olmaktadır.
‘Zamanın Çocuğu’ Olmak
İçinde yaşadığımız an, zaman kavramı açısından en somut gerçekliği ifade eder. Bu yüzden müslüman bilgeler, özellikle de sufiler, anın önemi üzerinde ısrarla durmuşlardır. İçinde bulunduğumuz her zaman birimini dolu bir şekilde, yani tam bir bilinç haliyle yaşamak, her zaman 'hazır' olmak demektir. İnsanoğlunun her nefeste tüketilen zamanını en verimli ve bereketli bir şekilde tecrübe etmesinin tek yolu, her daim 'hazır' olmaktır. Mazinin hadiselerine yahut varlığı şüpheli geleceğin hayallerine dalmak, anı tüketmenin en kolay yoludur. Oysa İslâm’ın bizden istediği, her anı ahiret bilinci içerisinde yaşamak ve aldığımız her nefesin sona doğru atılmış bir adım olduğunu bütün varlığımızla idrak etmektir. Bu yüzden sufiler kendilerini 'ibnu'l-vakt', yani ‘zamanın çocuğu’ olarak tarif etmişlerdir. Bazı humanistlerin iddia ettiği gibi bu öğretinin manası, sufinin her zaman ve mekâna kendini uydurması demek değildir. Bilakis burada kastedilen, her anı tam bir teyakkuz hali içerisinde yaşamak, her zaman 'huzur'da olmaktır. Bir başka ifadeyle, 'hazır' olmak ile 'huzur' bulmak arasındaki yakın ilişki, ancak her anın hakkını verdiğimiz zaman tahakkuk edebilir. Bu öğretinin dinî hayat, insanî ilişkiler ve özellikle de ibadet hayatımız açısından büyük bir önemi vardır. Kıldığımız bir vakit namazda tüm varlığımızla 'hazır' olduğumuzu düşünün. Yüce Yaratıcı'nın karşısında secdeye kapandığımız o anda, eğer 'ibnu'l-vakt' olma becerisini gösterebilirsek, namazımız Peygamber Efendimiz’in o nefis ifadesiyle, bir 'miraç' olur. Geçmişi ve geleceği bir kenara bırakıp, 'Allah' kelimesini terennüm ettiğimiz anı diri bir şekilde yaşayabilirsek, zaman ve mekân ötesi varlık alemiyle irtibata geçmemiz imkansız değildir. Buna mukabil, eğer varoluşsal manada 'hazır' değilsek, zihnimizde gezen binbir düşünce, kaygı, plân ve his, o metafizik anı heba edecek ve bizi yaptığımız ibadetin bereketinden alıkoyacaktır. Bu durumu gündelik ilişkilerimizde de görmek mümkün. Bir öğretmen olarak sınıfta ders verdiğinizi düşünün. Eğer anlattığınız konuya tam manasıyla yoğunlaşamazsanız (yani o anın hakkını veremezseniz), iyi bir performans göstermeniz, zihninizdeki bilgileri öğrencilerinize başarılı bir şekilde aktarmanız mümkün değildir.Zamanın Ritmi
İdrak ettiğimiz her anın hakkını vermek ne kadar önemli ise, zamanın akışını doğru bir şekilde anlayabilmek de o kadar hayatî öneme sahiptir. Modern zaman kavramı, özellikle mekanik saatlerin yaygınlaşmasıyla dünyevî bir nitelik kazanmış ve kutsal boyutundan arındırılmıştır. Geleneksel toplumlarda zamanın ritmi ve akışı, büyük ölçüde dinî vecibelere göre şekillendirilmiş idi. Ölümden sonraki hayatlarını garanti altına almayı, yeryüzünde bir cennet kurmaktan daha önemli addeden bu toplumlar için, gündelik hayatı dinî zaman anlayışına göre tanzim etmek anormal bir durum değildi. Verimlilik, üretkenlik, iş hacmi, vs. gibi kavramlar, dinî muhtevalarından henüz soyutlanmadığı için, iş hayatı ile dinî vecibeler doğal bir ahenk içerisinde akabilmekteydi. Bugün ise gündelik ve kozmik zaman akışını belirleyen, ne dinî vecibeler ne de tabiat olaylarıdır. Bunların yerini kesin rakamlarla belirlenmiş ve 'tik-tak'larla ilerleyen mesai saatleri, çalışma dönemleri ve yıllık tatiller almış durumda. Özellikle ileri kapitalist toplumlardaki zaman mefhumu açısından sonbahar ile kış, yaz ile ilkbahar, yahut Ramazan ayı ile cuma günü arasında hiçbir değer ve nitelik farkı söz konusu değildir. Hatta ibadet için ayrılan vakitlere israf, en iyi ihtimalle verimi düşüren etkenler olarak bakılıyor. Zamanın ritmi ve akışı, bu tip bir niceliksel yığına indirgendiğinde, vakit kavramı yatay ve biteviye devam eden bir olgu olarak algılanır. Nitekim niceliğe dayalı modern zaman anlayışı açısından, 'kutsal zaman' kavramı boş bir ifadeden ibarettir. Zaman bir defa böyle bir lineer, yani yatay düzleme indirgendiğinde, onun sonsuz olduğuna inanmak da imkan dairesine girer.Niteliksel Zaman Anlayışı
İslâm, bu tehlikeyi önlemek için zamanın ritim ve akışı konusunda kayda değer ilkeler koymuştur. Bunların başında hiç şüphesiz, bir günün beş vakit namaza göre bölümlenmiş olması geliyor. Tabir caizse bu beşli taksim, insanları asıl gayeleri konusunda periyodik olarak uyardığı gibi, zamana da niteliksel bir boyut kazandırır. Örneğin ikindi namazının vaktini kollayan bir kişi, ister işte ister evde olsun, geçen zamana 9.00 - 18.00 mesaisi açısından değil, vaktinde yapılması gereken bir iş ve vecibe açısından bakar. En dolu yahut en boş gününün beş defa 'kesintiye' uğradığını bilen bir kişi, zamana sıradan ve yatay bir akış olarak bakmaz. Bilakis her vaktin niteliksel bir değeri vardır ve her birinin hakkı kendi şartlarında verilmek zorundadır. Aynı şey, örneğin cuma günü ve namazı yahut Ramazan ayı için de geçerlidir. (Üstelik bunun zamanın kullanımında nasıl bir verim artışına yol açtığı, tecrübî verilerle isbat edilmiştir. Bunun Batı'daki en kayda değer örneği, ünlü Alman sosyolog Max Weber'in Protestan ahlakı ve zaman kavramı ile modern iş hayatı üzerine yaptığı çalışmalardır. Bizde ise bu alanda yapılmış en önemli çalışma, rahmetli Sabri Ülgener'e aittir ve değerini bugün de korumaktadır.) İslâm’ın ibadet vakitlerini mekanik bir saat sistemine değil, günün doğal akışına göre belirlemiş olması, pek çok açıdan önemlidir. Sabah, gündoğumu, öğle, ikindi, akşam, günbatımı ve gecenin kendine has bir değeri ve 'makamı' vardır. Bunu sezgisel olarak hepimiz bildiğimiz için, belli işleri sabah, bazılarını öğlen, bazılarını da akşam yaparız. Eskilerin 'eşref saati' dediği şey, zamanın niteliksel algılanışının örneklerinden sadece biridir. Burada zikredebileceğimiz bir diğer husus, insanın günlük yaşamı ile tabiatın günlük seyri arasındaki bütünlük ilişkisidir. İslâm’da namaz ve oruç gibi periyodik ibadetlerin güneşin hareketlerine göre tesbit edilmiş olması, Allah'ın hatırlanması ile tabiatın doğal seyri arasında ilginç bir irtibat kurar. Bu manada güneşin her gün yeniden doğması, basit ve mekanik bir tabiat olayı değil, insana yeni günü müjdeleyen bir habercidir; yani manayla yüklü bir hadisedir. Kur'an’ın ifadesiyle: 'Yerlerin ve göklerin yaratılmasında ve gecenin ve gündüzün ardarda gelmesinde akıl sahipleri için ayetler vardır.' (Âl-i İmran/190). Aynı şeyi günlerin ötesinde aylar, mevsimler, yıllar ve nihayet asırlar için de söyleyebiliriz. Ramazan ayını henüz geride bıraktığımız, 'yeni' bir yıla daha girdiğimiz ve hac aylarına doğru hızla yaklaştığımız şu günlerde, İslâm’ın bize sunduğu vakit ve zaman kavramlarını yeniden hatırlamak faydadan hali olmayacaktır.