Ne Yapmalı?
17. yüzyılın Nakşibendî mürşidlerinden İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhû Mektubât’ında Hak yolcularına şöyle seslenir:
Sizlere şu nasihatleri tutmanızı öğütlüyorum: Öncelikle kurtuluşa ermiş fırka olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in anlayışı doğrultusunda akaidi düzeltmek gerekir. Allah Tealâ, Ehl-i Sünnet âlimlerinden razı olsun. Akaidin düzeltilmesinden sonra fıkhî hükümlerin gereğince amel etmek zorunludur. Bizlere emredilen şeylere sımsıkı sarılmak zorundayız. Bundan başka kurtuluş yolu yoktur. Ayrıca yasaklanmış hususları yapmaya da mutlaka son vermeli, onlardan kaçınmalıyız. Beş vakit namaz, tembellik ve gevşekliğe kapılmadan, şartlarına riayet ederek ve tadil-i erkân gözetilerek kılınmalıdır. Zekât verilmesini gerektiren miktarda mala sahip olunca mutlaka zekât verilmelidir. İmam-ı Âzam rahmetullahi aleyhe göre kadınların ziynetine de zekât düşmektedir.
Vakitleri oyunla ve eğlenceyle geçirmemelidir. Yasaklanmış, haram kılınmış işler bir yana, boş işlerle bile ömrü tüketmemelidir. Sakın ola ki çalgıya ve nağmeye rağbet edip onlardan haz duyarak büyük bir aldanışa düşmeyesiniz. Çünkü çalgı bala bulanmış zehirdir.
Gıybetten ve kovuculuk yapmaktan kaçının. Çünkü bu iki çirkin işi yapanlar hakkında ağır tehditler gelmiştir. Yalan ve iftiradan kaçınmak da zorunludur. Bu iki rezillik bütün dinlerde haramdır. Bunları işleyenler büyük tehditlere muhatıptır. İnsanların kusurlarını, yaratılmışların günahlarını örtmek, hatalarını bağışlamak büyük işlerdendir.
Kölelere, hizmetçilere ve küçüklere şefkat ve merhamet göstermeli, kusurlarına göz yummalıdır. Ufak tefek hataları sebebiyle onları cezalandırmamalıdır. Bu zavallıları yerli yersiz dövmek, aşağılamak ve eziyet etmek bize yakışmaz. İnsan her an Cenab-ı Hakk’a karşı kendi işlediği kusurlara bakmalıdır ki Allah Tealâ o kusurlar sebebiyle insanları cezalandırmada acele etmemekte, rızıklarını da kesmemektedir. İnancı düzeltip fıkhî hükümleri yerine getirdikten sonra, vakitleri size öğretilenler doğrultusunda Allah Tealâ’yı zikrederek geçirmek ve buna engel olan her şeyden kaçınmak gerekir. Şer‘î konularda ne kadar ihtiyatlı olunursa meşguliyet de o denli artar. Şer‘î hükümlerde gevşek davranılırsa vazifeyle meşgul olmanın tadı ve lezzeti yok olur.
Bundan daha fazla ne söyleyeyim? Allah Sübhânehû her şeyi en iyi bilendir.
Tek Kişilik Ordu
Mevlâna Ali b. Hüseyin es-Sâfî, Nakşibendiyye mürşidlerinin hayatlarını ve hallerini anlattığı Reşehât adlı eserinde Hâce Ubeydullah Ahrâr kuddise sırruhûnun tasarrufu hakkında şöyle bir hadise nakleder:
Hâce Ubeydullah hazretlerinin Mevlâna Necmeddin adında malî konularda uzman, aziz bir hizmetkârı vardı. Çoğu zaman ticaret işiyle uğraşırdı. Hâce Ubeydullah hazretlerinin sermayesinin hayli kısmını da o yönetirdi. Şöyle anlatır:
“Bir keresinde büyük bir kalabalıkla Tarhan’a gidiyorduk. Tarhan Çin sınırında bir şehirdir. Yolumuz üzerinde Kalmuklar denilen bir topluluğa rastladık. Aniden o topluluktan 100’e yakın zırhlı ve silahlı süvari eşkıya yolumuzu kesti. Bizim kervandakiler bu kadar kalabalık eşkıyayı görünce korkudan yere yattı. Karşı koyma cesaretleri kırıldığı için esir olmayı kabul ettiler. O anda içime şu düşünce doğdu: ‘Cenk etmeden Hâce hazretlerinin sermayesini yol kesicilere vermek müridliğe yakışmaz. Böyle bir davranış dürüstlüğe de delikanlılığa da sığmaz. O büyük insanın helâl malını korurken şehitlik mertebesine ulaşıp ölmek en iyi yoldur, böylece iki cihanda yüzüm ak olur.’
Bu fikirle Hâce Ubeydullah hazretlerine râbıta yaptım ve kılıcımı kınından sıyırdım. Artık kendimi kaybetmiştim, ben yoktum, her yerde Hâce hazretleri vardı. Şu kadarını biliyorum ki bende ve atımda garip bir hal, büyük bir kuvvet zuhur etti. Elimde olmadan kılıç çekip atımı eşkıyaların üzerine sürdüm. İş öyle bir noktaya geldi ki kervanı bırakıp topluca kaçmaya başladılar. Kervan halkı benim cesaret ve kahramanlığıma hayran kaldı. Oysa ben onlardan daha şaşkındım. Nasıl oldu da böyle bir yiğitlik yapabildim? Olacak şey değildi! Ömrümde hiç savaşmamıştım. Kavga, dövüş, harp nedir, bilmezdim. Şuna inandım ki bu Hâce Ubeydullah hazretlerinin tasarrufuydu. Benim herhangi bir güç ve kuvvetim olmadan ortaya çıktı.
Aradan bir zaman geçip o yolculuktan döndüğümde Hâce Ubeydullah hazretlerinin hizmetine eriştim. İlk sözleri şu oldu: Kuvvetli bir düşmanla karşı karşıya gelen zayıf taraf, sadakatten ayrılmadan ve tam itimatla kendi kuvvetini dikkate almadan yardım isterse, Cenâb-ı Hak katından ona öyle bir güç verirler ki onunla din ve millet düşmanlarını yener.”
Yakınlıktan Uzaklığa
18. yüzyılın büyük sûfî âlimlerinden, Nakşî-Hâlidî yolunun pîri Mevlâna Hâlid Bağdâdî kuddise sırruhû Risâle’sinde niyet meselesini şöyle özetler:
İbn Hacer kuddise sırruhû niyet hususunda şöyle demiştir: “Niyet, dinin temellerinin büyüklerindendir.”
Nitekim Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar! Ameller ancak niyetlere göre değerlendirilir, karşılık bulur.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1)
Yine hadis-i şerifin devamında buyurmuştur ki: “Hiç şüphesiz, herkese niyetine göre karşılık verilir. Kimin hicreti (kasıt ve niyet bakımından) Allah’a ve Rasulü’ne ise onun hicreti gerçekten Allah’a ve Rasulü’nedir. Kimin de hicreti dünyalık bir menfaat veya evlenmek istediği bir kadın için olursa, onun hicreti uğrunda hicret ettiği şeylere olmuştur.”
Bu sebeple bütün işlerde her şeyden önce yapılması gereken, niyetin düzeltilmesidir. Allah Tealâ’ya olan yakınlığın uzaklığa, O’nun rızasının da gazabına dönüşmemesi için mutlaka niyetin düzeltilmesi ve ihlâsın sağlanması gerekir. Riyakârların düştüğü durum tam da budur; yaptıkları amel makbul olmadığı gibi, Allah Tealâ’ya olan yakınlığın uzaklığa, rızasının da gazaba dönüşmesine sebep olmuştur. Ayrıca her amelde ihlâs kesinlikle gereklidir. Özellikle kalbî amellerde bulunması daha da önemlidir. Nitekim bu hususta, “kalbe ait amellerin hepsi niyettir” denilmiştir.