Aramak

GÜLDESTE

Büyük Haller, Büyük Sözler

19. asrın sûfî âlimlerinden Abdülmecîd Hânî kuddise sırruhû Nakşibendî şeyhleri hakkında yazılan en derli toplu ve güvenilir kaynaklardan biri olan el-Hadâiku’l-Verdiyye adlı eserinde Hâlid-i Bağdâdî kuddise sırruhû ile ilgili şu menkıbeyi nakleder:

Önceki âlim ve şeyhlerin başına gelenler Mevlânâ Hâlid kuddise sırruhûnun da başına geldi. Allah’ın âdeti yine tekerrür ediyordu. İlâhî adalete göre her fazilet yolunda önde gidenlerin karşısına çekemeyenler çıkar. O kişinin kemâl derecesi ne kadar yüksek olursa, karşılaşacağı zorluklar da o kadar büyük olur.

Mevlânâ Hâlid kuddise sırruhûnun zamanında yaşayan, kendi beldesinde bulunan ve bulunmayan hasetçiler düşmanlıkla, bühtan ve hasetle onun üzerine saldırdılar.

Kürdistan kadısına onun aleyhinde atıp tuttular. Öyle iftiralar, öyle yalanlar söylediler ki onları duymaktan kulaklar bile utanır. Oysa o bütün bunlardan uzak, ay kadar parlaktı. Mevlânâ Hâlid hazretleri onların bu kötü davranışlarına ancak dua ve iyilikle karşılık verdi. Fakat bu da onların haset ateşlerini söndürmedi. Kötülükleri iyice arttı.

Mevlânâ Hâlid kuddise sırruhû baktı ki ellerinden kurtuluş yok, onları Süleymaniye’de kendi hallerine bıraktı ve 1813 senesinde ikinci defa Bağdat’a geldi. İhsâiye-i İsfahaniyye Medresesi’ne yerleşti. Medrese harap durumdaydı. Orayı ilim öğretmekle, gece gündüz yaptığı zikirlerle imar etti. Bu sırada kibir ve gururundan dolayı Mevlânâ Hâlid kuddise sırruhûdan ayrılan inkârcılardan biri bir risâle yazdı. Yalan yanlış sözlerle dolu bu risâleyi fesatçılardan biriyle Bağdat Valisi Saîd Paşa’ya gönderdi. Risâlede Mevlânâ Hâlid kuddise sırruhûnun küfür ehlinden olduğu ileri sürülecek kadar ileri gidilmiş, onun Bağdat’tan sürülmesi istenmişti. İddialar büyüktü ama yalandan başka bir şey değildi.

Vali risâleyi alıp okudu, yere çarptı ve şöyle dedi:

“Eğer Şeyh Hâlid de Müslüman değilse kim Müslüman? Acaba bunun yazarı deli midir? O ya deli ya da hasedinden Hak Teâlâ onun basiretini bağlamış!”

Vali hemen ulemadan bu risâleye bir reddiye yazmalarını emretti. Bu iş için Hille müftüsü Şeyh Muhammed Emin Efendi görevlendirildi. Emin Efendi en sağlam delilleri, en iyi örnekleri bir araya getiren bir risâle yazdı. İftiracılar bunun karşısında âciz kaldılar, geriye çekildiler. Kimse onlara yardım da etmedi. Çünkü, “Zulmedenler hangi akıbete uğrayacaklarını görecekler!” (Şuarâ 227) mealindeki ayet-i kerimenin hükmü bunlar için de geçerli olmuştu. Şeyh Muhammed Emin Efendi yazdığı reddiyenin altını Bağdat âlimlerinin hepsine imzalattı ve inkârcılara gönderdi. Keskin bir dille susturulmuşlardı. Böylece haset ateşleri söndü, eserleri ve izleri silinip gitti. Bütün bunlardan sonra Mevlânâ Hâlid kuddise sırruhû ikramlarla dolu olarak Süleymaniye’ye geri döndü.

Bu anlattıklarımızın çoğunu allâme Şeyh Muhammed b. Süleyman el-Bağdâdî en-Nakşibendî kuddise sırruhû Hadîkatü’n-Nediyye isimli kitabında anlatmıştır. Bunları anlatmamızın sebebi, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin bereketli nazarına muhatap olmak ümidindendi. Nitekim rahmetli dedem Behcetü’s-Seniyye adlı kitabın sunuş kısmında bunları tespit etmiştir.

Ben burada şöyle bir not düşmek isterim: İftira eden kişi daha sonra Mevlânâ Hâlid kuddise sırruhûya attığı iftirayı itiraf etti. Kendisini ve yandaşlarını affetmesini istedi, o da affetti. Onlara kendilerini affettiğini, gönüllerini hoş tutmaları gerektiğini bildiren bir mektup yazdı. Bu mektup şöyledir:

“Çok zayıf ve muhtaç olan kuldan; şeref, edep, keramet sahibi Mevlâna Marûf’a...

(...) Benim hakkımda söylediğiniz bazı şeylerden dolayı pişman olduğunuzu bana anlattılar. Bunlar bazı maksatlı kişilerin, fesatçıların gammazlaması çeşitlerinden şeylerdi. Risâlenizde yazdığınız şeylerden ötürü de üzgünmüşsünüz. Şiddetli kavgadan, aşırı davranışlardan dolayı bazı müridlerin heyecana geleceğini bilmiyormuşsunuz. O şiddetli hengâmede bazı kulaktan duyma şeylerden dolayı bu miskine karşı ithamlar olmuştur. Bu dedikodularda geçen suçlamalar, sadece şahsî çıkarını düşünenlere yakışan işlerdir. Siz iyiyi kötüden ayıran tabiatınızla bunları bilirsiniz.

Bana gelince, yakıştırdığınız ayıp ve bozgunculuktan uzağım. Adı geçen iki elçiye emretmişsiniz ki bu yaptıklarınızı affettiğime dair benden bir belge alsınlar. Bu vereceğim mektup, aradaki bu soğukluğu kaldırmaya, buzları eritmeye bir vesile olacakmış. Böyle düşünmüşsünüz.

Sizin gönderdiğiniz iki elçi bana, geçmişteki çekişme ve didişmeleri bıraktığınızı, artık bunları tatlıya bağlayarak güzel geçinmeye, zıtlaşmamaya karar verdiğinizi ve bu konudaki azminizi bildirdi. Bunlar beni çok memnun etti. Böyle bir nimeti bize bahşettiği için Allah’a defalarca şükrettim. O’na sonsuz şükürler olsun ki ayrılığı birliğe çevirdi, uzun bir ayrılıktan sonra birleşme yollarını açtı. Allah bizi bu niyet üzere daim etsin, bu arzunun tamama ermesini sağlasın. Ben şimdi bu mektubu size gönderiyorum. Biz güzel isteklerinizi yerine getirdik.

Sizleri temize çıkarma işine gelince, ben bu hususta gerekli şeyleri her yerde konuşuyorum. Açıkça söylüyorum, sanırım bu sözlerim sizin kulağınıza da ulaşmıştır. Aykırılığı bırakmak her insaf sahibinin isteği olmuşken, az çok tasavvufta bir yeri olduğunu iddia eden biri nasıl istemesin. Bu ayrılığın sebebinin insanların sözlerini dinlememek, onlarla irtibatı kesmek olduğunu siz de bilirsiniz. Şayet bana gönderdiğiniz bu haberlerde söyledikleriniz doğru ise, gerçekten bu işten döndüyseniz, size tavsiyem bir daha şüphe ve vesveseye götürecek sözlerden uzak durunuz.

Şunu bilin ki tasavvuf ehlinin işleri aklın ve bilginin ötesinde bir iştir. Bütün bu olup bitenlerden sonra bu miskin sana söz veriyor: Şayet bir daha böyle şeyler yazmazsan, rahat durursan bunun semeresini bugünden itibaren en iyi şekilde göreceksin. Ki bunları ne elçiler taşıyabilir ne de yazıya, kâğıda sığar.”

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy