İnsanın, şu uçsuz bucaksız alemler ortasında gerek kendi iç aleminden, gerek kendi dışındaki alemlerden habersiz yaşaması hiç mümkün olabilir mi? Duyduğumuz her ses, gördüğümüz her parıltı, hissettiğimiz her acı veya sevinç, kokladığımız her koku ve tattığımız her tat, aslında birer haber değil midir?
Duyuyor, görüyor, tadıyor, kokluyor ve dokunduğumuz şeyi hissediyorsak: kendimizden ve başkalarından haber alıyorsak, “yaşıyoruz” hükmüne varmıyor muyuz? Hülasa, “hayat haber almak demektir” veya başka bir ifadeyle, “yaşamak haber almaktan ibarettir” desek, yanlış bir hüküm olur mu acaba?
Aldığımız haberlerle ya üzülür, ya sevinir; neticede mesut veya bedbaht oluruz. Hayat da bedbahtlıkla bahtiyarlık arasında tükettiğimiz bir sürecin adı değil midir?
İnsan, haber aldıkça var olduğunu anlıyor. Çünkü insan, başka varlık ve alemlerle ancak haber alarak irtibatlar kurabilen; kendinden, yaratıcısından ve diğer mahluklardan gelen verilerle hayatını çizen bir varlık değil midir?
İşte böyle sorulara cevap aradıkça, insan ile haber arasındaki münasebeti daha sıhhatli anlama imkanına sahip olacağız ve haber kavramının önemi daha belirgin hale gelecek.
Haberin zıddı gaflettir. Gaflet ölü olmak gibidir. Gaflet, duyamamak, hissedememek, görememek, koklayamamak, tadamamak ve daha ilerisi inanamamak demektir.
Peki, hayat için su kadar, ekmek kadar, hava kadar mühim bir ihtiyaç haline gelmiş olan haber acaba hangi haberdir? İnsan, hangi haberlere iyi, hangilerine kötü veya kara haber demelidir?
Kelime ve mehfumların hep yarım yamalak anlaşıldığı, zihinlere yetersiz mesajlar verdiği, kısır çağrışımlar uyandırdığı günümüzde, bu mefhum insanımızın muhayyilesinde acaba ne derece doğru çağrışımlar uyandırmakta? Kısaca haber denince insanımız neleri hatırlıyor veya neleri hatırlamalıdır?
Erzincan’da kendi semasında münzevi bir yıldız gibi yaşayan ehli irfan bir Hacı Ömer Amcamız vardı. Allah rahmet eylesin. Emekli bir yarbay olan bu zat-ı muhteremin feyiz dolu hanesinde radyo ve televizyon yoktu. Oğlu bir gün ona: “Hiç olmazsa bir radyo alsak... Filan zat, acansları dinlemekte bir beis yok diyor” demişti. O da: “Ya!.. Sen haber mi istiyorsun? Bak ben sana bir haber vereyim, dinle... Allah Rasulü (A.S.): ‘Kim abdest alırken ayak parmaklarının arasını hilallemezse, o parmakların arasını cehennem ateşi hilaller’ buyuruyor. Al sana haber!” demişti.
Haber kelimesinin, derin ve muttaki bir mümin olan bu insanda böyle bir çağrışım uyandırması bani çok etkilemişti... Biz, kelime ve mefhumlara günlük hayat içinde kazandıkları manaları yüklemeye alışmıştık. Meğer bu kelimenin, uyanık bir müminin zihninde daha derin, daha sıhhatli, daha geniş, daha doğru ve güzel şeyler çağrıştırabilecek manaları da varmış...
Hacı Ömer Amcamız’ın oğluna verdiği bu cevaptan sonra, bende artık Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler’in haberlerine kulak verme temayülü uyandı. Bu hikmetli cevaptan sonra, Kur’an-ı Kerim’in ve Sünnet-i Rasulullah’ın sanki özünü keşfetmiştim. “İnsanların hesap günü yaklaştı. Hal böyleyken, onlar gaflet içinde yüz çevirdiler.” (Enbiya/1) gibi meal-i kerimelerdeki haberlere kulak verir oldum. O günden beri her ne zaman haber dense, aklıma önce Kur’an’ın haberleri, sevgili Peygamber Efendimiz’in şerefli hadisleri gelir. İnsanı gafletten uyandıran, ona ulvi maksadını hatırlatan, geldiği diyarlardan ve en sonunda gideceği alemden haberler veren, gerçek ve asıl tehlikeleri bildiren ilahî haberlerin kaynağı vahyi hatırlarım hep...
Gerçekten de her kelimenin ve mefhumun taşıdığı kusursuz ve gerçek mana yükü, ancak Kur’an’da açık bir izaha kavuşuyor ve belirginleşiyor. Kur’an-ı Kerim neye hayat diyorsa hayat odur. Gerisi bizim hayat sandığımız rüyalardan ibaret. Kur’an neye hürriyet diyorsa, hürriyet odur. Şu çağdaş ve hevaperest insanlığın hürriyet olarak mütalâa ettiği şey ise, esaretin ta kendisidir. Ve Kur’an haberi nasıl ifade ediyorsa, haber de odur. Gerisi gaflettir.
Öyleyse makbul olan ve insanlığa gerçek bir fayda sağlayan haber, hangi haberdir? Hayatları sefil zevklerin, fani hazların ve saniyelik lezzetlerin girdabında boğulup giden artistlerin sahte dünyalarının dedikoduları mıdır haber?
Hayır, haber bazen korkutan, bazen ümitlendiren, insana şanını, şerefini bulduran, Rabbini hatırlatan mesajlardır. Haber, ötelerin sesidir. İşte şu bütün alemlere “Yaklaşan yaklaştı” (Necm/57) “Onu Allah’tan başka açığa çıkaracak olan yoktur.” (58) “Şimdi siz bu söze mi şaşıyorsunuz?” (59) “Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz” (60) “Ve siz gaflet içerisinde oyalanmaktasınız.” (61) “Haydi Allah’a secde edin, O’na kulluk edin.” (62) diye hitap eden mukaddes kelâmın muhtıraları haberdir.
Haber, peygamberlerin getirdiğidir. Davetiyelerin en güzelinden, sonsuz güzel bir davetiye gibi indirilmiş şu “Allah sizi selam (barış) yurduna çağırır...” (Yunus/25) meal-i kerimesindeki mukaddes çağrı haberdir.
Ve haber, “Kapıyı şiddetli bir gürültüyle çalacak olan! Nedir o kapıyı şiddetli bir gürültüyle çalacak olan! Onun ne olduğunu sen bilir misin? (Karia/1-2-3) (O gün), İnsanların ateşin etrafını saran pervaneler gibi olduğu, dağların da atılmış renkli yüne dönüştüğü gündür. (4-5) O gün, kimin tartılan ameli ağır gelirse, işte o mutluluk verici bir yaşayış içerisinde olur. (6-7) Amelleri hafif olanlara gelince, işte onun annesi, (vatanı) Haviye’dir. (8-9) Nedir o Haviye bilir misin: Kızgın bir ateş!” (10-11) gibi, insanlığın muhayyilesinde kıyametin en canlı tasvirlerini çizerek, onun ruh derinliklerine hitap eden ve semasında korku şimşekleri çaktırıp, ümit ışıkları parıldatan şu mukaddes sureden aldığımız gaybi hakikatlerdir.
Haber, Allah’tan, O’nun sıfatlarından, günlerinden, insandan ve ona yüklenmiş gökleri ve yeri titretecek kadar heybetli ve mukaddes vazifeden, taşıdığı değerden, onun şan ve şerefinden bahseden hakikatler ve onları örnekleyen kıssalardır..
O halde haber, insanlığı gaflet girdabında boğup uyuşturan, isyanla dolu hayatların fısk ve fücur hikâyeleriyle avutup oyalayan falan ve filan kanallardan değil; kimliğini unutmuş beşeriyete: “And olsun, size içinde zikrimiz olan bir kitap indirdik. Halâ akıllanmaz mısınız?” (Enbiya/10) diye hitap eden Kur’an’dan dinlenmelidir. O ilahî kelâm, bütün tarihimiz boyunca yaşadığımız faciaları, şaşkınlıklarımızı, düşünce çıkmazlarımızı, aldanış ve aldatışlarımızı, dost ve düşmanlarımızı, hakiki hayatı ve saadeti, bahtiyarlığa ve bedbahtlığa giden yolları bildirmiyor mu?
Ve artık haber arayanlar, medyatik bir çağın bu bulanık, kirli ve kirleten medyatik dünyasında eli topuzlu, omuzu kameralı, hiçbir ahlakî endişe taşımayan, yüreklerinde insanın ve insanlığın günahlarını örtmek gibi bir fazilet hissini barındırmayan, kendi çıkar ve hesapları doğrultusundan ilkeler koyarak çalışan, yaydığı haberlerle insanı yargılamadan linç eden çağdaş muhabirlere değil; ötelerden, hasretini ruhumuzun ta derinliklerinde duyduğumuz mesut ve edebi bir hayata davetiyeler getiren şanlı habercilere, peygamberlere kulak vermelidirler. Bizi gafletten uyandıracak ve istikametimizi sonsuzluğa çevirecek olan haberlere, gerçek tehlikelerden sakındırıp, gerçek, namütenahi ve mükemmel nimetlere çağıran haberlere kulak vermeliyiz.
Gelin, artık Yüce Rabbimizin: “Biz Kur’an’ı hak olarak indirdik. O da hakkı getirdi. Seni de ancak bir mücdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.” (İsra/105) “And olsun ki, size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe/128) “Seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” diyerek övdüğü o şanlı Nebi’nin haberlerini dinleyelim. Kur’an ve Sünnet’in haberlerine kulak verelim... Bize gerçek sevgiliden, en güzel mevlâdan, en vefalı dosttan, nimetlerini her zerremizde bulduğumuz ve varlığımızı borçlu olduğumuz Rabbimiz’den haber getiren peygamberlere kulak verelim.
Ve onları Rabbimizin şu aziz kelamıyla selamlayalım: “Senin izzet sahibi Rabbin, onların vasıflandırmalarından yüce ve münezzehtir.” (Saffat/180) “Gönderileri bütün peygamberlere selam olsun” (Saffat/181) “Alemlerin Rabbı olan Allah’a da hamd olsun.” (Saffat/183)