Aramak

Tasavvuf ve Sosyal Hayat

Prof. Dr. Mustafa Kara ile Mülakat
 Önce, mülakat talebimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz hocam. İsterseniz şöyle genel bir soruyla giriş yapalım: Tasavvufun müslümanların toplum hayatı üzerinde nasıl bir etkisi olmuştur?
İslam Tarihinin ‘olmazsa olmaz’ manzaralarından biri de tasavvuf kültürüdür. Hangi döneme, hangi devire bakarsak bakalım, müslümanlarla içli-dışlı olan anlayışlardan birinin de bu kültür olduğunu görürüz. Aslında bu sadece İslâm toplumuna has bir şey de değildir. Bütün milletlerin tarihi, kendi dinleriyle ve kendi mistik temayülleri ile doğrudan irtibatlıdır. İnsanoğlunun, tarihin değişik zamanlarında ve farklı yerlerde kurduğu medeniyetleri oluşturan temel şahsiyetlerin başında da alim ve arifler gelmektedir. Bu kanun bizim medeniyetimiz için de geçerlidir. Medeniyetlerin üç ayağı vardır: İlim ve irfan, fikir ve felsefe, bir de güzel sanatlar. Medeniyet demek, bu üç dalda zirve şahsiyetler yetiştirmek demektir. Bu şahsiyetlerin ürettiği fikir ve ortaya koyduğu eserler, insanların kafa ve gönüllerine ışık tutmakta, onları aydınlatmaktadır. Bu aydınlanmadan o toplumda yaşayan herkes nasibini almaktadır. Bu ilim ve irfan dünyasından, bu sanat ve güzellik aleminden, herkes kendi mesleğine-meşrebine göre istifade etmektedir. Din hayatın her dalına hitab ettiği gibi, tasavvuf da zaman içinde hayatın her köşesine tesir etmekte, toplumun zihniyetini oluşturan dinamiklerden biri haline gelmektedir. Çünkü tasavvuf bir gönül eğitimidir. Bu eğitimde mesafe katettikçe, mümin gönülleri avucuna almakta ve onları istediği yöne doğru sevketmektedir. Tasavvufun anlattığınız bu etkisiyle ilgili somut örnekler verebilir miyiz? Elbette. Sözgelimi dünkü hayatımızın iş ve işçi dünyasını temsil eden Fütüvvet Teşkilatı ile tasavvufî kültür arasında muhkem bir bağ vardır. Fütüvvetname adını alan metinler bu ‘bağ’ın açık belgeleridir. İşçi, işveren, usta, çırak ilişkilerini, dolayısıyla çalışma hayatını tanzim eden Fütüvvetnameleri okurken bir tarikatın adab-erkân kitabını okuduğunuzu zannedersiniz. Çünkü bu medeniyette din ile dünya, çalışma hayatıyla ibadet hayatı, cami ile atölye farklı ve birbirinden kopuk unsurlar değildir. Aksine içiçe olan birbirini tamamlayan, birbirine destek olan müesseselerdir.

 Tasavvuf deyince ilk akla gelen kurum dergâhlar. İslâm tarihinde dergâhların kitle eğitimi üzerinde etkin bir rolünden söz edebilir miyiz?

İslâm medeniyetine eğitim penceresinden bakıldığı zaman, ailenin dışında üç temel müessese görülmektedir: cami, medrese, dergâh. Her üç müessesenin kendilerine mahsus özellikleri olmakla birlikte, topluma ortak bir din kültürü aktardıkları söylenebilir. Fakat hiçbiri diğerinin yerini almak iddiasında değildir, olmamalıdır. Dergâhların eğitim faaliyetlerini açacak olursak, ilk önce şunu söylememiz gerekir: Dergâhlar gönül eğitimini, ahlâk eğitimini esas almışlardır. İlk sufilerin “tasavvuf nedir?” sorusuna verdikleri cevaplardan birinin de, “tasavvuf ahlâktır” cümlesi konumuzla ilgilidir. İnsan zihnini sadece bilgi ile doldurmak meseleyi çözmemekte, insanların ihtiyaçlarına cevap vermemektedir. Bir başka ifadeyle, bilginin yanında duygu boyutu tamamlanmadan insan eğitimi gerçekleşmemektedir. Bilgi ve duyguya dengeli davranış eşlik etmeyince de, “kemâl”i yakalamak mümkün olmamaktadır. İşte tasavvufi terbiyenin ‘nefsin mertebeleri’ ile anlatmak istediği bu gönül eğitimidir. Buradaki mertebe ve basamaklar, insan eğitiminin yavaş yavaş tedrici olarak ve bir zaman dilimi içinde gerçekleşebileceğini vurgulamaktadır. Bu makam ve menzilleri bir mürşidin rehberliğinde kateden insan, gönül eğitimini tamamlamakta; Allah’ı sevebilecek, Allah tarafından sevilebilecek bir noktaya yükselebilmektedir. Gönül eğitimi için tasavvuf dünyasının bulduğu veya geliştirdiği usül ve teknikler, insan psikolojisi açısından dikkat çekici tespitleri de barındırmaktadır. Şüphesiz bunların başında, mürid ile mürşid arasında kurulan ve sevgiye dayalı olan ‘bağ’ gelir. Bu bağ sayesinde iki insan arasında tarifi zor alış-verişler olmakta, ‘feyz’ akışları gerçekleşmektedir. Bu yol ile kişi kendini bilmekte, “kendini bilen rabbini bilmek”tedir. Yeni ifadelerle, kişi kendisiyle ve toplumuyla barışık hale gelebilmektedir. Tasavvufun, sanat ve kültür hayatına etkileriyle ilgili neler dersiniz? Biraz evvel İslâm medeniyetinin temel unsurlarından birinin güzel sanatlar olduğunu söylemiştik. Sanayi-i Nefîse’de bir numara olmayanlar medeniyet de kuramazlar. İslâm medeniyetinin güzel sanatlar alanına bakıldığında da tasavvuf öne çıkmakta, dergâh kültürü kendini belli etmekte. Niçin böyledir? Bu konuda söylenmesi gereken ilk tespit şudur: Tasavvuf gönül dünyasına hitap eden bir anlama ve yaşama tarzıdır. Güzel sanatlar ise gönül ve his merkezlidir. Dolayısıyla sanatkâr yaradılışlı insanlara hitap eden, onların gönül titreşimlerine cevap veren mekân, tekkeler ve zaviyelerdir. Güzeli arayan sanatkâr ile, ‘güzeller güzeli’ni arayan derviş aynı atmosferle gelişmekte ve güzelleşmekte. Bizim medeniyetimizde öne çıkan güzel sanatlar şiir, musikî, hat ve mimarî’dir. Bu sahalarda şaheserler ortaya koyan insanların hayatlarına bakıldığında, tasavvufî hayatla olan irtibatları ilk bakışta göze çarpar. Türk Edebiyatından Yunus Emre’yi çıkarırsanız yerine koyacağınız kişi yoktur. Musikîde Dede Efendi’yi çekip alırsanız yerine koyacağız kişi yoktur. Bunların ikisi de dervişdir. Tasavvuf dünyasından beslenmiş, dervişlerin nefesleriyle büyümüşlerdir. Böyle derviş sanatkârın ürettiği eserler asırlardır hiç eskimemiş, yıpranmamış, dipdiri ve taptaze olarak bugün üretilmiş gibi bize ve dünyaya -evet dünyaya- ışık tutuyor. Bugün dinî hayatın değişik noktalarında duran insanlarımızın ortak noktalarından biri de bu gönül adamlarıyla olan gönül bağıdır. Bir anlamda onları dine-imana bağlayan da, bu derviş sanatkârların yadigârlarıdır. Peki hocam, İslâm fütuhatında tasavvufun söylendiği ölçüde rolü var mıdır? Şöyle izah edelim: İslâm Dini’nin yayılması ve yaygınlaşmasında birçok unsurun rol oynadığını kabul etmek gerekir. Savaşlar, ticari ilişkiler, ilmî seyahatler vs... Hiç şüphe yok, önemli sebeplerden biri de dervişlerdir. Anadolu’nun fethiyle birlikte aklımıza gelen Horasan erenleri, yesevî dervişleri gerçeği bütün İslâm coğrafyası için geçerlidir. Endonezya’dan Fas’a, Yemen’den Kazan’a, Buhara’dan Budin’e kadar uzanan geniş bir alanın İslâmla tanışmasında hissesi olan sosyal gruplardan biri de dervişlerdir. Niçin dervişler? Birincisi, seyahat tasavvufî terbiyenin esaslarından biridir. Hepsi değilse bile bazı sufiler müridin eğitimi için seyahati gerekli görmekte, kişinin gurbet psikolojisi ile başbaşa kalmasını ‘erme’nin gereklerinden saymaktadır. İkincisi, fethedilen memleketlerde yaşayan insanların gönüllerinin de fethedilmesi gerekiyor değil mi? Bu, silahla otoriteyle olabilecek bir şey değildir. Bu fethin silahı alçak gönüllülüktür. Tevazu gönül fetihlerinin şifresidir. Bu dün böyleydi, bugün de böyledir. Tebliğ ve irşadın bu en güçlü silahına sahip olan dervişler, toplumlardaki İslâmlaşmanın dün de, bugün de en önünde olmuşlardır. Diğer ilişkiler itici olurken, dervişlerin “gönülden gönüle yol vardır” esasıyla yürüttükleri faaliyetleri bir çok insanın gönlünü fethetmiş, fütuhatı kolaylaştırmıştır. Bu gerçeği gören yöneticiler de zaman zaman dervişlere mali imkanlar sunmuş, onları takdir etmiş dua ve himmetlerini talep etmiştir. Ayrıca biliyorsunuz, gönülleri fethetmeden yapılan fetihler sürekli olmamıştır. Sovyet Rusya’nın dağılmasından sonra ortaya çıkan gerçek de budur. Din ve tasavvufî hayat üzerinden Moskof silindiri geçmiş olmasına rağmen, 1990’da Türkistan bozkırlarındaki çekik gözlü soydaşlarımızın dilinden şu cümleyi duyanlar vardır: “Mekke’de Muhammed, Türkistan’da Ahmed.” Din adına herşeyi unutan toplum, peygamberi ile mürşidlerinin adlarını unutmamışlar. Zaten onlara peygamberi tanıtan da sevdiren de bu mürşidleriydi.

 Bir kitap konusu olabilecek bir soru ama, İslâm medeniyetinin bize en yakın tarihli vitrini olan Osmanlı’nın siyasal ve toplumsal yapısı üzerinde tasavvuf nasıl bir etkide bulunmuştur? Kısaca lutfetseniz...

Gerçekten tasavvuf tarihi açısından Osmanlı dönemi çok önemlidir. Tasavvuf dünyasında tarikatlaşma gerçeği bu asırlarda olduğu gibi, üç kıtada binlerce dergâhla tasavvufî mesajların dünyaya anlatılması ve aktarılması da bu dönemdedir. Şu cümlede mübalağa yoktur: Osmanlı asırlarında tasavvuf kültürü hayatın her alanında vardır. Şimdi gelin bu cümleyi şerhedelim: Siyasî hayatta vardır, devletin en üst yöneticileri bu dünya ile irtibatlıdır. Devletin temelinde Şeyh Edebali vardır. Fetihlerdeki başarılarından dolayı yöneticilerle dervişler arasında samimi ve sıcak bir diyalog vardır. Gerçi zaman zaman zıtlaşmalar da vardır. Ancak bunlar genel gidişi değiştirecek kadar uzun ömürlü olmamıştır. İlmî hayatta da zaman zaman tartışmalar vardır, tekke-medrese kavgaları bir gerçektir. Ancak İznik’te kurulan ilk medresenin müderrisi Davud-i Kayserî, hem medrese ilimlerini hem de tasavvuf dünyasını derinden kavrayan bir kişidir. Bu ilişkiler sebebiyle tasavvuf, tabir caizse yükselen değer olmuş, herkes tavrını buna göre tespit etmeye çalışmıştır. İş dünyasıyla tekkenin ilişkilerine yukarıda temas edilmişti. Osmanlı dünya-ahiret dengesini kurmuştu. Kafasını ve gönlünü orta yolda tutmuştu. Şehvet, servet ve şöhretin afetlerini kendine göre halletmişti. Tüketime tapmıyordu. İsrafa kaçmıyordu. Azla yetiniyor, paylaşmaktan huzur duyuyordu. Servetin değil sevginin çoğalmasını istiyordu. Hocam biliyorsunuz, modern eğitim tasavvufu tembellik ve ataletle eşdeğer anlatıyor. Genel bir değerlendirme olarak neler söylersiniz? İsterseniz kaldığımız yerden devam edelim: Modern eğitim bunları yıktı. Kapitalizm bu değerleri yok etti. Bunların çağdışı olduğunu söyledi. Çünkü ona göre insan tükettiği kadar değerliydi. Tüketim ekonomisi esastı. Daha çok tüketimi gerçekleştirmek için yeni ihtiyaçlar üretmek gerekiyordu. Reklamcılık diye bir anabilim dalı gerekiyordu. Daha çok üretim, daha çok tüketim... İnsanlar daha çok tüketim için kuyruklara girdi. Büyük alış-veriş mağazaları bu yeni ‘din’in mabedi oldu adeta. İnsanlar bu merkezlere koştular, sepetlerini büyük bir zevkle, derin bir hazla doldurdular. Bu çok üretim için dünyadaki denge bozulacakmış, dünya kirlenecekmiş hiç önemli değil. O konularla çevreciler ilgilensin! Güzelim nehirler simsiyah olacak, tertemiz ırmaklar pis kokacak, canlıların nesilleri tükenecek hiç önemli değil. Mühim olan “mal, mal” diye haykıran insanlara mal sunmak. Onlara her mevsim yeni bir elbise, her sezon yeni bir kıyafet arzetmek. Öyle ya arz-taleb dengesi gerçeği var ya! Şimdi böyle yetişmiş bir zihine siz yukarıda portresi çizilen Osmanlı esnafının üretim ve tüketim anlayışını sunarsanız, alacağınız cevap bellidir: Meskenet ve atalet... Fakat doğru mu? Hayır. Yalnız modern bombardımanlar o kadar güçlü silahlara sahip ki, bizi kendi değerlerimizden soğutabiliyor, şüpheye düşürebiliyor. Bazan da onlar gibi düşünmeye mecbur olduğumuzu söyletecek kadar başarılı olabiliyorlar. Bu gayri insani ve gayri tabii gidişin sonu var mı? Yok!.. Er-geç sadede gelinecek. Fakat zayiat da çok olacaktır. Er-geç insani ve tabii olan hayata dönülecek. Fıtratın gereği budur. Bu bombardımanların sürekli olması mümkün değildir. Evet insanlığı kurtaracak olan fabrika bacalarının dumanı değil, servetin şehveti değil; sevginin, muhabbet ve meveddetin üretilmesi, çoğaltılması ve insanlığa sunulmasıdır. Bunun anahtarı da gönül adamlarının, Allah dostlarının elindedir. Değerli açıklamalarınız için size çok teşekkür ediyoruz hocam.  
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy