Aramak

Harman Yeri: Görüşmek Rüyalara Kaldı!

Dirisiyle ölüsüyle şurda burda veya rüyalarda karşılaştığımız bazı hemşehrilerimiz ve tanıdıklarımız bizi sıkıştırmasalardı, bu yazıların kisve-i tâba bürünmesi –kaçıncı tekrar olursa olsun söylemeliyim- gene de mümkün o-la-ma-ya-cak-tı.

Dirilerini haydi anladık da ölüleri nasıl sıkıştırıyorlardı derseniz, cevabım iki kelimeliktir: “Rüyalarıma girerek.”

Evet! Bazan dirilerden çok ölüler, bazan dirilerle birlikte ölüler rüyalarıma girerek sanki hâlâ yaşıyorlarmış gibi kendi zamanlarına dair konuşmaya devam ediyorlardı. Üstelik rüyamda ben onları dinlerken onlardan bazılarının çoktan ölmüş olduklarını –ne hikmetse- aklıma bile getiremiyordum. Bazılarının onlarca yıl önce öldüklerini ancak uyandıktan sonra akledebiliyordum. Kimi zaman ben soruyorum onlar söylüyorlar, kimi zaman da ben sormadan onlar söylüyorlardı.

Son on yıldır başka mekânlarda ve kısmen de başka kulvarlarda koşuştuğunuz için veya düpedüz gafletten ötürü telefonla bile olsa hiç görüşmediğiniz bir ahbabınızla rüyanızda ayan beyan konuşsanız da, onun bu dünyada mı yok öbür âlemde mi olduğunu bilmeseniz ne yapardınız? Düşünmez, hatırlamaya çalışmaz, sorup soruşturmaz mıydınız? Hiç şüpheniz olmasın ben de öyle yaptım.

Uzatmayalım: 2021’in 28 Şubat Pazar gününü 29 Şubat pazartesiye bağlayan gecenin saat dördündeki bu rüyanın sonunda uyanıyorum: Okulda oluyormuşuz. Öğrencilerle birlikte sınıfta, hatta daha da derinlemesine bir salondaymışız. Önümüzde bir masa var, üstünde açık bir kitap ve galiba bir de mikrofon. Orada bir şerit üzerinde “Mesnevî-yi Şerif Dersleri” ibâresi yazılı. Sağ tarafımda Enver. Hay Allah! Soyadını hatırlayamıyorum. Hani Konya Yüksek İslâm Enstitüsü’nün eski ve namlı Farsça hocasının oğlu. Bildiğimiz Enver canım...

Ben sağ tarafımda onu görünce zaten böyle bir dersi vermeye onu ehil gördüğümden hem de böyle bir dersi vermeye kendimi hiç ehil görmediğimden –her şeyden evvel Farsçam yok çünkü- bu dersi Enver’in vereceği zannıyla ve hesabıyla gayet rahatım.

Fakat o da ne? Sen yapacaksın bu dersi demez mi? Demesinden geçtim bir de mikrofondan bu dersi benim yapacağımı adımla birlikte anons edivermesin mi!

Yahu, ben bu dersi nasıl yaparım, bu resmen bir Mevlevî dersi değil mi, diye tedirginlik içinde bocalasam da nâfile.

İşin garibi ben de bu emr-i vakiye boyun eğiyorum. Bir Fatiha ve üç İhlâs-ı Şerîfe okuyarak önce bu kitabın sahibi Mevlâna Celâleddin-i Rûmî hazretlerinin ve sonra Şah-ı Nakşibend hazretlerinin ruhlarına bağışlıyorum. Besmeleyi çekip başlıyorum. Sonrası yok. Rüya makasla kesilmiş gibi orada bitiyor. Uyanıyorum. Yatağın içi...

Rüyamda gördüğüm ve Enver olduğundan hiç şüphe etmediğim arkadaşın soyadını bir türlü hatırlamıyorum.

Evet! Adı Enver olan diğer üç arkadaşımı veya tanıdığımı soyadlarıyla beraber çıkardığım halde bu rüyamdaki Enver’in soyadını saatler sonra bile bir türlü hâlâ hatırıma getiremiyorum.

Sonra “onlar bilirler” deyip Konya’daki bazı arkadaşlara sormaya karar veriyorum. Bunu ilk fırsatta yapmaya karar vermişken öğle namazı sonrasına kadar da fiilen imkân bulamıyorum. Ancak ikindiye doğru o soyadı birden aklıma geliveriyor: Evet! O arkadaşın soyadı ETİK’ti. Adıyla birlikte tekrar ediyorum: ENVER ETİK.

Derken beraber babasının, o efsanevî Farsça hocasının soyadıyla birlikte şıppadak aklıma düşüveriyor. ÂRİF ETİK.

Üstelik yanında da oğlunun bir nüktesi:

Enver bir gün karşısındakilere “Ârif kimdir?” diye soruyor. Onlar, kendi irfan ambarlarını yoklayarak nasıl edelim de şöyle derli toplu bir cevap verelim diye döküp düşünedursunlar, kendi sorusunu gene kendisi cevaplandırmış:

“Kim olacak, Enver Etik’in babası!”

Anlayacağınız Enver de az değil hani! Şimdi sıra onun hayatta olup olmadığını öğrenmeye geliyor. Derken M. Tekinbaş’tan hem kendisinin hem kardeşinin hem de annesinin sağ olduğu müjdesini alıyorum. Hatta maşallah annesinin 102 yaşında bulunduğunu da Enver’in telefon numarasını da öğreniyorum.

Şimdi geriye ne kalıyor? Onu telefonla aramak. Bu saatten sonra da aramamak vefasızlıktan bile öte bir şey olmaz mı?

Ve telefonlaşıyoruz:

“Korona günlerinde İstanbul en tehlikeli şehir” diyor. “Haydi ayağını kaldır da ben basayım diyecek kadar kalabalık bir şehir olduğundan İstanbul’u anladık, diyor, ama Konya’ya ne oluyor da Korona’nın en yaygın olduğu şehirlerden biri oluyor?” “Hiç umulmadık adamlar öldü Konya’da” diyor. Ben de babasının 1992’de vefat ettiğini ama annesinin maşallah 102 yaşında ve sağ olduğunu başkalarından öğrendiğimi söylemeden “En umulmadık adamlar da yaşıyor olmalı.” diyorum. “Korkunun ecele faydası yok” diyoruz. “Ecel değişmez” diyoruz. “Takdiri değiştirmese de tedbiri alacağız” diyoruz.

Ve onun “şarjım bitiyor” mazeretini duyunca da –zaten bittiği biteceği olmayan konuşmamızı bitiremeden bir münasip geleceğe erteliyoruz.

Not: O emr-i vâkiye hangi akıl ve cüretle boyun eğdiğime aklıma geldikçe hâlâ şaşıp şaşıp kalıyorum. Bilmem “el içinde vasiyet ettik ölmemek olmaz” diyerek, bilmem “rüyada olmaz olmaz” diyerek. En iyisi bir ehline ulaşıp ona yorumlatmaktı şüphesiz. Ama ona da imkân bulamadım veya imkânımı beceriksizliğim yüzünden kullanamadım da “rüya ile amel olmaz” mazeretine sığındım. Kendimi teselli ettim veya kandırdım.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy