Aramak

Hindistan Diye Bir İslam Diyarı

Hint yarımadası... Hani şu Müslümanların bin (evet bin) seneden de uzun bir süre idare ettikten sonra adeta kendi elleriyle İngilizler’e teslim ettikleri büyük ülke... Müslümanların ahlâkını, ilmini, adaletini, yiğitliğini, cömertliğini, medreselerini, mescitlerini, darüşşifalarını; kısaca koskoca bir medeniyetlerini, bir de şehitlerinin kanlarını yadigâr bıraktıkları ve halen yüz milyonlarca kardeşlerinin yaşadığı Hint Yarımadası...

 Genç Bir Fatihin Koca Mirası

Hindistan'da İslâm sancağını ilk dalgalandıran komutan, henüz hayatının baharında bir Sakîfli Müslüman. Adı Muhammed b. Kâsım'. Taif'ten çıkan bu yiğit, amcazadesi meşhur Haccac-ı Zalim'in desteğinde Irak üzerinden yürüyüp Sind'i fethettiğinde, tarihler hicrî 93, miladî 712 yılını gösteriyordu. Yani Peygamberimiz A.S.’ın ebediyyet yurduna göç edişinin üzerinden henüz bir asır bile geçmemişti.

Muhammed b. Kâsım'ın aynı yaşlarda, en az kendisi kadar başarılı bir de rakibi vardı: Kuteybe b. Müslim. Haccac onu da Maveraünnehir ve Türkistan'ın fethine memur etmişti. Dergimize ismini veren alimler beldesi, veliler yatağı Semerkand’ı, Buhara ve Türkistan'ı da o fethetmişti.

Biz yine Hindistan'a dönelim. Muhammed b. Kasım es-Sakafî muzaffer bir ordunun başında Sind'e girdiğinde, bugünkü üniversite öğrencilerinin yaşındaydı. Onun başlattığı fetih hamlesi sayesinde İndus Vadisi ile kuzeyde Multan'a kadar olan bölgede İslâm varlığı kalıcı oldu.

İlk fetihlerden sonra Hindistan yeni bir fetih hamlesiyle karşılaşmak için, miladî onuncu asrın sonunu, Gazneli Devleti'ni ve Sultan Mahmud devrini beklemek zorunda kaldı. Gazneli Devleti'ni ve bu   devletin idealist sultanı Gazneli Sultan Mahmud'u iyi tanımak gerekir. Yöredeki bütün Müslüman Türk   devletlerinin birbirini yiyip bitirdiği bir dönemde o, kardeş ve dindaş devletlerle kapışmaktansa, küffarla cihad etmeyi ve Hindistan'a sefer düzenlemeyi tercih etti. (Osmanlı’yı küçücük bir beylikken dünya devleti haline getiren stratejinin de aynı olduğunu hatırlayalım.)

Gazneli Mahmud bu konuda bütün dünya müslümanlarından, en başta da bir Abbasî olan halifeden büyük destek ve dua aldı. Ardına çil çil kubbeler serpen bir ordunun muzaffer komutanı ve Cenab-ı Hak tarafından bugünkü Pakistan ve Bangladeş Müslümanlarının varlığına vesile kılınan bu büyük devlet adamı, ömrünü Rabbi’nin rızası yoluna adamış bir dava insanıydı. Onun bu fetih hamlesi, İslâm'ın doğuda Bundelkhand'a, güneyde de Somnath'a kadar ulaşmasını sağladı. Meşhur Lahor eyaleti Gazneliler’in hatırasıdır.

Hindistan'ın geri kalanını fethetmek işi, Gurlu  Devleti'ne ve muttaki sultanı Muhammed Gurî (1175-1203) zamanına kaldı. Muhammed Gurî'nin bir Türk komutanı vardı: Kutbeddin Aybey (veya Aybek ya da Aybeğ)... Hindistan'da İslâm fetihlerini daha sonra o sürdürdü. Delhi'deki meşhur Kutb-u Menar Minaresi, Kutbeddin'in adını ebedileştiren eşsiz bir anıttır.

 İlim ve Edep Baştacı

Kutbeddin'den başka Türk komutanlar da vardı ve onlar da görevlerini hakkıyla yaptılar. Muhammed Gurî dünya değiştirdiği sırada, Hindistan'ın Vindhaya Dağları'nın kuzeyinin büyük kısmı, onun Türk komutanlarına boyun eğmiş durumdaydı. Dehli Sultanlığı, diğerlerinin başı mesabesinde idi ve burada 1206'dan, Hint Türk İmparatorluğu'nun kuruluş tarihi olan 1526'ya kadar beş hanedan hüküm sürdü: Memlûklar, Halacîler (Halaçlar vaya Kalaçlar), Tuğluklar, Seyyidler ve Lûdîler... Bu dönemde iç mücadeleler ve baş belası Moğol saldırıları doğuya ve güneye yönelik İslâm fetihlerini durduramadı.

Bu devletler nasıl mı yükselmişti? İslâm'a bağlılıklarıyla, ulemaya saygılarıyla... Dini de, dünyayı da ihmal etmeyen anlayışlarıyla... Gerçekten de Hindistan'daki müslüman devletleri, Batı Asya'daki diğer İslâm devletlerinin görüş, düşünce ve işleyişlerini oluşturan temel değerler üzerine kurulmuşlardı. Sultan veya hükümdarın görevi, dine ve kanuna uymak, güvenliği sağlamak ve herkese adaletle davranmaktı. Bağdat'ı ve Orta Asya'daki müslüman Türk devletlerini model alıyorlardı. Devletin önemli şahsiyetleri olan padişah (veya badişah), vezir, emir hacib, başkadı, adliyeyi yöneten dâd-beğ, istihbarat işlerine bakan berid-i memalik, özel müşavirlik yapan mir-âhûr, mîr-şikâr  ve şahne-i fil  sarayda; komutan (arîz-i memalik) orduda, “Düstûr”a  uygun hizmet verirlerdi.

O devirlerde Hindistan diyarlarında alimlerin nasıl saygı gördüğünü, geçen yıl yitirdiğimiz ve sadece Hindistan'ın değil, bütün İslâm aleminin büyüklerinden olan Ebu'l-Hasen en-Nedvî'nin kaleminden aktaralım:

“Memlûk sultanlarından Şemseddin İltutmuş, (1210-1236) bütün Hint Yarımadası hükmü altına girmiş ve kendisine boyun eğmişken, Şeyh Bahtiyar Ka'ka'î'den huzuruna girmek için izin istiyor, kölelerin efendilerini selamladığı gibi selam verip hizmet ediyor ve gözyaşlarına hakim olamayarak ağlıyordu.

Halaçların hükümdarı Alaeddin Halecî, Dehlî Hazretleri’ni ziyaret için izin istiyor fakat kabul edilmiyordu.

Büyük alim Devletabadî, hastalanmış ölüm döşeğine yatmıştı. Zamanın Sultanı İbrahim Şarkî ziyaretine geldi. Başucunda durarak bu büyük müfessirin yerine kendisinin ölmesi için dua etti.”

1526'da Timur'un torunu Bâbür Şah Kabil'den gelip Lûdî hanedanına son verdi. Artık Hindistan'da, batılıların Hint-Moğol İmparatorluğu, bizim tarihçilerimizin ise Hint-Türk İmparatorluğu adını verdikleri bir büyük devletin hakimiyet dönemi başlıyordu.

Ama Babürlüler’in Hindistan'a tam anlamıyla hakim olmasını geciktiren sebepler ortaya çıktı. Sûrî (Afganlı) Şîr Şâh, Babür'ün oğlu Hümayun'u onbeş yıl tahttan mahrum etti. Hümayun yılmadı, azmedip tahtını 1555'te geri aldı. Hümayun'dan sonra Ekber Şah (veya bazılarının Ekfer, yani En Kâfir Şah) dedikleri oğlu idareye geçti. İyi bir yönetici, başarılı bir savaşçıydı. Ne var ki İslâm'ı diğer dinlerle birleştirerek yeni bir din kurmak gibi tuhaf ve ahmakça bir işe kalkıştı.

 Bir Model İnsan: Evrengzib

Dünya Ekber'e de kalmadı. Ondan sonra oğlu Cihangir ve torunu Şah Cihan devleti yönettiler. Onun torunlarından biri daha vardı ki, adına Evrengzib veya Alemgir (ö.1707) derlerdi. İmam-ı Rabbanî K.S.'nin oğlu ve tasavvufta altın silsile denilen başbuğ velilerin Rabbanî'den sonraki halkası Muhammed Masum K.S., bu Evrengzib'i  küçük yaştan itibaren manevi terbiyesine alıp, özellikle yetiştirmişti. Onun fıkıh öğrenerek, Evrad-ı Nakşibendiyye okuyarak yetiştiğini görenler, halvete çekileceğini, sarayı medreseye veya tekkeye çevireceğini, vaktini yalnızca zikre, namaza, tazarru ve niyaza ayıracağını zannedenler yanıldılar. Evrengzib iyi bir sufi, derviş, alim, edib, devlet adamı, savaşçı, hukukçu ve siyasetçi oldu. İşte bu zat, İslâm adına, Hint Türk İmparatorluğu adına öyle büyük işler başardı, öyle büyük hamleler gerçekleştirdi ki, tarihler ondan hep övgüyle bahseder. Çoğumuzun haberinin bile olmadığı bu zatla ilgili sıraladığımız sıfatları abartı saymayın, hepsi gerçek. Ayrıca burada sayılamayan nice başka niteliklere de sahip. Aslında Evrengzib, müstakil bir yazı konusu olmayı fazlasıyla hak eden bir şahsiyet.

Evrengzib'den sonra Muhammed Şah (1719-1748) döneminde başlayan çözülme, İran hakimi Nadir Şah'ın istilası ile noktalandı. Hint Türk İmparatorluğu bir daha belini doğrultamadı. Şah Alem'in (1759-1806) çabaları da sonuç vermedi. Nihayet İngilizler Hindistan'ı hakimiyetleri altına almaya başladılar. Alem'in oğulları Muhammed Ekber (1806-1837) ve torunu Muhammed Bahadur (1837-1857) zamanla sadece atalarının ünvanını taşıyan birer göstermelik hükümdar haline geldiler. Bahadur Şah, 1857'de bir sipahi isyanına karıştığı için İngilizler tarafından Rangun'a sürgün edildi ve 1862'de orada vefat etti.

Ne yazık ki müslüman hükümdarların idaresi altında bulunan bağımsız devletlerin hiçbiri, İngilizleri Hindistan'dan çıkarma teşebbüsüne katılmamışlar, hatta İngilizlere yardımcı bile olmuşlardır. Sonuçta Hindistan, 1858 senesinde İngiliz sömürgesi olmuştur.

Geriye ne mi kaldı? Belli zamanlarda medyamıza serpintileri yansıyan ve arkasındaki engin tarihî birikime göre yorumlanmaktan fersah fersah uzak tutulan üç-beş haber...

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy