Allah kendilerinden razı olsun onlar, küçük-büyük demeden, yakınlık veya uzaklık gözetmeden, cahil-alim ayırmadan, herkese karşı çok nazik ve edebli davranırlardı.
Onlar, yumuşaklığın her çeşit sertliği ve sıkıntıyı giderdiğini bilirlerdi. Allahu Tealâ’nın, Hz. Musa ve Hz. Harun’u Firavun’a gönderdiği zaman: “Ona karşı yumuşak söz söyleyin ki, dediğinizi düşünebilsin ve anlasın” (Taha/44) ayetinin tavsiyesine çok dikkat ederlerdi. Onun için din kardeşlerine bir tavsiyede bulunurken, onların hoşlanacağı bir dil ve üslup ile anlatırlardı. Kalbe girmeyen sözün vücutta bir etki yapmadığını çok iyi bilirlerdi. Sözün kalbe işlemesi için de tatlı ve yumuşak olması gerektiğini söylerlerdi.
Onlar, insanın yücelmesinin ancak edeb ile mümkün olduğunu ittifak halinde kabul etmişlerdi. Edebin esası, kendini noksan, başkasını kamil görmektir. Edebi az olan insanlar ise, kendilerini kamil, başkalarını kusurlu görürler.
Ariflerden Bekir b. Abdullah el-Müzeni (Rh.A.), edebli insanların diğer insanlara karşı nasıl davranacağını şöyle anlatırdı:
“Kendinden büyük birisini gördüğün zaman hürmet ve tazimde bulun ve ‘müslümanlıkta ve hayırda o benden öndedir’ diye düşün. Kendinden küçük birisiyle karşılaştığın zaman ona şefkatle muamele et ve ‘benim yaşım bundan ileridir, onun için günahta ben ondan öndeyim’ diye düşün. Sana bir mümin kardeşin herhangi bir ikramda bulunduğu zaman, ‘bu Allah’ın ihsanıdır, yoksa ben bunu hak etmiş değilim’ diye düşün. Birisi sana hakaret edip canını yakınca da, ‘bu benim bir kusurum sebebiyle başıma geldi’ de. Kimseye eziyet etme. İyi bil ki, komşunun köpeğine bir taş atmış olsan, ona eza etmiş olursun.”
Allah kendilerinden razı olsun; onlar, günahlardan korktukları kadar, iyilik ve ibadetlerindeki kusurlardan da korkarlardı. ‘Yüce Rabbimize karşı edebi koruyamadık, bu ameli ona layık yapamadık’ diye, bütün hayırların peşinden istiğfar ederlerdi. Amellerine değil, Allah’ın rahmetine güvenirlerdi.
Bişr-i Hafi (Rh.A.) derdi ki: “Biz öyle zatlara yetiştik ki, onlar dağlar kadar hayır amel işleseler ona bakıp aldanmazlardı. Şimdi bir de size bakıyorum, doğru dürüst bir hayrınız olmadığı halde gururlanıp duruyorsunuz. Hayret doğrusu!”
Onlar, zulüm ve haksızlığın her çeşidinden son derece sakınırlardı. Birisinin alacağı varken Cennet’e ve Cehennem’e gitmenin mümkün olmadığını bilirlerdi. Çünkü Allah Rasulü (A.S.) Efendimiz: “Eli veya diliyle zulmettiği, hakkını yediği, gıybetini ettiği kimse ile hesabı görülmeden hiç kimse ne Cennet’e ne de Cehennem’e girebilir.” buyurmuştur. (Buhari, Hakim, Ahmed)
Ariflerden Memun b. Mihran (Rh.A.) demiştir ki: “Kişi namaz kılarken kendisine lanet okur da hiç haberi olmaz!” Kendisine: “Bu nasıl olur?” diye sorulduğunda, cevap şu oldu: “Eli veya diliyle ona-buna zulmeden, insanları arkadan çekiştiren, haksız yere mallarını yiyen birisi, namaz kılarken: ‘Allah’ın laneti zalimlerin üzerine olsun!’ (Hûd/18) ayetini okur. Kendisi de bir çeşit zalim olduğu için, Allah’ın lanetini üzerine çekmiş olur.”
Onlar, dünyada hayır sahibi iyi bir insan gözüküp, ahirette müflis olmaktan son derece çekinirlerdi. Bundan Allahu Tealâ’ya sığınırlardı. Allah Rasulü (A.S.) gerçek müflisi şöyle tarif etmiştir: “Asıl müflis, kıyamette hesap yerine bir sürü hayır ve hasenatı ile geldiği halde, ona buna yaptığı haksızlık, gıybet, hakaret ve zulümler sebebiyle hayırlarını alacaklılara veren, fakat iyilikleri yetmediği için onların günahını yüklenen ve sonuçta Cehennem’e sürüklenen kimsedir.” (Buhari, Müslim)
Onlar herhangi bir sebeple hatalı davrandıkları görüldüğünde, kendilerinin uyarılmasını ve kusurlu hallerinin örnek alınmamasını isterlerdi. Kusuru asla savunmazlardı. Düşmanı da olsa, birisi kendilerine hatalarını söylediği zaman gayet memnun olurlardı. Kendisini uyaranlara tevazu gösterir, teşekkür ederlerdi. Hayatta veya ölümden sonra kötü örnek olmak istemezlerdi. Kusurlarını doğru göstermek için tevillere ve yorumlara girmezlerdi. Ben yanlış yapmışım, yanılmışım demekten çekinmez ve utanmazlardı.
Onlar, kendilerini halkın en kamili, en günahsızı ve en temizi görmezlerdi. Bu düşünceyi çok tehlikeli bulurlardı. Kendilerinin insanlara rahmet vesilesi olduğunu katiyyen düşünmezlerdi. En çok kendi kusurlarına şahit oldukları için, hep nefislerini kınar ve onun affı için ağlarlardı.
Onlar, kendilerine eziyet edenlere kin gütmez, intikam peşine düşmezlerdi. Kendilerine karşı yapılan kusuru affetmenin ilahi affa vesile olacağını düşünür ve intikama güçleri yettiği halde affetmeyi çok yüksek bir ahlak görürlerdi. Ariflerden Hatemü’l-Esam (Rh.A.) derdi ki: “Ey kul! Sen, sana karşı bir kusur işleyen kardeşine kızdığın halde, Yüce Rabbine karşı isyan eden nefsine hiç kızmazsın, bu insaf mıdır?”
Onlar, mümin kardeşlerine çok kıymet verirlerdi. Çünkü yeryüzünde Allah’a imandan daha kıymetli bir cevher görmüyorlardı. İman kimde varsa onu Allah için kıymetli görüyor, onun şerefini zedeleyecek her türlü söz ve davranıştan kaçınıyorlardı. Özellikle salih ve alimlere daha fazla kıymet verir, hürmet gösterirlerdi. Kitap ve Sünnet üzere amel eden bir alime eziyet etmeyi, onun varisi olduğu Hz. Rasulullah’a (A.S.) yapılan bir eziyet gibi görürlerdi.
Abdullah b. Abbas (R.A.) bir gün Kabe’ye bakarak şöyle demiştir: “Ey Kabe! Allah seni mübarek ve mükerrem kıldı. Fakat bir müminin Allah katındaki kıymeti seninkinden daha büyüktür.” Bunun için onlar, kıble ehli bir mümini küçük görmekten ve hele bazı kusurlarından dolayı onu küfre nisbet etmekten şiddetle çekinirlerdi.
Allah kendilerinden razı olsun, Allah dostlarının ahlakı böyleydi.
İmam Şa’ranî’nin Tenbihü’l-Muğterrin’inden alınmıştır.