İslâm, hayatın tam ortasındadır. İnanılan, düşünülen ve öğrenilen her güzel ve faydalı işin uygulanmasını, hayata dokunmasını ister.
Amel olmadan inandığımız, düşündüğümüz, öğrendiğimiz hiçbir şeyin faydası olmaz. İlim de, niyet de, ihlâs da, istikamet de ancak amelle anlamlı hale gelir.
Bugün çok şey öğreniyoruz. İmkânımız var, çok fazla mecraya sahibiz. Peki, yaptıklarımızı bir kefeye koysak, bildiklerimizi de başka bir kefeye. Hangisi ağır basar?
İmam Gazâlî hazretleri âlimi, ilim sahibi olarak tarif etmiyor. Âlim, ilmi ile amel edendir, diyor. İlim olmadan olmaz elbette. Fakat amelsiz ilim de kuru bir ağaç gibidir; ne meyve verir ne de gölge.
O’nun Tarzı O’nun Ahlâkı
“Ben kimim, niçin varım, bu dünyanın manası nedir” gibi sorular hepimizin aklına gelmiştir. Bu sorular yeni değil. Eskiden beri insanın ikna edici cevaplar aradığı büyük ve kadim sorular. Kur’an-ı Kerim’de bu sorular şöyle cevaplanır: “
Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk (ibadet) etsinler diye yarattım.” (Zariyat 56)
Evet; Rabbimiz’in bizden bir muradı var. Bu murad-ı ilâhî diğer her şeyden daha üstün. Biz bu murada muvafakat ediyor muyuz, etmiyor muyuz? Asıl soru bu.
Ayet-i kerimede beyan buyurulduğu üzere Rabbimiz’in bizden muradı genel manada kulluk, özel manada ise ibadet ve sâlih amellerdir.
Amel nedir?
Kelime manası olarak “iş, çalışma” gibi manalara gelen amel, dinî ıstılahta “emir, tavsiye veya yasaklara konu olan, sonunda ceza veya mükâfat bulunan ve insanın maksatlı olarak yaptığı iş” diye tarif edilmiştir.
Maksatsız, niyetsiz bir iş bu manada amel hükmünü alamaz. Bundan dolayı amel, fiil kelimesinden daha özel bir mana ifade eder. Çünkü fiil, bilgisiz ve gayesiz olarak yapılan işleri de kapsar. Uykusunda şuuru kapalı olarak kalkıp yürüyen kişinin yaptığı da bir fiildir.
Ayrıca amelin sözleri ve inanmayı da kapsadığını söyleyen âlimler de olmuştur.
Bazı hadislerde iman “kalbin ameli” sayılmış, tasavvufta da kalbin durumlarından “kalbin amelleri” diye bahsedilmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ ameli çokça zikretmiş, genellikle de “sâlih amel” imanla birlikte zikredilmiştir.
Amelle ilgili ayetlere birkaç misal vermek gerekirse;
- Allah’ın yeri ve gökleri, dünya nimetlerini, hayatı ve ölümü, hangilerinin daha güzel amel edecekleri hususunda insanları denemek için yarattığını (Hûd 7; Kehf 7; Mülk 2);
- Yine aynı maksatla insanları yeryüzünün halifesi kıldığını (Yûnus 14);
- Allah’ın şahit olmadığı hiçbir amel olmadığını (Yûnus 61);
- O’nun ileride dünyada iken kimlerin daha güzel amel ettiğini ortaya çıkaracak ve hiçbir haksızlığa meydan vermeksizin herkesi ameline göre yargılayacağını (Tevbe 94; Yâsîn 54);
- Zerre kadar iyi ameli olanın da zerre kadar kötü ameli olanın da karşılığını göreceğini (Zilzâl 7-8) buyurmuştur.
Sâlih amel ve ibadetler müminin olmazsa olmaz görevleridir. Çünkü ibadet, öncelikle var edilmiş olmamızdan dolayı bizi yaratan Hak Teâlâ’ya karşı bir sorumluluğumuz. Yani var oluş borcumuzdur.
Ancak bu ibadetlerin makbul olmasının ilk şartı İslâm’la müşerref olmaktır. Müslüman olmayanlar ibadetlerle sorumlu değillerdir. Çünkü onların inkârları ilâhî emirlere muhatap olmalarına engeldir. Onlar adeta padişahın huzuruna çıkmayı hak etmeyenlere benzer. Bunlar için evvela iman, yani tasdik beklenir. Hakk’ı kabul etmeyenin huzura kabul edilmemesi gayet normaldir.
Kısaca ibadet, var olmanın şükrüdür; yaratılanın Yaratıcı’ya minnettarlığıdır.
Amel-İman İlişkisi
Arapça’da birbirine benzeyen kelimelerin genellikle manası da birbirine benzer. Gerçekten de iman, ilim ve ameldir. Hatta bu terk amel, birbirlerini tamamlayan kavramlardır. Önem dereceleri farklı olsa da içinden birisi çekildiğinde eksiklik açıkça ortaya çıkar.
Özellikle amel ile iman arasındaki ilişki o kadar kuvvetlidir ki ameli imanın bir şartı gören itikadî mezhepler bile olmuştur. Ehl-i sünnet ameli imanın bir parçası olarak görmez. Fakat bir gereği, tabii neticesi olarak kabul eder. Bir müminden haramlardan uzak durması, farzları yerine getirmesi beklenir. Fakat ameli olmayan kimse kâfir değildir.
Kur’an-ı Kerim’den çokça aşina olduğumuz bir tanım var: “iman edenler ve sâlih amel işleyenler.” Hak Teâlâ iman edenleri sâlih amel işleyenlerden ayırmamış, iman edenlere bir hitapta bulunacağı ya da iman edenlere verilecek mükâfatlardan haber vereceği zaman genellikle sâlih amel işleyenleri de eklemiştir. Sadece bir misal vermek gerekirse Hak Teâlâ mealen şöyle buyuruyor:
“
İman edip sâlih amel yapanlara gelince, onlar için makam olarak Firdevs cennetleri vardır. Onlar orada ebedi kalacaklar ve hiç ayrılmak istemeyeceklerdir.” (Kehf 107-108)
İman ile amel arasındaki bu durum aslında iman-İslâm ilişkisi olarak da açıklanabilir. İman bir kabul yani tasdik, İslâm ispattır. Burada İslâm kelimesi yerine şeriat da diyebiliriz. Bununla kasıt ameldir. Amel ise yapılması ve sakınılması gereken her şeydir. Burada bazen yapmak bir amel olduğu gibi yapmamak yani terk de bir ameldir. Hatta bu terk şeriatın gereği ise en büyük amellerdendir.
İman cennetin anahtarı ise ameller o anahtarın korunmasıdır. İman güvenli bir yurt ise ameller o yurdun surlarıdır. Hülâsa amellerden uzak, müslümanca yaşanmayan bir hayat imandan kopuk bir hayattır.
Hakiki tasdikin alameti
İslâm sadece itikadî, vicdanî veya soyut kabullere dayanan bir din değil, aynı zamanda kişinin duygu düşünce dünyasına ve bütün hayatına müdahale eden bir dindir. İslâm, hayır olduğuna inanılan her iyi, güzel ve faydalı işin ısrarla uygulanmasını ister.
İslâm’da inanmak ve inanılan şeyi yapmak esas olduğundan imanla amelin birlikte bulunmasının gerekliliğine büyük önem verilmiştir. İmansız iyi ameller Hak katında kıymetsiz olduğu gibi amelsiz iman da özellikle son nefeste büyük tehlike altındadır.
Amelsiz müminin durumu “ben iyiyim” deyip iyilik yapmayana, “ben hayırseverim” deyip hayırdan uzak durana benzer. İmanla kendini akladığını zannedip amelden uzaklaşmak, huzuru İslâmsız bir hayatta aramak demektir. Fakat bu durum büyük yanılgıdır, hüsrandan başka bir şey getirmez. Bu durum kalbin manevi bir hastalığı olarak görülmüştür.
İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhû hazretleri bu hususta şöyle der:
“Kalp hastalığı, vahiyle indirilen hükümlere kalbin yakîn bulamaması (kesin olarak inanamaması) durumundan ibarettir. Bu hükümleri tasdik etmeleri, ancak görünüşte bir tasdiktir; hakikatte değildir. Hakiki tasdikin alameti şudur: Şer’î hükümleri yerine getirirken kolaylığın, hafifliğin ve gönlün şen olmasıdır. Bu manada Allah Teâlâ şöyle buyurdu: ‘
Kendilerini davet ettiğin şey müşriklere ağır geldi. Allah Teâlâ ona istediğini seçer. Kendisine yönelenleri O’na hidayet eyler.’ (Şura 13)
Hak Teâlâ bir gün ve bir gece içinde on yedi rekât farz namazı emretti. Bunların hepsinin toplam edası bir saati bulmaz. Bununla beraber bu namazlarda okumaların mümkün olan miktarını yeterli buldu. Ayakta durmak zor olduğu takdirde oturmak için izin verdi. Oturmak zor olduğu takdirde yan yatmaya da cevaz verdi. Rükû ve secdeler zor olduğu takdirde imâ emrini verdi. Suyu bulmak zor olduğu takdirde onun yerine teyemmümü koydu. Malların zekâtında fakirlere ve çaresizlere kırkta bir hisse tayin etti. Bütün ömürde bir defa hacca gitmeyi farz kıldı. Bu haccı eda işine dahi yol emniyetini, yolculuk rahatını, yiyecek içecek işlerine güç yetmesi şartını koydu. Yeme içmeden ve giyilecek elbiselerden pek çoğunu mübah kıldı, bunlardan haram olan kısmını pek az eyledi.
Bu kadar kolaylığa rağmen her kim şer’î hükümleri zor görürse bu insafsızlık olur. Böyle bir kimse manevi kalp hastalığına müptelâdır. Sağlık durumu yerinde olanlara göre nice kolay işler vardır ki, zayıflara ve hastalara pek zor gelir.” (Mektubât)
Şu halde kişi imanının ne durumda olduğunu merak ediyorsa amellerine bakmalı. İman kalpte saklı iken ameller bedende zâhirdir. Kimse kimsenin kalbini bilemez. Hatta bazen insan kendi kalbinin halini bile bilemez. Ancak ilmi her şeyi kuşatan Allah Teâlâ bilir.
İnsan kendisini ancak amelleriyle tartabilir. İddia sahibinden ispat istendiği gibi güzel amellerle imanı ispat etmeli. İddiasını kötü amellerle kendisi çürütmemeli. “Kalbim temiz” deyip de amelleri sadece kalbe ait zannetmemeli.
İnsan dünya işleri için nasıl ki bedenini yoruyorsa, dinî hayatında da bedenini yormalı. Dinin hayatın tamamına dokunduğunu unutmamalı. İleride aç kalmamak, rahat bir hayat yaşamak için nasıl ki bugün canını dişine takıp çalışıyorsa, âhirette mahrum kalmamak, hüsrana uğramamak için de bugün gayret edip amel etmeli.
“Bana imanım yeter” demek, şeytanın aldatmasından ibarettir. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in sünneti olan amelleri asla küçük görmemeli. O bir peygamber olmasına rağmen amele çok önem verirdi. O’nun bütün hayatı amellerle örülüydü. Sürekli amel eden bir peygamberin ümmeti olarak bize düşen, amellere yapışıp O’nun sünnetine uymaktır. Sadece imana güvenmenin, nefsin ve şeytanın bir aldatmacası olduğunu unutmadan iman ile amel arasını ayırmamalı, ameli her daim hayatın merkezine yerleştirmeli.
Amel-Bilgi İlişkisi
Amel ile yakından ilişkili bir başka kavram da ilimdir. Yani bilgi. İman amelin caddesi ise bilgi o caddenin ışığıdır. Caddeden sapmamak, engellere takılıp düşmemek için, önünü görüp daha hızlı yol almak için ışığa ihtiyaç olduğu gibi iman caddesinde giderken güvenli yol almak için de ilme ihtiyaç vardır. Bunun için ilme “nur” denilmiştir.
Sırat-ı müstakim olarak adlandırılan Hak yola iman ile girdikten sonra artık yapılması gereken bu yolda dosdoğru ilerlemektir. İlerlemek amellerle mümkündür. Amelleri doğru yapabilmek için de ilim gerekir.
Bir işten sonuç almak, o işin usulüne uygun yapılmasıyla mümkündür. “Vusülsüzlük usulsüzlüktendir” sözü bunun için söylenmiştir. Yani ilerleyememek, hedefe ulaşamamak usule uyulmadığındandır. Usule uymanın ilk adımı da ilimdir, öğrenmektir. Bilmeyen ne yapacağını, neden yapacağını, nasıl yapacağını da bilemez. Bilen ise yolunu yordamını bilir. O yola çıkmış, yolunu açmıştır. Şimdi ilerlemek için tam donanımlı olarak hazırdır.
Amel için gereken bilgileri öğrenen bir mümin, ilmiyle amel etmediği sürece ilmin faydasından mahrum kalır. Nasıl ki silahlarını kuşanmış bir askere savaşması gereken yerde düşmanla savaşmadıkça o silahların bir faydası olmayacaksa, ilim ile nurlanan bir mümin de bu ilmiyle amel etmedikçe ilim ona ancak yük olur.
Nitekim savaşta iyi silah kuşanana değil iyi savaşana kahraman derler. Maharet silaha sahip olmakta değil, iyi kullanabilmektedir. Ancak düşmanın iyi donanmış bir askerden ve ordudan korktuğunu da unutmamak gerekir. Şeytan ilim sahibi bir kimseden daha fazla korkar. Fakat onların da çok güçlü silahları vardır. Amel etmedikçe nefs ve şeytan karşısında mağlubiyet kaçınılmaz olur.
İşte çokları tam savaşılması gereken anda geri çekildikleri için hüsrana uğrar. Ya gafletten dolayı amel etmedikleri için, ya kibirden dolayı ameli küçümsedikleri için, ya aldanıştan dolayı ilmi yeterli gördükleri için... Hâsılı ilimlerini amele sevkedemedikleri için ziyan içindedirler. İlimden hiç nasibi olmayıp amel etmeyenler bahsimiz dışındadır, onların durumu da bir o kadar vahimdir.
Sözün müşterisi çok, amelin tâlibi yok
Mümin amel ile ilmin yükünden kurtulur, ilmini de sürekli tekrarlamış olur. Böylece yenilenir, tazelenir, hafifler. Bu vesileyle “Kim bildikleri ile amel ederse Allah o kimseye bilmediklerini öğretir” (Acluni) hadis-i şerifinde beyan buyurulan hakikate ulaşır.
Dinî ilimlerin neredeyse tamamına yakını amelle ya doğrudan ya da dolaylı olarak ilişkilidir. Mesela fıkıh ilmi tamamen amellerin hükümleriyle ilgilenen bir ilim sahasıdır. Hadislerin büyük çoğunluğu ameller üzerine olduğu için hadis ilmi de amelle yakından ilişkilidir. Kur’an-ı Kerim’de en azından amel üzerine olan ayetlerin tefsiri de amelle ilişkilidir. Amel üzerine olmayan ayetler ise; mesela âhiret ahvalinden haber veren ayetlerin korkutma ve müjde içerdiği için muhatapları amele sevk ettiğini düşünürsek tefsir ilmi de amelle yakından ilişkilidir. Tasavvuf ilmi de daima ameli tavsiye ettiğinden ve Hakk’a yakınlık ile amel arasında sıkı bir ilişki kurduğundan o da amelle yakından ilişkilidir.
İnsan nefsinin ilimden haz duyacağı çok şey vardır. Kişi ilmi ile kibirlenebilir, meclislerde söz sahibi olabilir, insanlar ona ilminden dolayı saygı gösterebilir, itibarı artabilir. Dikkat edilmezse nefsin rahatlıkla at koşturabileceği bir sahadır burası.
Amel ise böyle değildir. Amelde nefsin zorlanması çok daha fazladır. Kaldı ki amellerin çoğu gizlidir, nefs tek başınadır. Açık olanlarda da icraat her zaman yapmamaya göre daha zordur. Bundan dolayı amel tavsiyesine amelle karşılık verenler söz ile karşılık verenlerden daima daha az olmuştur. Mevlanâ Celaleddin-i Rûmî Hazretleri şöyle der:
“Amel ve ameli talep eden nerededir ki onlara amel göstereyim? Sen hâlâ sözün tâlibisin. Bir şey dinleyeyim diye kulak vermişsin. Eğer söylemesem mahzun olursun. Amel tâliplisi ol ki sana ameli göstereyim.
Biz âlemde ameli göstermek için bir adam arıyoruz ama müşterisini bulamıyoruz. Kelâmın ise müşterisini buluyoruz, onun için kelâm ile meşgulüz. Sen madem ki amel edici değilsin, ameli ne bilirsin?
Ameli amel ile, ilmi ilim ile, sûreti sûret ile ve manayı da mana ile anlamak mümkündür. Mâdem ki bu yolun yolcusu yoktur, bizim yolda ve amelde olduğumuzu nasıl bileceklerdir?” (Fîhi Mâ Fih)
Amel-Niyet İlişkisi
Amelle belki de en yakından ve en fazla ilişkili kavram niyettir. Niyet bu önemini “
Ameller niyetlere göredir” (Buhârî)
hadisinin yanında bu minvaldeki birçok ayet, hadis ve sünnetten alır. Niyetin önemi açısından sadece bu hadis bile tek başına yeterlidir.Her işin bir genel şartı bir de özel şartı vardır. İman sâlih amelin genel şartıdır, niyet ise özel şartı. Hangi iş olursa olsun, işin ne için yapıldığı o işin yapılmasından daha mühimdir. Hatta genellikle nasıl yapıldığından da mühimdir. Çünkü “niçin” “nasıldan”, “nasıl” “ne”den daha önemlidir. Bu durum aslında hayatımızın ortasındadır ve herkes tarafından zımnen kabul edilir.
Mesela bir kimsenin size bir iyilik yaptığını görseniz onun hakkında iyi düşünceye sahip olursunuz. Ancak o kimsenin bu iyiliği bir menfaat için yaptığını öğrenseniz onun hakkındaki iyi düşünceniz bir anda tersine döner. İşte kulların Hak Teâlâ’ya karşı yaptıkları ameller de böyledir. Her ne yapılırsa yapılsın, niyet ancak Allah Teâlâ’nın rızası olmalı, yani amelin yönü daima Hakk’a dönük olmalıdır. Amellerin Hakk’a dönük olmasındaki doğruluğa “sahih niyet”, sapmalara “fâsit niyet” diyoruz.
Niyetin amelin değerini belirlemedeki etkisi o kadar fazladır ki, ibadetler bile niyet bozuk olduğunda iptal olabiliyor, hatta bazen gazaba sebep olabiliyor. Mesela bir kimse oruç tutuyor. Fakat niyeti sadece perhiz yapmaksa oruç tutanlarla aynı şartları yerine getirse, aynı zorluğa katlansa bile Hak katında bu orucun hiçbir kıymeti yoktur.
Yine ihtiyaç sahibi bir kimseye yardımda bulunan birinin niyeti etrafındakilere cömert görünmekse bu yardımın ona hiçbir faydası olmaz. Belki Hak katında bu amel nedeniyle azaba bile müstahak olabilir. Çünkü riya ile münafıklık arasında ince bir çizgi vardır.
Fâsit yani bozuk niyet kabın dibinin delik olmasına benzer. İnsan o kaba amellerini doldurur. Ancak niyeti arızalı olduğu için dökülür gider, elinde hiçbir şey kalmaz. Halbuki o ameli yapmak için ne kadar uğraşmıştır. Bu gerçekten acınası bir haldir.
Diğer taraftan hayatın akışı içine amel sayılmayacak sıradan işler de Allah için yapıldığında, yani sahih niyetle mükâfatı olan amele dönüşür. Hatta şeriata aykırı olmamak kaydıyla kötü bir iş gibi görünen bazı şeyler de niyet güzel olduğunda ecre sebep olabilir.
Genellikle güzel işler güzel niyetle, kötü işler kötü niyetle yapılır. Fakat mümin için burada mühim olan amellerine farklı dünyevî niyetler karıştırmamasıdır. Ayrıca sıradan işlerinde bile niyetini düzelterek ibadet mahiyeti kazandırmasıdır. Bu çok büyük bir kazançtır.
O halde insan amellerinde niyetine çokça dikkat etmeli. Bozuk niyetlerle amellerini heba etmemeli. Her ibadeti, her işi Hakk’a dönük olmalı. Kalbiyle sadece O’na yönelip O’nun rızasını gözetmeli.
Sırf O’na kulluk etmek için yaratıldığımız bu âlemde her işimiz, her amelimiz O’na kulluk olsun. Hakk’ı her işimizde önümüze alalım. Niyetlerimizde Hakk’ın rızasını gözetip amellerimizi öyle yapalım. Ameller derken sadece ibadetlerimizi değil, gün içerisindeki her işimizde niyetimizi Hak için kuralım. Kalkışımızı yatışımızı, yememizi içmemizi, çalışmamızı dinlenmemizi, konuşmamızı susmamızı Allah için yapalım.
Amel-İhlâs İlişkisi
Amel ile ihlâs arasındaki ilişki amel ile niyet arasındaki ilişkiye benzese de ihlâs birçok yönüyle daha farklı bir kavramdır. Niyet amel öncesinde var olması gereken bir şey iken ihlâs amel ile beraber ve amelle içiçe olması gereken kalbî bir haldir.
İhlâs amelle etle tırnak gibidir. Amelin ruhudur. Amel ifa edilirken kalbin tam olarak ne yaptığının idrakinde olması ve bu halini koruması gerekir. İşte ihlâs, amel esnasında kalbin sadece Allah’ın rızasını gözetmesi, kalpte farklı gaflet unsurlarının bulunmaması, beden iş yaparken kalbin de buna eşlik etmesidir.
İhlâsın niyete göre zorluğu tam da burada ortaya çıkar. Niyet anlıktır ve belirlidir. Amel öncesinde kalpteki maksattır. İhlâs ise hem bu maksadın hem de kalbin gaflete düşmeden Hakk’a dönük halinin amel boyunca korunmasıdır. Bu halin amel boyunca muhafaza edilmesi gerçekten yiğitlik ister. Bu halin tek başına elde edilmesi de çok zordur.
Burada kalbin arındırılması (tasfiyesi) ve nefsin temizlenmesi (tezkiyesi) gerekir. Cibrîl Hadisi’ndeki “ihsan” da ihlâstan farklı bir şey değildir. İşte insanın kendi kendine yetemediği ve bir mürşide ihtiyaç duyduğu alanlardan biri tam burasıdır.
Ameller bir şekilde ihlâsla bütünleşmek zorundadır. Ayet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde amellerden bahsedilirken doğrudan “amel” diye değil, “sâlih amel” diye bahsedilir. Yani amel “sâlih” ise ameldir, değilse herhangi bir iştir. Amelin bu sâlihlik vasfı tam olarak ihlâsa tekabül eder.
Amellerin hem kişiye hem de topluma dönük dünyevî bir takım faydaları olabilir. Fakat bunlar hikmet-i ilâhî ile ilgilidir. Dünyevî menfaatleri elde etme kaygısıyla ihlâsa varılamaz. İhlâs, kişinin Rabbi ile arasında gerçekleşen manevî bir haldir. Dünyevî faydalar dünya ile sınırlıdır. Âhiret ve rıza-i ilâhî bu faydalardan kat kat üstündür.
Ayrıca sırf Allah rızasını göz ardı edip dünyevî faydaları ön plana çıkarmak, psikolojik ve sosyolojik yönlerini konuşmak ve bu yönde bir teşvik doğru değildir. Maalesef özellikle günümüzde bu duruma çokça şahit oluyoruz. Mesela oruç ibadetinden bahsederken bir anda herkes orucun sağlığa ve topluma faydaları, zenginlerin fakirlerin halinden anlamaları gibi yönlerine atıfta bulunuyor. Halbuki bir müminin derdi, kaygısı bunlar değil, sadece Allah Teâlâ’nın rızası olmalıdır. İhlâs, bir karşılık veya menfaat uğruna amel etmek değil, sırf Allah Teâlâ emretti diye o ameli yapmaktır.
Amel-İstikamet İlişkisi
Amelde aranan özelliklerden biri de devamlılığıdır. Amellerin sürekliliği ve belirli bir düzen içerisinde devam etmesi, müminin hayatını kulluk açısından düzene sokan muhteşem bir kuraldır.
Resûlü Ekrem Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor: “
Amellerin en hayırlısı az da olsa devamlı olanıdır.” (Buhârî)
İtibar akıbete göre olduğundan, amelin istikamet üzere ölüme kadar devam etmesi çok önemlidir. Kalıcı olan geçiciye göre daima üstün olduğundan, amelin de az da olsa sürekliliği, çok da olsa geçiciliğinden üstün tutulmuştur.
Az da olsa devamlı amel eden sırat-ı müstakim üzeredir. Ancak çok da olsa ameli bir yapıp bir yapmamak sırat-ı müstakimden zaman zaman ayrılmak ya da ayrılma tehlikesiyle baş başa kalmaktır.
İstikamet, ameli hiçbir zaman terk etmemektir. Amel sadece ibadetler değildir. Yapılan tüm iyi işler ve hatta kalbî ameller de amele dahildir. İş böyle olunca müminin hayatı boyunca sadece Hakk’ı gözetmesi, bıkmadan, usanmadan sabır ve şükürle amele devam etmesi çok önemlidir.
Bu, adeta işi sonuna kadar götürmek, emaneti sahibine teslim etmek gibidir. Emanet sahibine teslim edilmedikten sonra onu ne kadar korusan da taşısan da bir kıymeti olmaz.
Amel-Şeriat İlişkisi
Amel ile şeriat arasında doğrudan bir ilişki vardır. Şeriat dinin bütününü kapsar. Hükümlerin kalbî, bedenî ve malî olarak insanlar üzerindeki icrasını dikkate alır. Bireysel ve toplumsal hayat içinde sadece ilâhî değil, dünyevî ceza ve mükâfat gibi karşılıklardan da kuvvet alır. Böylece şeriat hayatın tam ortasındadır.
Şeriatın insan üzerindeki tezahürünün en fazla görüldüğü alan amellerdir. Şeriatın zâhire hükmetmesi, daha çok zâhirde belirgin olan amellerin şeriatla yakından alakalı olmasını beraberinde getirmiştir. Bundan dolayı kulun bütün iddialarının şeriat ölçüsünde tartılması büyük önem arzeder.
Şeriatın kuralları belirli, kesin ve somuttur. Dolayısıyla şeriatın kurallarının dışına çıkıp da iyi ve doğru olduğunu söyleyen kimseler yalanlanır. Şeriat herkes için daima en öndedir. Ona uymayan herkes ve her yol bâtıla çıkar.
Şeriat zâhire göre hüküm verdiğinden, şer’î emirlerin muhatabı genelde beden ve onun fiilleridir. Bir başka deyişle şer’î emirler genelde amel olarak beden ve mal üzerinde tahakkuk eder. Bir kimsenin mümin olup olmadığı dilinin beyanına göre anlaşılır ve ona göre muamele edilir. Bir kimsenin Müslüman olup olmadığı bedenî bir amel olan namazına, orucuna, haccına bakılarak anlaşılır.
Diğer şer’î emirlerin de çoğu bu şekildedir. Bu amellerde her ne kadar kalbî niyet çok önemli olsa da şer’î muamele bedenin amellerine göre yapılır.
Amel ile şeriat arasındaki ilişkinin uygulamadaki belirleyicisi sünnettir. Sünnete uygun olmayan amel şeriattan uzak, bid’ata daha yakındır. Şeriat amellerin sadece farzları ve vacipleri değil, o ameli tamamlayan sünnetleridir. Yani ameli Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellemin yaptığı gibi yapmaktır.
Amellerin günlük hayattaki karşılığını, uygulanışını, nasıl yapılacağı ile ilgili detayları neredeyse tamamen sünnetten öğreniyoruz. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in örnekliği ve rehberliği olmasaydı ümmetin bu amelleri doğrudan Kur’an-ı Kerim’den çıkarmaları mümkün olamazdı.
Sünnet tüm amellerin ete kemiğe bürünmüş halidir. Sünnetten bağımsız ya da uzak bir amel anlayışı fâsiddir. Sünnet derken sadece amellerin sünnetlerini kastetmiyoruz. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in bütün hayatını ve özellikle ibadetlerin farzıyla, vacibiyle, mendubuyla tamamını kastediyoruz.
Biz amellerin farzını da O’ndan öğrendik, sünnetini de. Amelleri bozan haramları da O’ndan öğrendik, mekruhları da. Sadece ibadetleri de değil, bir bütün olarak hayatı nasıl yaşamamız gerektiğini de O’ndan öğrendik. Yememizden içmemize, yatmamızdan kalkmamıza, çalışmamızdan istirahatimize kadar hayatımızın her anı ve her işini biz sünnetten öğreniyoruz.
Dolayısıyla sünnet bir hayat nizamıdır. Sünnet amellerin mihenk taşıdır, merkezidir. Bundan dolayı Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’e mutabaat eden kişi, işin tamamını halletmiş demektir.
Amelle şeriat arasındaki ilişkinin bir başka boyutu bedenin ruhla olan ilişkisi ile ilgilidir. Amel yönünden bedenin ruha teslim olmasına İslâm, ruhun bedene teslim olmasına ise isyan denir.
Ruhun bedene teslim olması demek, bedenin hazları ve onun kaynağı olan nefse teslim olmaktır ki, Allah muhafaza, böyle bir durumun sonu hüsrandır. Bu durumda insan iyi amellerden uzak durur, münkere ve fahşâya, yani yanlışa ve çirkinliklere yönelir ve varlığını heba eder.
Ancak beden ruha teslim olursa, ruh ulvî bir cevher olduğu için bedeni de Hakk’a çeker, sâlih amellere sevkeder. Böylece insanın ebedî saadete ulaşmasına sebep olur.
Amel neticedir. Küpün içinde ne varsa dışına da o sızar. Ameller kalpten bedene sızan işlerdir. Yani içten dışa sızan davranışlardır. İnsan ne kadar çok amel ediyorsa, ne kadar çok hayırlı ve güzel işler yapıyorsa, ne kadar çok kendini haram ve kötü işlerden uzak tutuyorsa kalbi o kadar temizdir. Eğer güzel ameller yapamıyor ve kötü işlerden de kendini alıkoyamıyorsa küpün içinde bir sorun var demektir.
Dinin ve hayatın merkezi
Amel hem dinde hem de insan hayatında merkezî bir konumdadır. Gerçekten de mümin hayatından amelleri, ibadetleri çıkarsa ortada ne şeriat ne de din kalır. Geriye sadece kalbî ve vicdanî iddialar kalacaktır ki bu da belirsizlikten kurtulamayacak, tam anlamıyla bir kargaşaya neden olacaktır.
İnsan dünya âleminde şehadet (zâhir, görünme) mertebesinde olduğundan dolayı kalbindeki görünmeyen imanını bedenindeki azalar ile görünür hale getirmek, bir başka ifade ile şahitlendirmek mecburiyetindedir. Âhirette dile kilit vurulup azaların şahitlik ederek konuşacak olması bundan dolayıdır, denilebilir.
Bu âlemde hiçbir müminin “imanım beni kurtarmaya yeter” demesi onu kurtarmaz. Bunu azalarıyla amel ederek ispatlaması istenmiştir. Yani söz değil icraat talep edilmiştir.
Mümin hayatını dininin kaidelerini dikkate alarak yaşar, yaşamalıdır. Bu kaideler de helal, haram, farz, vacip, sünnet, mekruh gibi hükümlerle belirlenmiştir. Bu hükümlerin muhatabı insanın daha çok amelleridir.
Yani bir şeye helal derken müminin bir fiilinin dinin sınırları içerisinde olduğu ve buna izin verildiği kastedilir. Haram derken de dinin sınırlarının dışında olduğu ve buna izin verilmediği kastedilir. Farz kesinlikle yapılması gereken bir ameli ifade ederken, mekruh yapılmasının kerih görüldüğü bir ameli ifade eder. Vacip kesin olmasa da kesine yakın bir kuvvetle yapılması gereken bir ameli, sünnet Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz yaptığı için yapılması hoş görülen ameli ifade eder.
Bunların dışında kalan fiillere ise mübah denir ki o da yapılması ya da yapılmaması eşit olan fiillerdir. Bir kimse mübah bir işi harama dalmadan Hakk’ın sınırlarına riayet ederek Allah rızası için yapıyorsa bunun da bir karşılığı vardır.
Kısacası tüm hükümler ekseriya amelle ilgilidir ve din, müminin bütün hayatını ve fiillerini kapsar. İşte bu durum amelin ehemmiyetini daha da artırır.
Amel ve İbadet
Amelin Müslümanın günlük hayatı üzerindeki önemini daha iyi kavrayabilmek için amel ile ibadet arasındaki farkı da anlamak gerekir. Daha doğru bir ifade ile ibadet amelden farklı bir şey midir; ibadet daha özel amel daha genel midir; bunları bilmek özellikle ibadetleri öne alıp ameli arkaya atma algısı açısından mühim bir konudur.
Şeriatta amel ibadet ayrımı yapılmamakla birlikte bazı ameller özellikle belirlendiği ve bunların Allah’a kulluğun doğrudan ifadeleri olması nedeniyle özel olarak ele alınmıştır. Namaz, oruç, hac gibi.
Ancak amel, daha geniş bir kavram olup ibadetleri de içine alır, Allah için yapılan bütün iyi işleri kapsar. Hatta sâlih olması ve şeriata uygun olması şartıyla yapılan bütün işler amel kapsamına girer. Bunda bir sınır yoktur. Bazen günlük rutin işler dahi bu manada amel sınıfına girebilir. Ancak bu ameller asla şeriatta belirlenmiş olan ibadetlerin önüne geçmemelidir. Yani öncelik sırası ibadetlerdedir.
İbadet ile amel arasında bir ayrım yapmak beraberinde farklı bir tehlike getirir ki bu da din ile dünyanın birbirinden ayrıştırılmasıdır. İşlerimizi, davranışlarımızı, sözlerimizi dinî-dünyevî diye bir ayrıma tâbi tuttuğumuz zaman, aslında farkında olmadan dini hayatımızın en azından bir kısmından çıkarmış oluyoruz. Halbuki din hayatın tamamını kapsar. Günlük hayatımızı dinî ve dünyevî diye ayrıştırarak yaşadığımızda sadece ibadetleri Hakk’a hasredip görevimizi yaptığımızı düşünmemize neden olur ki bu büyük bir yanılgıdır.
Mesela bir Müslüman Ramazan ayında beş vakit namazını kılıp orucunu da tuttuğunda adeta üzerine düşen her şeyi yaptığını düşünür. Ya da mübarek bir gecede yatsı namazını kılıp birkaç sayfa Kur’an-ı Kerim okuduğunda, hele bir de üstüne nafile namaz da kıldıysa geceyi ihyâ ettiğini düşünerek sevinir.
Bunları yaptıktan sonra sanki görevini yerine getirmiş edasıyla yanlış ve mâlâyâni işlere döner. Halbuki ihyâ etmek belirli bir zamanda belirli bir ibadeti yapmak değildir; ihyâ kişinin kendisini ihyâ etmesidir. Bütün zamanını Hak için sarf edip yol almasıdır. Bu gayret içerisinde olmasıdır.
Allah dostlarının o kadar ibadet etmelerine, o kadar ilim ve ahlâk sahibi olmalarına rağmen kendilerini Hakk’a karşı mahcup addetmelerinin sebebi işte budur. Daima kendilerini eksik ve kusurlu görürler. Asla “bugün bütün görevlerimi yerine getirdim” demezler, nefslerini asla temize çıkarmazlar.
Amel kavramı müminin hayatındaki bütün hal ve hareketleri kapsadığından, hedef bu amellere sâlihlik vasfı kazandırmaktır. Her an herkes bir işle meşguldür. Mühim olan bu işlerin sâlih olup olmamasıdır. Yani Allah için olup olmamasıdır.
Bilmek gerekir ki Allah için olmayan ameller dünyada kalır. Fakat sâlih ameller Allah için olduğundan âhirete intikal eder, sahibine yoldaş olur.
Namaz, oruç, hac, zekât, cihad, Kur’an-ı Kerim tilaveti, zikir, iyiliği emredip kötülükten men etmek gibi ibadet mahiyetindeki amellerin yanı sıra iyilik, doğruluk, infak, sohbet, nasihat, edep, helal kazanç gibi daha nice işler de sâlih amel kapsamına girer.
Bunun bir öte hali olan bütün davranışlarımız ve hatta halimiz de amel kapsamına girer. Böyle olunca mümin her anını kontrol eder. İşte o zaman Cibrîl hadisinde ifade edilen ihsan makamının önemi ortaya çıkar. Nitekim orada “İhsan nedir?” diye sorulduğunda Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, “
Allah’a O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görmektedir”
buyurmuştu.Yani mümin her anını Allah’ı görüyormuş gibi geçirmelidir. Hakikat de zaten budur.
İlmimizden mi sorulacağız amelimizden mi?
Ameli farklı ve mühim kılan bir başka husus ise sorgulamanın amel üzerinden olacak olmasıdır.
Âhirette lazım olan bilgi değil ameldir. Kişi ölümden sonraki her durakta ameli ölçüsünde bilmiş olacak. Yoksa bu âlemde çok bilenler orada da çok bilenler olmayacaklar. Bilenler değil, bildikleri ile amel edenler diğer âlemde asıl bilenler olacaklar.
Mesela kabirdeki suallerin cevaplarını bu dünyada öğrendiğimiz bilgi ile değil, onların gereklerini yapmakla verebileceğiz. Öğrendiklerimizle amel edebildiğimiz kadar rahat ve doğru cevap verebileceğiz. Bu durum diğer âhiret menzilleri için de geçerlidir. Nitekim âhirette diller susacak, azalar konuşacak. Allah Teâlâ ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:
“
O gün biz onların ağızlarını mühürleriz de neler kazandıklarını bize elleri söyler, ayakları da şahitlik eder.” (Yâsîn 65)
İmandan sonra şer’î hükümler hep amelle alakalıdır. Âhirette de sorgunun tamamına yakını kalbî ve bedenî ameller üzerinden olacaktır. Mizanda tartılacak olan da ameller olacaktır.
İşin hakikatinde ilim tahsili de bir ameldir. Fakat sonu amelle buluşmayan ilim, sahibini âhirette kurtarmaya yetmez. Yani ilim daha çok sebep iken amel daha çok neticedir. Ancak ikisi de iç içedir. İlimsiz amel tuzsuz yemek gibidir, elbette tuzsuz yemek de vücudu besler, fakat tat vermez. Tek başına tuz ise hiç yenmez. O halde ikisini dengede tutmalı, rıza-i ilâhî için amel maksat olmalıdır.
Dünyada amel var sorgu yok, âhirette ise amel yok sorgu var. Mümin için dünya rahatlığın hedeflendiği bir yurt olmamalı. Dünya âhiretin tarlasıdır. Dünyada ne kadar eksek az. Zira hasatın biçilip istifade edileceği âhiret hayatı ebedidir. Sürekli çalışmalı, gayret etmeli, amel etmeli. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle bir iş bitince hemen başka bir işe koyulmalıdır. (İnşirah 7)
“Şu hale gelirsek bu iş biter” denilen bir nokta yoktur. Mümin için son nokta ancak ölümdür. Ölüm gelinceye kadar da sürekli imanı muhafaza etmeli, ilim tahsil edip ameli daim kılmaya çalışmalıdır.
Sürekli hak yolda yol almalı. Bu yol öyle herhangi bir yol gibi sonu belirli değildir. Ölüm belirsiz olduğu için yolculuğun ne zaman biteceğini bilmiyoruz. Ancak muhakkak biteceğini ve bu yolun hak olduğunu biliyoruz.
Unutmamak gerekir ki bu yolda yolcuyu tutan ameldir. Amel yoksa ya da azsa bu boşluk muhakkak başka meşguliyetlerle doldurulur. İnsan vaktini bir şeylerle geçirmek zorundadır. Bunun için “
Sen nefsini hayır ile meşgul etmezsen o seni şer ile meşgul eder”
denilmiştir.O halde hem dünyayı hem de âhireti imar edecek sâlih amelleri ve ibadetleri önemsemeli. Dünyadan kabre ve âhirete götürülebilecek tek sermayenin sâlih amel olduğunu unutmamalı. Amel haricindeki her şeyin amel olmadan pek işe yaramadığını da bilmeli. İlim de, niyet de, ihlâs da, istikamet de ancak amel ile anlamlı.