İslâm’ı yaşamaya yeni başlayanların çoğu, Efendimiz’i insanlara genellikle iman, abdest, namaz gibi konulardan bahseden biri olarak tanırlar. Halbuki İki Cihan Serveri A.S.’ın bütün söz ve işlerine bakıldığında, ağırlıklı olarak adaletten, toplumsal dayanışmadan ve kardeşlik hukukundan söz ettiği görülür.
Bir dönem öğrenci arkadaşlarla kaldığımız evimizin karşısında ahşaptan yapılmış, kimi yerleri naylonlarla kapatılmış gecekondu bile denemeyecek derme çatma bir ev vardı. Burada epeyce yaşlı bir çift yaşardı. Ne çocukları vardı yanlarında kalan, ne de bir başkası. Tek başlarına idiler. Birlikte kaldığımız arkadaşların da dikkatini çekmiş olduğundan, zaman zaman onlar hakkında konuşurduk. Kimsesiz olmaları, komşuların ilgisizliği, acınası halleri bizi hep düşündürürdü. O evden ayrılalı altı yıl oldu. Kimi eski arkadaşlarla o günleri yad ettiğimizde, zihnime düşen ilk fotoğraflardan biri de o iki yaşlı insan olur.
Hatırlıyorum, bir ikindi sonrası okuldan dönüşte ikisinin de elinde bastonları, birbirinin ellerinden tutmuş, fırına doğru gidiyorlardı. Kaderin yüzlerine çizdiği derin çizgilerin arasında bir mutluluk ifadesi okunuyordu. Hayatın her türlü cilvesini beraber yaşamışlar, acısına tatlısına beraber göğüs germişler, birbirlerine dayanak olmuşlardı. Dışarıdan bakıldığında bir kahır ocağı gibi duran o derme çatma evi bir “saadethane”ye çeviren, yüzlerindeki o mutluluk ışıltısının da kaynağı, işte bu dayanışmadan başka bir şey olmasa gerekti.
Kanaatimce evliliği, aile kurmayı “Allah’ın emri, Peygamber’in kavli” olarak böylesine önemseyen İslâm’ın gözettiği hedeflerin başında, böyle bir dayanışmayı temin etmek de vardır. Çünkü tek başına hayatın sillelerine, sıkıntılarına tahammül gerçekten çok zor. İslâm toplumlarının, yaşadığı onca sıkıntıya rağmen hâlâ ayakta durabilmesinde aile yapısının rolünü göz ardı edebilir miyiz?
Yitirilen Güven Duygusu
Gelişen teknolojiye karşın güven duygusunu artık yitirmiş toplumlarda en çok kazanan şirketlerin başında sigorta şirketlerinin olduğu herkesin malumu. Sigorta müslüman memleketler için yeni sayılabilecek hususlardan biri. Dinî hükmü de hâlâ tartışılmakta, herkesin tamam diyebileceği bir hükümde ittifak henüz mümkün görünmemekte. Amacım sigortanın hükmünü tartışmak değil elbet. Ama sigortanın hâlâ tartışılan bir mesele olarak gündemde bulunmasının bir anlamı var: Beş asırdır batıda uygulanan bir müessese bizde yeni gündeme gelmişse, bunun sebebi, yakın zamana kadar sigortanın yerini dolduracak başka müesseselerin olduğu gerçeğidir.
Sağlam bir aile kurumu ve akraba ilişkileri başta olmak üzere bir takım hukukî, idarî ve sivil kurumlar, sosyal adaleti ve toplumsal dayanışmayı yakın zamana dek en güzel şekliyle temin etmekte idi.
Malı-mülkü, çalışıp kazanabileceği bir işi olmayan, kimseler, ne halin varsa gör denilip açlığa veya hırsızlık, fuhuş gibi gayri meşru işlere mahkum edilemez. Bu durumda kalmış bir kimseye el uzatacak olanlar, elbette evvela toplumun zenginleridir. Gerek tasadduk ederek, gerek zekâtını vererek bu mağduriyet muhakkak giderilmelidir. Çünkü karnı aç olan, akşama evine götürecek ekmek bulamayan kimseye zikirden, şükürden bahsetmek bugün çok anlamlı gözükmüyor.
Kefaretlerdeki Hikmet
Zayıfların alabildiğine ezildiği bir zamanda imdada yetişen İslâm’ın, birçok günahın kefareti olarak malî cezalar öngörmesi toplumsal dayanışmayı hedeflemesi açısından gayet anlamlıdır. Mesela yeminini tutmayan kimsenin kefaret olarak ilk yapacağı şey on fakiri sabah akşam doyurmasıdır. Öyle ki, diğer bir kefaret yolu olarak üç gün arka arkaya oruç tutmak, ancak buna gücü yetmediği takdirde sözkonusu oluyor. Aynı şekilde zıhar kefaretinde, hac zamanında yapılan kimi kusurlu fiillerin kefaretinde hep malî cezalar öngörülmüştür. Ramazan ayında verilen fitreler ve bayramlarda yapılan tasadduklarla beraber bütün bunlar, aslında tasadduk anlayışını geliştirmek ve dayanışma ruhunu teşvik içindir.
Dayanışma içinde olmak İslâm’da öylesine yüceltilmiştir ki, her yıl yapılması istenen malî bir yardım zekât ibadeti olarak zenginlere farz kılınmıştır. Kimlerin zekât alabileceğini belirleyen Tevbe Suresi 60’ıncı ayete bakıldığında, dayanışma anlayışının hemen her şeyi kapsadığı açıkça belli olur. Söz konusu ayet, fakirleri, hiçbir şeyi olmayanları (mesâkîn), zekât tahsili ile görevlendirilmiş memurları, kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanları, köleleri, borçluları, Allah yolunda mücadele edenleri ve yolda kalmış kimseleri zekât alabilecekler arasında sayar.
Bu yollar hakkıyla işletilebilse, toplum içinde ister müslüman ister gayri müslim, herkesin asgari hayat standardı sağlanmış olmaktadır. Herşeye rağmen bu yollarla mağduriyeti giderilemeyen bir kişinin yardımına anne-babası veya evladı, bunlar yoksa yakın akrabaları koşmak zorundadır. En nihayet bu kimsenin ihtiyacını temin sorumluluğu devlete aittir. Yani bir anlamda devlet, sosyal adaleti sağlamak, bir sosyal güvenlik kurumu vazifesi görmek mecburiyetindedir.
Dayanışma, Peygamber Ahlâkı
İslâm’ın bütün hükümlerinde bu dayanışma ruhunu hissedebilirsiniz. Çünkü söz konusu olan insanlık onurudur. Bu onura sahip çıkmayan bir medeniyetin insanlığa hakim olması, gönüllerde taht kurması mümkün olabilir mi?
Özellikle Hz. Peygamber A.S.’ın şahsında tecelli eden bu ruh, daha peygamberlik vazifesi verilmeden çok önce nice gönülleri fethetmişti. Siyer kaynaklarının hepsinde Efendimiz’in henüz genç yaşlarda iken zalimlere karşı mazlumları savunan, onların hakkını gözeten bir sivil toplum örgütüne üye olduğu ve aralarında yaptıkları sözleşmeye imza attığı kayıtlıdır. Bunun adı “hılfu’l-fudûl (faziletlerin korunması antlaşması)” idi. Buna göre Mekke’de yerli-yabancı, hür-köle kim olursa, hepsi birlikte onun hakkını ya alıp sahibine verecekler veya kendi ceplerinden ödeyeceklerdi.
Kaynaklarda geçtiği üzere, Mekke’ye ticaret için gelen bir Yemenli’nin yanındaki kızı Mekke eşrafından Nübeyh tarafından zorla alıkonulmak istenmiş, cemiyet üyelerinin evin etrafını kuşatmasıyla kız salimen geri alınarak babasına teslim edilmiş idi. Bir başka olay da Zebidli bir tüccarın üç deve yükü malına çok ucuz fiyata el koyan Ebu Cehil ile Efendimiz arasında olmuştu. Efendimiz o malları değerinde satın alıp tek başına Ebu Cehil’in karşısına dikilmiş ve o tüccarın mağduriyetini gidermişti.
Peygamber Efendimiz A.S.’a nübüvvet vazifesi tevdi edildiğinde, Rabbimiz’in istediği kâmil insanın nasıl olacağını bütün dünya hem onun şahsında, hem de onun kurduğu medeniyette görmüş oldu. Mekkeli müşriklerin zulmünden kurtulup yeni bir medeniyetin inşası için geldiği Medine’de ilk yaptığı iş, Mekke’den hicret edenler ile Medineli müslümanları kardeş yapmasıydı. Medineli müminler gelen kardeşlerine kalplerini ve kapılarını açtılar, her şeylerini paylaştılar. Allah Tealâ da onlara “ensar (yardım edenler)” dedi, en yüce rütbeyi verdi. Karınları aç iken taş bağlayıp, kardeşlerine ikram etmek sıradan insanların yapacağı bir iş değil çünkü. Ve komşuluk hukuku üzerinde öylesine duruluyordu ki, Efendimiz, gelen bir vahiyden sonra, “neredeyse komşunun komşuya mirasçı kılınacağını zannettim” buyurdular.
İslâm’ı yaşamaya yeni başlayanların çoğu, Efendimiz’i insanlara genellikle iman, abdest, namaz gibi konulardan bahseden biri olarak tanırlar. Buna bağlı olarak dini de bu gibi hükümlerle sınırlı sanırlar. Halbuki İki Cihan Serveri A.S.’ın bütün söz ve işlerine bakıldığında, ağırlıklı olarak adaletten, toplumsal dayanışmadan ve kardeşlik hukukundan söz ettiği görülür. Meşhur hadis alimi İmam Ebu Davud Rh.A. bütün hadislerin özüdür diyerek dört hadis nakletmekte, “kişi kendisi için istediğini din kardeşi için de istemedikçe tam iman etmiş olmaz” hadisini bunların başında saymaktadır.
“Kul, din kardeşinin yardımcısı olduğu sürece Allah da o kulun yardımcısıdır” buyuruyor Sevgili Peygamberimiz. Bu sözün zıddı, yani fıkıhtaki ifadeyle mefhum-u muhalifi, “din kardeşine yardımı kesmişse, müslümanın Allah’tan yardım beklememesi gerektiği”dir. İşte İslâm, toplum ahlâkının temeline bu prensibi koymuştur. Yüzyıllar boyunca müslümanlar da, bu esasa dayanan ve ilk adımlarını Asr-ı Saadet’te gördüğü nice güzel kurumlar geliştirmişlerdir.
Dayanışmanın Güzel Örnekleri
Medeniyet tarihine altın harflerle geçmek her millete nasip olmaz. Bunun için askerî veya ekonomik başarılardan çok, yüksek seciye gerekir. Ecdadımızı büyük yapan da işte bu seciyedir. Mesela, riya olur korkusuyla tasadduk yapmakta zorlanan hayır sahiplerinin paralarını bırakmaları için kimi sokaklara kutular koymak, ihtiyaç sahibinin de onurunu zedelemeden hacetini gidermek hangi medeniyette görülmüştür?
Vakıflar ilk defa İslâm medeniyeti tarafından vaz edilmiş, toplumun her türlü ihtiyacını temin eden en güzel dayanışma mekanizmalarıdır. Sadece arazi, bina gibi taşınmaz malların değil; para, kitap gibi malların da vakfedilebileceği müctehit imamlarımız tarafından öngörülmüş, bu sayede akıllara durgunluk verecek bir dayanışma örneği ortaya konulmuştur.
Bir yazar haklı olarak şöyle der:
“Osmanlı devrinde pek büyük bir inkişafa mazhar olan vakıflar sayesinde, bir adam vakıf bir evde doğar, vakıf bir beşikte uyur, vakıf mallardan yer ve içer, vakıf kitaplardan okur, vakıf bir mektepte hocalık eder, vakıf idaresinden ücretini alır ve öldüğü zaman kendisi vakıf bir tabuta konur ve vakıf bir mezarlığa gömülürdü. Bu suretle hayatın bütün icaplarını vakıf mallarla temine pekalâ imkan vardı”
Dayanışma sadece açlıkla, ölümle yüz yüze gelenler için değil, ihtiyaç sahibi olup bunu giderecek imkanı bulunmayan herkes için düşünülmelidir. Özellikle ekonomik hayatta buna çok fazla ihtiyaç olduğunu biliyoruz. Ekonomik ilişkileri sadece menfaat kavramıyla açıklamak hem yetersizdir, hem de insanî değildir. Bu sebeple tarihî süreç içinde İslâm toplumları ekonomik dayanışmayı temin edecek kurumları ortaya çıkarmakta gecikmemişlerdir.
İhmal Edilen Boyut: Manevi Dayanışma
İnsanlık birkaç asırdır maddeci bir anlayışın hegemonyasında yaşıyor. Artık kavramların bile mahiyeti değişti. Bugünün insanı dayanışma deyince birçok şeyde olduğu gibi sadece malî dayanışmayı anlıyor. Halbuki insan için paradan daha önemli pek çok şey var. Hele bir müslüman için en önemli şey şüphesiz imanıdır. Onu korumak herşeyden önemlidir. Şirkten, günahtan, hasılı ona zarar verecek bütün şeylerden sakınmak gerek. İşte dayanışma burada lazım. Ama bu genellikle göz ardı ediliyor.
Dinimizin cemaati neden bu kadar önemseyip yücelttiğini artık anlamamız lazım. İnsan tek başına hayatını sürdürebilir ama imanını ve müslümanca hayat tarzını korumak bundan çok daha zordur. “Kişi tek başına kaldığında ikincisi şeytan olur” diye Sevgili Peygamberimiz boşuna söylememiş.
O halde önce biz etrafımızı çepeçevre kuşatan günahlara karşı birbirimize yardımcı olalım. Bunun en güzel yolu, Efendimiz A.S.’ın ifadesiyle bir “takva imamı”nın etrafında haramlardan sakınıp İslâm’ın güzelliklerini paylaşmak. Dayanışmanın en güzeli de işte bu. Allah dostları müslümanların iman ve amelleri noktasında neden bu kadar hassaslar acaba, diye düşünmemiz gerekiyor.
“Kul, din kardeşinin yardımcısı olduğu sürece Allah da o kulun yardımcısıdır” hadis-i şerifini bu anlamda da değerlendirmek gerek. Kesilmeyen bir ilâhî yardım hepimizin biricik arzusudur, değil mi? Öyleyse kardeşinin dinine ve dünyasına yardımcı ol, Allah da senin dinini ve dünyanı mamur kılsın.