“İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Rasul’ün de size şahit olması için sizi vasat (doğru yolun tam ortasında giden, mutedil) bir ümmet kıldık. Senin yöneldiğin yeri (Kâbe’yi) biz ancak Peygamber’e uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırdetmemiz için kıble yaptık. Bu, Allah’ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.” (Bakara 143)
Bilindiği üzere “Sırat-ı Müstakim” her türlü eğrilik, aşırılık ve sapıklıktan uzak; dosdoğru, adaletli ve ölçülü bir yol yani inanç ve yaşama şekli demektir. “Vasat Ümmet” de ifrat ve tefritten, aşırılıklardan korunarak inanç, ahlâk ve her türlü tutum davranışlarda adalet çizgisinde kalmayı başarabilmiş ümmet demektir.
‘Vasat Ümmet’ ne demek?
“Sırat-ı müstakim” müminin üzerinde bulunduğu, bulunması gerektiği yolun adı, “vasat ümmet” ise bu yol üzere olan müminler topluluğunun vasfıdır. Bu vasfı daha iyi anlamak için diğer inanç gruplarının tutum davranışlarına kısaca bakmakta fayda var.
İslâmiyet’in gelişinden önce özellikle yahudiler ve müşrik Araplar gibi bazı topluluklar maneviyattan uzaklaşarak tamamiyle dünyacı, kendi çıkar ve hazzını esas alan bir anlayışa ve hayat tarzına sapmışlardı. Dönemin hıristiyanları, mecusîler ve başka bir kısım Doğu dinlerine mensup gruplar ise dünyaya sırt çevirerek kendilerini ruhânî hayata adamışlardı. İşte İslâm bu aşırılıkları reddederek dengeli bir dünya ve ahiret anlayışını ve hayat tarzını ortaya koymuştur. Böyle bir ümmet vasat yani orta yollu bir ümmet; bu ümmetin izlediği yol da sırat-ı müstakimdir.
Bir kısım tefsirlerde zikredildiğine göre bu ayet-i celile yahudilerin reisleri hakkında inmiştir. Kıble değişip Kâbe’ye yönelme emri geldiğinde onlar Muaz b. Cebel radıyallahu anh hazretlerine demişlerdi ki:
– Muhammed bizim kıblemizi bize hasedinden dolayı terk etti. Hiç şüphe yok, bizim kıblemiz peygamberlerin kıblesidir, Muhammed de bizim insanların en doğrusu, en hayırlısı olduğumuzu biliyor!
Muaz radıyallahu anh ise;
– Asıl hak ve adalet üzere olan biziz, diye cevap vermişti.
Allah Tealâ bu ayet-i celileyi indirerek Hz. Muaz radıyallahu anhûyu tasdik etmiştir.
Bu ayet-i kerime, Ümmet-i Muhammed’in pek seçkin bir ümmet olduğunu, dinin emirlerine hakkıyla itaatkâr bulunduğunu beyan etmektedir. Aynı zamanda kıblenin değiştirilmesi meselesini bahane ederek İslâmiyet’e itiraz etmek isteyenleri de reddetmektedir.
Ayet-i kerimede geçen “vasat”; adaletli, en hayırlı ve faziletli, dengeli, seçkin manalarını ifade etmektedir. Ümmet-i Muhammed her işinde ifrat ve tefritten uzak, ikisinin ortasında denge üzere hareket ettiği için ona vasat ümmet denilmiştir. Harcamada israf ifrat, cimrilik tefrittir. İkisinin ortası cömertliktir. Düşman karşısında boş yere tehlikeye atılmak ifrat, korkup kaçmak tefrittir. İkisinin ortası yiğitliktir.
İmam Kuşeyrî rahmetullahi aleyh, Letâifu’l-İşârât adlı tefsirinde buyurmuştur ki: “Vasat, seçkin demektir. Allah Tealâ Ümmet-i Muhammed’i en seçkin ümmet kılmıştır. Hakikat ehli olan dostlarını da bu ümmetin en seçkinleri kılmıştır. Öyleyse onlar da seçkinlerin seçkinidir.”
Bu durumda ayet-i kerimede şöyle denilmiş oluyor: “Ey Muhammed Ümmeti! Sizi sırat-ı müstakime ulaşmış kimseler, kıblenizi de en faziletli yön yaptığımız gibi, diğer milletler hakkında şahitlik yapabilmeniz için sizi, ilim ve amelle süslenmiş, adaletli, hayırlı ve en faziletli ümmet yaptık. Siz kıyamet günü diğer insanlar hakkında şahitlik yaparsınız, peygamberiniz de sizi temize çıkarıp adaletli olduğunuza şahitlik yapar.
İnsanlara birer şahit
Doğu da Allah’ındır Batı da... Bütün yönler Allah Tealâ’nın mülkü olmaları bakımından denk oldukları halde, Cenâb-ı Mevlâ bir lütuf ve ihsan olmak üzere bazısını kıble yaparak yüceltmiştir. Bunun gibi, insanların hepsi kullukta müşterek oldukları halde bazı kullara faziletleri ve ahlâkının güzelliğinden dolayı üstünlük bahşetmek Allah Tealâ’nın ihsanıdır.
Dolayısıyla Ümmet-i Muhammed’e kitapların en faziletlisi olan Kur’an-ı Kerim’le amel ettiklerinden dolayı diğer ümmetlerden ziyade şeref vermek ilâhî bir lütuftur. Allah Tealâ sırat-ı müstakim olan Kâbe’ye yöneltmekle bu ümmeti hidayet üzere kıldığı gibi, kıyamet günü de insanlar üzerine şahit olabilmeleri için âdil ve hayırlı ümmet kılmıştır. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem de bu ümmetin hüsn-i haline şahitlik edecektir.
Şahit, bir gerçeği ispat konusunda verdiği habere başvurulan, verdiği bilgi delil niteliğinde olan kimsedir. Buradan hareketle, herhangi bir yargıyı ispat için başvurulan delil veya tanığa da şahit denir. Şu halde şahit, davacı ile davalı arasında ortada, tarafsız, âdil ve yalnızca hakikati söyleyen, sözü dinlenir ve sözüne itibar edilir bir kimse demektir.
Diğer taraftan, hareket ve davranışları bakımından örnek alınan kimselere de şahit denir. Mesela “Bu böyledir, çünkü filan böyle söyledi” veya “Bu iş böyle yapılmalıdır, çünkü filan böyle yapıyor” tarzında herhangi bir konuda dayanak kabul edilen kişiler de şahit hükmündedirler.
İşte Cenâb-ı Allah, Muhammed Ümmeti’ni insanlar arasında böyle doğru sözlü, âdil, dürüst ve iyi ahlâk sahibi, ilim ve irfanı ile seçkin, şahitlik yapmaya layık önder bir cemaat yapmak için sırat-ı müstakime hidayet buyurmuştur. Diğer kavimler arasında İslâm ümmetinin bu vazifelerini unutmaması icap eder. Şuna buna benzemeye çalışarak uyuntu olmak yerine başka milletlere örnek olmaları gerekir.
Bu örnekliği temin eden sırat-ı müstakim Allah Tealâ’nın bir lüftu olduğu halde, sırat-ı müstakim üzerinde yürümek kulun kendisinin de topyekûn ümmetin de çalışmasına bağlı bir iştir. Bu saydığımız özellikleri kazanmış olan ümmetin bir hususta ortaya koyduğu tavır da hak bir delil, gerçek bir şahitlik olur.
“Gerçekten de Allah Rasulü’nde sizin için güzel bir örnek vardır.” (Ahzab 21) mealindeki ayetin işaret ettiği gibi, ümmet O’nu söz ve davranışlarında kendisine şahit tutar, önder ve örnek kabul ederse, bütün insanlar arkasından gelir ve gerçeğin açığa çıkması için ona başvururlar. Bunun için ümmetin sözünün ve işlerinin delil olması, her şeyden önce Kitab’a ve sünnete uygun yaşamasına bağlıdır.
Böyle yapmayanlar gerçek bir ümmet olamazlar. Aksine başka ümmetlerin, başka milletlerin arkasına düşmeye mecbur kalır, onlara tâbi olur, yabancı ellerde kukla gibi oynatılırlar. Hürriyetleri de ellerinden gider, müstemleke durumuna düşerler. Bu hakikat, bu asırda müslümanların içinde bulunduğu durumun da izahıdır.
Rivayet edildiğine göre Allah Tealâ bütün insanları kıyamet gününde geniş bir yerde toplayıp kâfirlere: – Size bir uyarıcı gelmedi mi, diye soracak. Onlar inkâr edip; – Bize ne bir müjdeci ne de uyarıcı geldi, diyecekler.
Allah Tealâ da, kendisi çok iyi bildiği halde peygamberlere bunun doğru olup olmadığını soracak. Onlar da; – Bunlar yalan söylüyorlar. Biz onlara senin emirlerini tebliğ ettik, diyecekler.
Sonra Ümmet-i Muhammed getirilecek ve peygamberlerin tebliğde bulunduklarına şahitlik edecek. Bu kez geçmiş ümmetler; – Bunlar bizden sonra geldikleri halde nereden biliyorlarmış, diye itirazda bulunacaklar. Ümmet-i Muhammed ise diyecek ki:
– Ey Rabbimiz! Sen bize peygamber gönderdin, ona bir kitap indirdin. Orada peygamberlerin ümmetlerine tebliğde bulunduklarını haber verdin. Senin bildirdiğin haber kesinlikle doğrudur.
Sonra Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem çağrılacak ve kendisine ümmetinin şahitliğinin doğru olup olmadığı sorulacak. O da ümmetinin doğru olduğuna şahitlik ederek onları temize çıkaracak. Daha sonra inkârcıların cehenneme atılması emir buyurulacak.
İlâhî emri akla uygun bulmayanlar
Allah Tealâ önceki ayet-i celîleyle kıblenin değiştirilmesine itiraz edenleri aklı kıt olmakla yermişti: “İnsanlardan bir kısım beyinsizler; ‘Yönelmekte oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir?’ diyecekler. De ki: Doğu da Batı da Allah’ındır. O dilediğini doğru yola iletir.” (Bakara 142). Burada da Ümmet-i Muhammed’in adalet sahibi olduğunu ve şahitliklerinin kabul olunacağını beyan ettikten sonra kıblenin değiştirilme sebebi açıklanmak üzere mealen şöyle devam edilir:
“Senin yöneldiğin yeri (Kâbe’yi), biz ancak Peygamber’e uyanı ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırdetmemiz için kıble yaptık. Bu, Allah’ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir.”
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem, İslâmiyet’in başlangıcında Mekke’de iken Kâbe’ye karşı namaz kılmakla emrolunmuştu. Hicretten sonra Medine’de yahudilerin gönlünü almak için Mescid-i Aksâ’ya yönelmesi emredildi. Mescid-i Aksâ’ya yönelmesi, bir maksat üzerine geçici bir durumdu. Allah Tealâ’nın kıbleyi tekrar Kâbe’ye çevirmesi, insanları sınamak ve içlerinden Rasulü’ne uyanlarla uymayanları ortaya çıkarmak içindir.
Cenâb-ı Hakk’ın emriyle kıblenin Kâbe’ye çevrilmesi Rasulullah sallallahu aleyhi veseleme tâbi olup imanında sebat edenlere ağır gelmedi. Tereddütsüz kabul ettiler. Hidayetten nasibi olmayanlar ise dinden çıktılar ve geriye dönüp evvelce geldikleri küfrün yolunu tekrar tuttular.
Bütün hadiseler meydana gelmesinden önce de Cenâb-ı Hakk’a malumdur. Çünkü O zaman mefhumuyla kayıtlı değildir. Fakat hadiseler belli bir sırayla dünya âleminde zuhura gelmelidir ki mükâfata ve cezaya vesile olsun.
Kıblenin değiştirilmesi kendilerine ağır gelen kimselerle kasıt müşrikler, yahudiler ve dinden dönen münafıklardır. Çünkü Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin Mekke’de Kâbe’ye yönelerek namaz kılarken Medine’de Mescid-i Aksâ’ya karşı namazlarını eda etmesi müşriklerin çok zoruna gitti. Kâbe’nin terk olunması üzerlerinde büyük tesir bırakmıştı. Bir müddet sonra yeniden Kâbe’ye dönülmesi de yahudilere ağır geldi. Kıblenin Kâbe’den Mescid-i Aksâ’ya; Mescid-i Aksâ’dan Kâbe’ye çevrilmesi ise iman edenlerden bir kısmını şüphe ve tereddüde düşürdü. Bu değişikliği akıllarına sığdıramadılar. “Muhammed’in dininde tereddüdü olmasaydı kıbleyi değiştirip durmazdı. Fikrinin değişmesi yakîni olmamasına delalet eder.” dediler. İtaat ve teslimiyetleri ile imtihan oldular ve kaybedip dinden döndüler.
İmam Kuşeyrî rahmetullâhi aleyh şöyle buyurur: Kıblenin değiştirilmesi anından itibaren Allah Tealâ’nın bunu beyan etmesi, sâdık olanı olmayandan ayırt etmek ve muhalif kişilerin doğru olan bir iş konusunda imtihana tâbi tutulduğunu göstermek içindi. Kim kıblenin değiştirilmesine sadakat dışında bir gözle bakarsa bu iş ona çok ağır gelir. Kim de değişmez hakikat gözüyle bakarsa işin doğru olduğu bütün yönleriyle onun basiretine zâhir olur.”
Demek ki bu dünyadaki bütün işlere ve olaylara değişmeyen hakikatin nazarıyla bakabilmeyi başaranlar sırat-ı müstakim üzere kalabilirler. Şöyle denilmiştir:
“Ârif-i ahvâl olan bir hâlete dil bağlamaz / İnkılâb eyler zaman, idbâr olur ikbâl olur.”
Yani halleri hakkıyla bilip tanıyanlar her duruma gönüllerini bağlamaz. Zaman sürekli değişir durur. Bazen talihin yaver gider, bazen işlerin tersine döner. Her durumda hiçbir zaman değişmeyene kalbi bağlamak gerekir. Ancak o zaman huzura erilebilir.
Sadakat ve itaatin neticesi
Allah Tealâ ayet-i celîlenin devamında mealen buyurdu ki: “Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir.”
Kıblenin Kâbe’ye çevrilmesi üzerine yahudiler müminlerin arasına fitne sokmak için demişlerdi ki:
“Haber verin bize. Eğer Mescid-i Aksâ’ya doğru kıldığınız namaz doğru ise ondan niçin döndünüz? Eğer yanlış ise niçin oraya yöneldiniz? O kıldığınız namazlarınız boşa gitmedi mi?”
Bu ayet-i kerime bu fitneye cevap olmuştur. Allah Tealâ’nın emrettiği kıbleye karşı eda olunan ibadetin zayi olmayacağı beyan edilerek ehl-i iman teselli edilmiştir.
Çünkü Allah’ın emri daima haktır, doğrudur. Emri üzere işlenilen amel asla zayi olmaz.
Hülasa; kıblenin değiştirilmesindeki hikmet, dininde sebat edenlerle, kıblenin yönünün değişmesini bahane ederek dininden dönenlerin birbirinden ayrılmasıdır. İnsanın alıştığı bir şeyi terk etmesi kolay değildir. Kıblenin değiştirilmesi kendisine ağır gelmeyenler, Allah Tealâ’nın koyduğu hükümlerin hikmetini bilenlerle, o hükümlerin bir hikmete bağlı olduğuna kesin inananlardır. Bu kimseler itaat ve sebatları sebebiyle hak ettikleri sevaba nail olacaklar ve hiçbir şeyleri zayi olmayacaktır. Allah Tealâ kullarına karşı çok merhametlidir.
Ebedî saadete erenler, işin hakikatinde ne Kâbe’ye ne de Mescid-i Aksâ’ya gönül bağlamışlardır. Onlar her ikisinin ve bütün her şeyin yaratıcısı olan Allah Tealâ’ya gönül vermişlerdir. Kendi iradelerini O’nun iradesinde yok etmişlerdir. Allah Tealâ’nın murad ettiği her şey onlara süzülmüş bal gibi tatlı ve hoş gelmiş, neticede sevinç ve safaya ermişlerdir.
Hak Sübhânehû ve Tealâ en iyi bilendir.