İstanbul’un fethi, 1453’teki askerî harekâtın çok ötesinde yeni bir medeniyet hamlesi olmakla kalıcı ve gerçek bir başarıdır. Her gerçek başarı gibi iyi yetişmiş insan unsuruna dayanır. Fatih’ler gökten zembille inmemekte, böyle değerleri yetiştirebilecek nitelikteki bir toprağın ürünü olarak tarih sahnesinde yerini almaktadır.
vler, konaklar, saraylar, türbeler, kışlalar, kaleler, bentler, su terazileri, kemerler, çeşmeler, sebiller, şadırvanlar, köprüler, şifahaneler, imaretler, mihraplar, minareler, kubbeler yapan büyük insan Sinan... Söyle, zindan da yaptın mı?” diye sorar merhum Arif Nihat Asya. Mimar Sinan’ın eserlerindeki çokluk ve çeşitliliğin bilhassa vurgulandığı, cevabı bilinen bir sorudur bu. Zira her inşa, manası, mahiyeti ve kalitesiyle bir ihtiyacın eseridir. Zindanın ihtiyaç olduğu bir toplumsal dokuda, deha çapındaki maharet de, her bakımdan yüksek bir seviyeye işaret eden mimarî eserler de neşv ü nema bulamayacaktır. Şairimiz bunu anlatmak ister.
Muvaffakiyetleri son halkaya münhasır kılarak zemini ihmal etmek gibi bir yanlışımız var. Üzümünü yiyor, bağını merak etmiyoruz. Toprağı, tohumu, fidanı, emeği, sabrı yok sayarak sadece bütün bunların semeresini gören bir anlayışla problemler karşısında olmayacak hayaller kuruyor, vakit öldürüyoruz. Olayları sadece “esas aktörler” üzerinden aktaran tarih okumaları, kişisel ve toplumsal sorumluluklarımızı unutturan kahraman beklentimizi keskinleştiriyor, uzun zamandır müptela olduğumuz kolaycılığımızı meşrulaştırıyor. Oysa tarihten istifade için, tepedeki büyük hadise ve kahramanları daha aşağıdaki küçük ayrıntılarla telif edebilmek gerekiyor. Bunun için yeterli malzemeye sahibiz. Dikkatimizi biraz da zeminde yoğunlaştırmak, burada olup bitenler üzerinde fikir sahibi olmak kâfi.
Mükemmel bir proje
İstanbul’un fethi, “köhne Bizans”ın içerdeki gailelerine, Osmanlı’nın silah üstünlüğüne rağmen tarihin kaydettiği büyük zaferlerden biridir şüphesiz. On bir asır boyunca yaşadığı sayısız kuşatmaların her birinden yeni savunma tecrübeleriyle güçlenerek çıkan Doğu Roma İmparatorluğu’nun bu kudretli şehri sadece iki kat surla korunmamaktadır. Bizans’ı İstanbul’dan ibaret sanmak yanlış olur. Şehrin batısından itibaren Macaristan’a kadar yayılan yoğun bir hıristiyan nüfus, aralarındaki anlaşmazlıklara rağmen üçüncü bir sur gibidir. Akdeniz’den gelen Cenevizli, Venedik, Katalan desteği sürmektedir.
Buna karşılık Osmanlı henüz bir imparatorluk değildir. Timur faciası sonrasında yaşanan fetret döneminin üzerinden yarım asır bile geçmemiştir. Başta Karamanoğlu olmak üzere Anadolu Beyleri hâlâ büyük sıkıntıdır Osmanlı için. Ve özensizce çizilmiş “İstanbul’a Giriş” tablolarının zihnimize kazıdığı görüntünün aksine, tahtta yirmi bir yaşında, toy bir delikanlı vardır.
Bu şartlara rağmen İstanbul’un fethi çerçevesinde yürütülen çok ince bir diplomasi, Rumeli Hisarı’nın inşasında müşahhaslaşan planlama, Bizanslılara Türk sarığını Latin külahına tercih ettiren psikolojik tesir, şâhî toplar döktüren teknoloji ve en sıkışık anlarda karadan gemi yürütmek gibi stratejiler geliştirebilen bir akıl, Doğu Roma’nın başkentini düşüren mükemmel bir projenin varlığına işarettir. Bizans yıkıldıktan sonra şehrin imar iskânına gösterilen ihtimam ile gayri müslim ahaliye tanınan müsamaha ve yüksek bir ideal doğrultusunda, Doğu Roma mirası da dahil, her birikimden faydalanma çabası, söz konusu projenin İstanbul’un zaptını fethe dönüştüren en önemli kısmıdır.
Fatih’ler gökten zembille inmiyor
İstanbul’un fethi, 1453’teki askerî harekâtın çok ötesinde yeni bir medeniyet hamlesi olmakla kalıcı ve gerçek bir başarıdır. Her gerçek başarı gibi iyi yetişmiş insan unsuruna dayanır. Yetişme kalitesi madem ki tohumun olduğu kadar toprağın niteliğiyle de ilgilidir; lider kadrolarda daha bariz tecelli eden meziyetler, çok doğru ve sağlıklı bir toplumsal donanımın varlığını gösterir. Fertlerin kabiliyet ve imkanları sonuçta bir derece farkı oluştursa da, toplumun benimseyip uyguladığı temel eğitim önemlidir. Bu yaklaşım, başarının ön plandaki kahramanlarını küçültmez. Nihaî başarıyı belirleyen, belli isimlerin maharet, ehliyet ve liyakatleridir ama arkada bütün bu meziyetlerin farkına varıp kadrini bilen, onlara yol veren kaliteli bir toplumsal zemin vardır. Kısaca, Fatih’ler gökten zembille inmemekte, böyle değerleri yetiştirebilecek nitelikteki bir toprağın ürünü olarak tarih sahnesinde yerini almaktadır.
Mehmet’leri Fatih eyleyen, İstanbul’u fetheden zemini anlamak için devrin temel eğitim anlayışına, insan yetiştirme tarzına bakmak gerekiyor. Şunu biliyoruz: II. Murat ve Fatih dönemlerinde küçük yaşlardaki çocukların eğitiminde nasıl davranılacağı, nelere dikkat edileceği hususunda sıbyan mektebi hocalarıyla ebeveynler için yazılmış kitaplar var. “Talim-i Edeb”, “Tariku’l-Edeb”, “Tâcü’l Edeb”, “Vesiletü’l-Edeb” gibi isimler verilen böyle kitapların hayli yaygın olduğu anlaşılıyor. Bunlardan tam da 1453’te kaleme alınmış birinde, Amasyalı Alaaddin Çelebi tarafından yazılan “Tariku’l-Edeb”de, yirmi yedi başlık altında yolda yürüme adabından nasıl oturulup kalkılacağına, nasıl konuşulacağına, yemekte nasıl davranılacağına, mescide nasıl girileceğine kadar “gündelik hayatın edepleri” anlatılıyor. Biz, çok temel bir anlayışı da ihtiva ettiği için bunlardan yalnızca birini aktaralım.
Su verme ve su içme adabı
Su verme ve su içme adabının anlatıldığı 15. bölümde bugünkü Türkçe ile şunları salık veriyor Alaaddin Çelebi:
“Birine su verirken uzaktan veya yüksekten sunmayalar, maşrapanın yahut bardağın kulpunu kolayca tutabileceği şekilde su içecek kişinin sağ elinin olduğu tarafa çevireler. Muhatabın üzerine damlatmamak için bardağı iki eliyle alttan tutarak sunalar. Ve alan kimse sağ eliyle ala, bismillah deyip başlaya, bardağın dibini suratına tutmadan yavaş yavaş içe. Ağzını doldurup yutmaya ki, yürekte zahmet peyda olur. Su verenler boşalan bardağı aldıktan sonra sıhhat ve afiyet dileyeler ki, su içen kişi nefes alıp cevap verebilsin.”
Edep, terbiye veya eğitim, adına her ne diyorsak, temelde insanın bir değerler sistemi çerçevesinde düşünerek, ayrıntıları gözeterek, incelikle davranmasını amaçlar. Standart davranışlarla aktarılıp yine belli davranış kalıplarıyla tezahür etse de, aslolan o davranışların mana ve mahiyetini kavratarak ayrıntı hassasiyetini, inceliği, anlayış derinliğini kazandırmaktır. Âdâptan sayılan kalıplaşmış bir davranışın sahihliği bu hassasiyet, incelik ve anlayışa bağlıdır. İncelik her halükârda edepli davranışı, düşüncesizlik ise kabalığı doğurur. Dışarıdan yapıştırılmış, sadece görüntüden ibaret ahlâkî tutumlar, metot gereği başlangıçta böyle verilme mecburiyetine rağmen “edep” değildir. Âdâba dahil edilen kalıplaşmış davranışların tamamı bir dikkat, incelik, itina, ölçülülük ve kavrayış halinin dışa yansımasıdır. İşte bu haldir ki kişinin her fiilini doğru, güzel ve verimli kılar.
Sunduğu maşrapanın muhatabına göre uzaklığını, yüksekliğini, kulpunun hangi yöne getirileceğini hesap ettiren bir eğitim, su vermenin de ötesinde, yetişme çağındaki çocuklara çok temel bir davranış tarzını; yaptığı her işte düşünme, ayrıntıya dikkat etme, incelikleri gözetme becerisini kazandırmayı hedeflemektedir. Mantığı, zekâyı ve duyuları en üst seviyede kullanmayı gerektiren bu beceri, nihayetinde insanı aziz tutma, muhataba saygı gösterme esasına bağlı olduğundan asla yanlış bir istikamette kullanılmayacaktır.
Pet şişeden su içince
Şimdilerde böyle “küçük” edepleri ya manasına nüfuz edemeden rol davranışlar halinde sürdürüyor yahut modası geçmiştir hükmüyle tamamen hayatımızdan çıkarıyoruz. Oysa medeniyetimizin tarif ve tayin ettiği edepler bizim hal dilimizdir. Her dil gibi hal dilinin de mantığı vardır ve hal dilini kaybedenler mantıklarını, dolayısıyla düşünme kabiliyetlerini kaybetmişlerdir.
Kendi mantığına dayanmayan bir edep tıpkı sayıklama gibi manasızdır; fetihlere zemin oluşturamaz, Fatih’ler yetiştiremez. Manayı değil, o mananın tezahürünü öncelediği için değişen pratiğe uyum sağlayamaz. Alternatif üretemeyen bir inatla malul ettiği toplumların kendi içine kapanıp durağanlaşmasına yol açar.
Öte yandan, başka kültürlerin davranış tarzlarını, arkasındaki mantıkla bağını koparmadan benimsemek de mümkündür. Ancak bunlarla da tabiatı yahut temel mantıkları gereği İstanbul’un fethindeki gibi ahlâkî ve insanî bir başarı tesis edilemez. Yani gemileri belki yine karadan yürütebilirsiniz yürütmesine ama Fatih gibi tahribatı ve daha fazla sivil zayiatını önlemek için değil, daha çok öldürüp daha çok hasar vermek için düşünüp uygularsınız bunu.
Bize özgü bir terbiye sisteminin metotları olan edepleri ya dondurarak ya terk ederek düşünmeyi, muhakemeyi, inceliği, dikkati, itinayı, saygıyı unuttuk. Galiba bu sebeple bir yeri zaptetmekle fethetmek arasındaki farkı göremiyoruz. Her yıldönümünde fethi, Fatih’i, Sinan’ı konuşuyoruz uzun uzun ama yöneticilerimizin, mimarlarımızın aklına beton kütlelerden başka bir inşa türü gelmiyor nedense. İnsanı manen diri kılmak gibi bir derdimiz yok. Çünkü artık olur olmaz yerde pet şişeleri kafaya dikerek içiyoruz suyumuzu.