Aramak

İyi Örnek İyi Eğitim

Artık şunu anlamış olmalıyız: Gençlerimizin yanlışları, fert ve toplum olarak bizim hatalarımızın ve çelişkilerimizin birer yansıması. Çocuklarımız manevi değerlerimize kayıtsız yaşıyorsa, bin yıldır bizi biz yapan öz kültürümüzden kopuksa artık dönüp kendimize bakmak gerekiyor.
Her birimizin çocuğunu “salih” birer evlat olarak yetiştirme ideali var. Bunun için önce manevi değerlerimizi onlara sevdirmemiz ve benimsetmemiz gerektiği muhakkak. Ama hiç düşündük mü, bizler dinî hassasiyet sahibi insanlar olarak onların gözünde nasıl bir tablo çiziyoruz?

 Kaygı ve Evham Kıskacı

Bugünün dindar insanları, genellikle dış dünyayı ve önlerine çıkan herşeyi sürekli eleştiren, olumsuz bakan, kıyamet her an kopacakmışcasına endişe ve panik yaşayan, bu ortamı oluşturanları suçlamakla yetinen, lânetler yağdıran bir görünüm sergiliyor. Yani tevekkülden uzak bir din anlayışıyla çevresindekilere yaklaşıyor. Bu “olumsuz” bakışın bir sonucu olarak, dinî değerler yoğun bir “kaygı” ile birlikte veriliyor. Oysa kaygı, insanoğlunu yıpratan, kaçınma duygusunu kamçılayan bir haldir. İnsan fıtratı kaygıdan kurtulmak için kaygı veren uyarımlardan kaçınmaya çabalar. En sonunda da o konuyu tümden hafızasından bilinçsizce çıkararak unutmaya çalışır. Bu durumun gençlerle iletişimimizdeki yansıması şudur: Sürekli eleştirirsek, her gördüğümüzde şaka  yollu da olsa bir kusur bulursak, sonunda bizimle karşılaşmak bile istemezler. Dinî terbiyede elbette kaygı da kullanılmalıdır. Ama gerekli seviye mutlaka dikkate alınmalı. O seviyenin ne olması gerektiği konusunda, doğru dinî tutumun korku ve ümit arasında (beyne’l-havf ve’r-recâ) bulunmak olduğunu hatırlamak bize yardımcı olacaktır. Ayrıca iman ettiğimiz Yüce Allah’ın “rahmetinin gazabını geçtiği”ni de gözden kaçırmamamız gerekiyor. Diğer taraftan, dinimizi “dünya ve ahiret saadetinin anahtarı” diye sunarken, müminler olarak sanki dünyada hiç sıkıntı görmeyecekmişiz şeklinde bir anlam yükleyerek anlatmaktan kaçınmalıyız. Ve elbette başa gelen her kötü olay, Allah'ın bir cezası gibi de   yorumlanmamalıdır. Hikmet, sabır ve imtihan anlayışına kendimiz ulaşamamışsak, İslâm’ı sevdirme adına söyleyeceğimiz sözlerin genç beyinlere yepyeni soru işaretleri takabileceğini hesaba katmamız gerekiyor. Mesela başa gelenleri bir “ceza” olarak telakki eden anlayışa göre, annesi kanserden ölen yedi yaşındaki bir çocuğun, bu cezayı gerektiren hangi büyük suçu olabilir? Üstelik anneciği öyle bir amansız hastalığa sabredip belki cennete gideceği halde, annesizlik cezasını çekmek bir sabiye mi kalacak? İşte tek boyutlu anlatım, bu tarz sorular karşısında bocalamaya mahkûmdur.

 Gri Tonları Keşfetmek

Güzel dinimizi sunarken, önemli bir zaafımız da her olay veya konuyu mutlaka siyah ve beyaz gibi iki kategoriye sığdırmaya çalışmaktır. Oysa dinimizde günah ve sevabın yanı sıra, “mübah” ve “mekruh” denen iki önemli kavram daha var. Her nedense bu iki kavramı kullanmak akla gelmez. Ayrıca hepimizin bildiği “tevbe” kavramı da çoğu kez unutulur. Hatırlamalıyız ki, her ne suç işlenirse işlensin, pişman olup geri dönmek mümkündür. Tevbe her zaman yeni bir başlangıçtır, ebedi huzura dair tükenmeyen bir ümittir. Evet, bütün bu kavramlar birer köşe taşı gibi dururken, gençliğe “zındık” yaklaşımında bulunmak ne büyük haksızlık!

 Takip ve Denetlemede Ölçü

Zor da olsa arzu edilen şekilde yetiştirilebilen gençleri diğer arkadaşlarından tecrit etmeye çabalamak da sık görülen hatalardan biridir. Mükemmel bir arkadaş grubu bulmak zor olabilir. Ancak, gencin     kendini koruyabileceği, onlardan etkilenmeyeceği bir ortam bile bu zamanda kâfi olabilir. İyinin ve kötünün ayrımını yapmayı öğretmek, gencin kendi başına karar vermesini ve ailesinden uzakta bile kendini muhafaza edebilmesini sağlar. Bu, aynı zamanda gencin kendine olan güvenini de artırır. Dolayısıyla çocukluktan itibaren onların kendi başlarına yaptığı işleri zamanında takdir ederek, özgüven gelişimini sağlamak yine biz ailelere bağlı. Aile ortamında terbiyenin belli bir döneme kadar olabileceğini unutmamak gerekiyor. O dönemden itibaren girişilen yönlendirme çabaları, genç tarafından çoğunlukla baskı olarak algılanır. Aile ortamında terbiye dönemi kapanmış, mesela 17-18 yaşına gelmiş bir genç, ibadetini yaparsa kendisi içindir. Yapmazsa yine kendisi içindir. Ödül veya cezası neden bizden olsun? Ceza ve ödül Allah’tan, teşvik ve takdir ise bizden. Yani bizi memnun etmek için veya bizden çekindiği için yapmamalı ibadetlerini. Hiç şüphe yok, tüm insanlar hesabını sadece Allah'a verecektir. Allah'ın da bu iş için görevlendirdiği melekleri vardır. Dolayısıyla bu “takip ve denetleme”de ne kadar yetkili olup-olmadığımızı tekrar gözden geçirmek gerekir. Bu noktada asıl çözümün “öz denetim” kazandırmak olduğu hatırlanmalı. Sağlam bir irade ve kişilik kazandırıldığında, kişi kendisini denetleyebilir. Bunu başaramadığımız içindir ki, genç evden ayrıldığında, örneğin büyük şehre okumaya gittiğinde bocalar. Çünkü artık onu denetleyen kişiler yoktur.

 Kendisi Olmaya Fırsat Vermek

Gençlere yaklaşım noktasında yapılan diğer bir hata da, onlardan adeta bir melek olgunluğu beklemektir. Üstelik gençlerin hamlığından dem vuran bizler, çelişkili bir ruh halinin etkisinden olsa gerek, onlardan meleklik bekleriz. Bizim böyle mükemmellikler beklememiz, onları kendi benliklerini koruma maksadıyla savunmaya iter. Ya da genç kendini aşırı suçlu ve değersiz bularak, bir içe kapanma hali yaşayabilir. Özellikle ilk çocukluk yıllarında aşırı kuralcı, katı, hoşgörüsüz, fazla disiplinli bir aile ortamında yetişen insan, başkalarını suçlamayı ve yargılamayı öğrenir. Ayrıca yönetilmeye ihtiyaç duyar. Kendi sorumluluğunu üstlenemez. Hayatın anlamı üzerinde düşünemez. Nereden gelip nereye gitmekte olduğunun muhasebesini yapmakta zorlanır. Çünkü ona hep empoze edilmiş; kendi olabilmesine izin verilmemiştir. Bir kaç yıl önce üniversiteli öğrencilerime şöyle bir ödev verdim: “Ben, bu dünyada neden varım?” Bu sorunun cevabını kompozisyon olarak yazmalarını istedim. Yaklaşık 150 genç içerisinden sadece 3-5 öğrenci tatminkâr ve derinliği olan cümleler yazabilmişti. Diğer yazıların özeti ise şu bir kaç cümlede toplanıyordu: “Dünyaya ben kendim gelmedim, onun için neden geldiğimi bilmiyorum.” “Beni dünyaya annem-babam getirmiş, ben de onları memnun etmek için varım.” (Derin bir diyet ödeme duygusu.) “İnsan doğar, yaşar ve ölür.” “Dünyada sevgilim için varım.” Yani gençler kendilerini sadece “biyolojik” varlıklar olarak algılıyordu. Gençliğin manevi boyutunun ne denli ihmal edilmiş olduğunu bu kadar net bir şekilde görmek, onlar adına beni çok üzmüştü. Şu açık bir gerçek ki, manevi boyutu ihmal edilmiş bir toplum, teknoloji alanında ne kadar büyük gelişme sağlarsa sağlasın bireylerini boşluğa düşmekten, hayatlarının anlamsızlaşmasından ve ebediyyetlerini tehlikeye atmaktan alıkoyamaz.

 Yaşamak: Hem Kendimiz İçin, Hem Yaşatmak İçin

Din, bilgi sahibi olmakla sınırlı değildir. Din, yaşamaktır. Bir mümin için imanı hayata geçirmemek, hem kendi adına, hem de yeni nesiller adına büyük  eksiklik ve tehlikedir. Din, futbol takımı tutmak gibi bir tutum da değildir. Hayatın merkezinde yer alan, her şeyimizi ilgilendiren prensiplerdir. Dindar olmanın duygu, fikir ve davranış boyutları vardır. Kâinatın yaratılışı, çiçeğin renklendirilmesi, doğum ve ölüm gibi bazı sırlı olaylar üzerinde mülâhazada bulunmak, hislenip coşkuya kapılmak yeterli değildir. Esas olan dini yaşamaktır. Yani bu düşünce ve hisleri bizde uyandıran Yüce Rabbimiz’in istediği şekilde bu hayatı yaşamaktır. Ve sonra mümkün olduğunca tutarlı olmak, bin kez düşsek de binbirinci kez ayağa kalkmak, doğru çizgiden ayrılmamak esastır. Bizler, toplum olarak düşünce ve hislerimizi davranışlarımıza aksettirmede çoğunlukla yetersiz ve başarısız gözüküyoruz. Oysa yeni nesiller için modelden öğrenme ya da görerek öğrenme en etkili ve kolay öğretim metodudur. Geleneksel eğitim sistemimizde şartlandırma ve itaat yolu ile eğitime ağırlık verilirdi. Oysa bugünkü şartlarda daha kalıcı bir eğitimin ve değer aktarımının yolu, benimsetmedir. Evet, “ağaç yaşken eğilir” sözü konumuzla ne kadar da ilgili! Ancak orta yaşta, hatta ömrünün son anlarında iman edip hidayete eren pek çok insan da bulunuyor. Allah’ın yoluna girişin yaşı, zamanı olmaz. Geç kalınmış zaman yerine yakalanmış fırsat ve şans vardır. Ebediyete dair güzel niyetler, her türlü uğraşmaya ve emek vermeye değer. O halde asla paniğe gerek yok. Sabırla, azimle, iğneyle kazarcasına kendi vazifelerimizi yapmak zorundayız. Başkalarını, ortamı bahane ederek kaçmak yerine Yüce Rabbimiz’in şu vaadi ile her an ümitlerimizi tazeleyelim: “Kulum bana bir adım gelirse, ben ona on adım gelirim. Eğer bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim.”  
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy