Aramak

Kader ve Gayret

Şazeliyye tarikatı pîrlerinden İbn Atâullah el-İskenderî kuddise sırruhunun “Hikem-i Atâiyye” adlı eserine Şeyh Said Ramazan el-Bûti rahmetullahi aleyh tarafından yapılan şerhi tefrika halinde sunmaya başlamıştık. Üçüncü hikmetin şerhiyle devam ediyoruz.

Kader ve Gayret

3. HİKMET: Himmetler ne kadar ileri, istekler ne kadar yüksek olursa olsun Cenab-ı Hakk’ın kader surlarını yaramaz.

Bu hikmet bir önceki hikmete ilave olup, onun tamamlayıcısı niteliğindedir. Bir önceki hikmet sebebiyle zihinlerde oluşan kimi sorulara da cevaplar barındırır. Önce bu hikmetin ilk bakışta akla gelen manalarını kısaca açıklayalım.

“En yüce himmetler bile kader surlarını yaramaz.” Himmet, insanların ticaret, zanaat, tahsil ve benzeri hususlarda işlerini görmeleri hususunda Allah’ın onları donattığı kudret manasındadır. Himmet veya kudret sahiplerindeki bu sıfatlar güçlenip artsa dahi, kader surlarını yarıp geçmeye imkân bulamazlar. Sur kelimesi, bildiğimiz manada şehirleri dört bir tarafından çeviren ve kuşatan yüksek ve sağlam duvarlardır.

İbn Atâullah rahmetullahi aleyh, Cenab-ı Hakk’ın gayb âleminde sizin ve benim hakkımda takdir ettiği kaderi surlara benzetiyor. Şehri çepeçevre saran muhkem, yüksek ve kalın surlara… Düşman, herhangi bir yerinden surları yıkıp geçmek istese de buna imkân bulamaz. Yani sen de sana bahşedilen yüksek kabiliyetlere ve fevkalâde güce rağmen, himmetin ve çabanla Allah’ın kaderini aşıp geçmeye, geçersiz kılmaya imkân bulamazsın.

İbn Atâullah’ın bu hikmetle kastettiği mana da şu olsa gerek: Ey Âdemoğlu! Arzu ettiğin gibi çalış ve dilediğin şekilde neticesinin peşine düş. Allah’ın seni sevk ettiği sebepler âleminde sebeplere yapış. Gücün nispetinde gayret et. Bununla birlikte bir an olsun şunu aklından çıkarma: Sarıldığın sebepler ne kadar göz alıcı ve tesirli görünürse görünsün, Allah’ın gayb âleminde takdir ettiği kesin hüküm tecelli ettiği vakit o sebepler yok hükmündedir, tesirsiz kalır.

Kazâ ve kader nedir?

Konuyu izaha geçmeden önce, kazâ ve kaderin ne manaya geldiğini etraflıca açıklamamız lazım. Zira çoğu kişi bu iki kavramı yanlış anladığı gibi, tersyüz de ediyor. Bu iki kavram hakkında toplumda var olan apaçık cehalet sebebiyle, birkaç sene önce “el-İnsânu Müseyyer ev Muhayyer” (İnsan: Özgür mü Tutsak mı?) başlıklı bir eser neşrettim. [Eser, Bûtî merhumun bir televizyon kanalındaki akaid derslerinden derlenmiştir. Bilâhare ilmî ölçülere göre gözden geçirilerek yeniden düzenlenmiş ve 1997’de Dârü’l-Fikr yayınevi tarafından neşredilmiştir.] Bu çalışmamda, kazâ ve kader konusunu elimden geldiğince anlaşılır halde sunmaya çalıştım. Umarım bu konu etrafında var olan ve çoklarının zihnini meşgul eden karışıklığı giderici bir rol oynar.

Kazâ ve kader ne demektir? Bunu izah edelim ki, konu etrafındaki kafa karışıklığı giderilsin ve birçoklarını sürekli meşgul eden vehimler izale olsun.

Allah Azze ve Celle’nin kazâsı: O’nun, gelecekte olacak her şeyin bilgisine ezelî ilmiyle sahip oluşudur. Kadere gelince: Hadiselerin, Allah’ın ezelî ilmiyle uyumlu bir şekilde gerçekleşmesi ve bu minval üzere devam etmesidir. Şu takdirde, hadiseler meydana gelmeden Allah’ın onlar hakkındaki bilgisi “kazâ”, bu hadiselerin meydana gelişi de kaderdir. Ki kader asla Allah’ın ilmine aykırı bir şekilde meydana gelmez.

Meydana geldiği vakit “kader” ismini alan “kazâ”nın bir kısmı vardır ki, bunun icrasında insanın hiçbir surette irade ve tesiri yoktur. Bunlara, hastalık, sakatlık ve ölüm gibi musibetler ile sel, hortum, güneş ve ay tutulması ve zelzele gibi tabii afetleri örnek gösterebiliriz. Kazânın bir kısmı daha vardır ki, bu da Allah’ın iradesiyle meydana gelir ve fakat insanın bu işte kısmî irade ve kastı söz konusudur. Bunlara da insanın kendi istek ve arzusuyla yapageldiği şeyleri, ticârî, zirâî ve sosyal faaliyetler ile namaz, oruç ve hac gibi kulu Allah’a yaklaştıracak dinî vazifeleri örnek verebiliriz.

Gözden kaçırılmaması gereken nokta, bu iki kısmın da Allah’ın kazâ ve kaderinin kapsamında olduğudur. Zira bunların tümü Allah’ın bilgisi ve yaratması dahilinde meydana gelir. Diğer yandan, her şeyin Allah’ın kazâ ve kaderinin otoritesine boyun eğmiş olması ile insanın seçme hakkı veya zorunluluğu arasında doğrudan bir münasebet yoktur. Bu konuyu daha da derinlemesine ele almayacağım; zira konu akaid ilminin kapsamındadır ve dileyen o ilme dair eserlere müracaat edebilir.

Şu hâlde, şerhini henüz bitirdiğimiz ikinci hikmet ile bu hikmet arasındaki münasebet nedir? Buyurun cevabı:

Sebepler ve sonuçlar

Niceleri, rızık peşinde muhtelif sebeplere yapışır ve onlarla meşgul olur. Bir kimsenin tutunduğu sebebin haramlığını apaçık gördüğünü, bundan uzak durması yönünde kendisine nasihat eden müslüman kardeşiyle tartıştığını düşünelim. Tartışma esnasında şöyle diyebilir: “Rızık peşinde sebeplere yapışmak meşrudur ve kuldan istenen de budur. Ayrıca Allah tembel kulu da sevmez.”

Bazen de şöyle der: “Ben, İbn Atâullah’ın hikmetine göre iş yapmaya memurum. Allah benim için sebepler âleminde bir konum takdir etti, bu sebeple geçim yolları aramalıyım.”

Bu cevap, ikinci hikmete ek olarak gelen, “en yüce himmetler bile kader surlarını yaramaz” hikmetinde ifadesini bulan anlayışa işaret etmektedir. Yani kendisini gayrimeşru sebeplere yapışmış halde bulduğunda bu, ağzına kadar haramlarla dolu bir şehirde bulunmaktan farksızdır. Baktın ki bu hâl seni günah işlemeye sevk ediyor, elinde avucunda ticarî ve maddi her ne çeşit birikim varsa bunlardan kurtulmalı, günaha ve isyana teşvik edilmediğin, seni buna sevk edecek baştan çıkarıcıların olmadığı bir şehre taşınmalısın.

Şeytan, “Allah rızkını temin için seni bu sebeplere sevk etti, bu kapıyı da kapatırsan herhangi bir alternatifin mi var?” derse, ona şu cevabı ver: “Bu şehirdeki ticaretimin veya üstlendiğim vazifenin rızkımı temin hususunda dayanak noktam olduğunu, geçinmem için yapışmam gereken asıl vesilenin bu olduğunu nereden çıkarıyorsun? Ben bir vehme kapıldım. Ne var ki şu ayetlere tutunmaktan da asla vazgeçmedim:”

“Şüphesiz Allah rızık verendir, güçlüdür, çok kuvvetlidir.” (Zâriyât 58). “Öyle ise rızkı Allah’ın katında arayın.” (Ankebût 17). Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem de şöyle buyuruyor: “Sizden birinin annesinin karnında döllenmesi kırk günde gerçekleşir. Sonra aynı kırk gün içerisinde döllenmiş hücre (alaka) haline gelir. Sonra aynı kırk gün içerisinde küçük bir et parçası (mudğa) görünümündeki şeklini alır. Sonra Allah, ruh üflemesi için meleği gönderir ki, bu melek şu dört meseleyi yazmakla da vazifelidir: Rızkı, eceli, ameli, şakî mi saîd mi olacağı…”

Şu takdirde, nail olacağın rızık, Allah’ın ezelî ilminde takdir olunmuştur. Rızkın, O’nun “kazâ”sı kapsamındadır. Dünya hayatında elde edebileceğin de, ancak O’nun ilminde ve mahlûkattan gizli olan gaybında tanzim edilmiştir. İşte bu, Allah’ın “kazâ”sı ile ittifak halindeki “kader”dir.

Günlük hayattaki çabana ve ticarî girişimlerine gelince: Bunlar, Allah’ın kazâsında ve hükmünde senin için tanzim edilen duruma yardımcı unsurlardır, başka bir şey değil.

Durmaksızın kalbine vesvese veren şeytana da şöyle de: “Allah’ın benim için takdiri zenginlik ve geniş rızıksa, nereye gidersem gideyim, nerede olursam olayım bunlar beni muhakkak takip edecektir. Yok, böyle değil de benim hakkımdaki takdiri az bir rızık ve sınırlı bir dünyalıksa, O’nun kazâsında olduğu üzere bu hâl asla değişmeyecek. Uzun bir ömür de sürsem, türlü türlü ticarî teşebbüslere de girişsem, zenginlik ve rızık peşinde doğusundan batısına bütün dünyayı da dolaşsam nafile.” Zira “en yüce himmetler bile kader surlarını yaramaz.” Bu hikmetin bir önceki hikmetle ilişkisi inşallah şimdi daha da iyi anlaşılmıştır.

Takdire tevekkül

Bu zikrettiğimiz hakikatler, bazılarını şöyle bir soru sormaya sevk edebilir: “Kulun sebeplere yapışarak gayret etmesi kader surlarını yaramayacaksa çalışıp çabalamak, gayret etmek niye? Şu hâlde niçin sokakları, caddeleri arşınlayalım, geçim derdiyle çalışıp çabalayalım?”

Bu soruya cevaben şöyle deriz: Kâinatta seni çepeçevre kuşatan farklı sebeplere bağlı olarak şu iki hâlden birisiyle kayıtlısın:

Birinci hâl, bütün meşru sebeplerin adeta yer altına çekildiği, çaba ve gayretlerinin semeresinin olmadığı hâldir. Şu takdirde tecrîd ehlinden olduğuna hükmedilir ve sana düşen, hâline rıza ile beklemendir. Gayrimeşru sebeplerin çokluğunun değersizliğini, yok hükmünde olduğunu zikretmiştik. Yapacağın şey, bunlardan yüz çevirip uzaklaşmaktır.

İkinci hâl, senin ve yanındaki yörendeki kimselerin meşru sebeplerle, geçim vasıtalarıyla kuşatıldığı hâldir. Şu takdirde, bahse konu sebeplere yapışarak hareket et. Bununla birlikte bu sebeplere bir güç atfetmekten veya bunların Allah’ın kazâ ve kaderine rağmen gerçekleştiğini düşünmekten de sakın! Allah muhafaza! Allah Tealâ seni bu sebeplerle kuşatıp, içerisinde bulunduğun hâlin gereğince amel etmeye sevk ederken, şu hakikati bir an olsun aklından çıkarma ve ona yakînen iman et: Karşına çıkan bütün bu fırsatlar ve bu vesileyle elde ettiğin neticeler, ancak Allah’ın iradesi ve hükmüyle kaimdir; kendilerine güveniyormuşçasına yapıştığın ve ona göre yolunu tayin ettiğin sebeplerle değil.

Ticaret veya başka işlere yapışmak suretiyle meşru sebeplerle alakadar olmak, Allah’ın emrettiği ve bizi sorumlu kıldığı vazifelerdendir. Bununla birlikte asıl bağlandığımız şey meşru sebepler değil, Cenab-ı Hak’tır. Zira bütün bu çalışmalarımızla elde ettiğimiz netice, zikri geçen sebeplerden değil, doğrudan doğruya Cenab-ı Hak’tandır. Dolayısıyla sebepler, Allah’ın kazâ ve kaderinin icrasında birer yardımcıdır, aksi değil. İbn Atâullah’ın üçüncü hikmetinde hedeflediği mana da işte budur.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy