Kalp ne kadar Rabbimize bağlı kalırsa, dünyanın ağırlığı ondan o kadar uzaklaşır. Ve Allah’la huzura erdi mi, insan yaşadığı hayattan tat alır. “Onlar, inananlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 28)
İnsan hayatında her zaman inişler ve çıkışlar olur. Ömrümüz çoğunlukla hayat mücadelesi ile geçer. Bazen son derece mutlu anlar yaşarız. Çocuklarımızın başarıları, evlilikleri, torunlarımızın dünyaya gelmesi, uzun uğraşlar sonunda başımızı sokabileceğimiz bir eve sahip olmak, uzun zamandır göremediğimiz büyüklerimizle buluşmak böyle mutlu anlarımızdan birkaçıdır.
Elbette ömrümüz boyunca pek çok hüznü de yaşarız. Yakınlarımızı kaybederiz, işlerimiz bozulur, ciddi sağlık sorunlarıyla uğraşırız, çocuklarımızın istediğimiz gibi gitmeyen yaşantıları bizi üzer. Halk deyişiyle yuvarlanıp gittiğimiz bir hayat serüveninin sonunda defteri kapatıp Rabbimizin huzuruna doğru yola koyuluruz.
Nasıl geçtiğini anlamadığımız hayatımızın kayıt defterini nasıl doldurduğumuz en büyük meselemizdir ve bu tamamen bize bağlıdır. İyi bir insansak Rabbimizin bizleri cennetle mükafatlandıracağını bilir ve O’nun rahmetini umarız. Aksi durumda ise yakıcı bir azap vaat edilmiştir. Bunu biliriz ama bu bilgiyi hayatımıza nasıl yansıttığımıza ölmeden önce bakmak durumundayız.
Şükretmeyi biliyor muyuz?
Önce nimetler karşısındaki tavrımıza bakalım. Bizi sevindiren bir nimete kavuştuğumuzda ya da mutluluk veren bir hadise gerçekleştiğinde Rabbimize şükrümüzü ifa ediyor muyuz? Yoksa usulen “Allahım sana hamd olsun, şükürler olsun.” demekle mi yetiniyoruz? Eğer O’na karşı minnetimizi, her nimetin ancak O’nun dilemesiyle gerçekleştiğini yüreğimizde hissedebiliyorsak şükreden bir kuluz demektir. Hatta şükrümüzü göstermek için iki rekât namaz kılmak ya da şükür secdesi yapmak ne güzeldir! Nitekim Efendimiz s.a.v. de böyle yapardı. Müslümanlara kan kusturan Ebu Cehil’in öldürülme haberini alınca iki rekât namaz kılmıştı. (İbn Mace, 1381). Yemenlilerin İslâm’ı kabul ettiğini öğrendiğinde de secdeye kapanmıştı. (İbnu’l-Esir, Kâmil, 1/350). Hz. Ebubekr r.a. da İslâm düşmanı Müseylime’nin ölüm haberi gelince secdeye kapanmıştı.
(Beyhakî, Marife, 1474).
Dolayısıyla şükran ifademizi sözün de ötesine geçerek fiilî olarak ortaya koymak en güzelidir. Sadece namaz ve secdeyle yetinmek istemeyenler için de yol açıktır. Mutluluğumuza başkalarını ortak etmek için infakta bulunmak, nafile kurban kesmek şükrü taçlandırır. Nitekim akika kurbanı böyle bir şükrün ifadesidir. Çünkü elde ettiğimiz nimetin bize ulaşmasında tek kudret sahibi olan Allah’tır, başka her şey vesileden ibarettir. O’na hamd hem bir vazife hem de defterimize sevap olarak yazılacak bir güzel ameldir.
Kederde O’na sığınmak
Seviçlerimizi şükrederek Rabbimizle bir irtibat vesilesi kıldığımız gibi üzüntülerimiz de O’nunla irtibat için bir vesiledir. Çünkü mutluluğa erişmemize yüce kudretiyle imkan veren O olduğuna göre, bir imtihan yurdu olan dünyada karşılaştığımız sıkıntılar da yine O’nun yüce kudretiyle gerçekleşmektedir. “O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez.” (En’am, 59). “Göklerin, yerin ve arasındakilerin hükümranlığı Allah’ındır, dilediğini yaratır. Allah her şeye kadirdir.” (Maide, 17). Dolayısıyla ya sıkıntılarla denenmekteyizdir ya da kendi yaptıklarımız yüzünden, eğer sabredersek, ahiret hesabımızdan hafifletilmek üzere bedel ödemekteyizdir. Ki bu durumda samimi ve sürekli tövbe de gerekir.
Yüce Allah içinde bulunduğumuz sınavı Kur’an’ında pek çok yerde bizlere hatırlatmaktadır. Bir ayet-i kerimede şöyle buyurur: “Muhakkak ki biz sizi korkuyla, açlıkla ve mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. O sabredenleri müjdele! Onlar ki, başlarına bir musibet geldiği zaman: ‘Biz Allah’a aidiz ve sonunda O’na döneceğiz’ derler.” (Bakara, 155-156). Bunun yanında musibetler karşısında sabrı tavsiye eden pek çok hadis-i şerif de bulunmaktadır.
Hz. Peygamber s.a.v.’in yaptığı gibi evladını kabre koyarken gözyaşı dökmek ama aynı zamanda Rabbin takdirine boyun eğmek sağlam imanın tezahürüdür. İnsan gerçek anlamda Allah’ı rab olarak kalbine benimsettiği zaman hiçbir sıkıntı karşısında teslimiyetinden taviz vermez. Mutluluk gibi musibetin de O’nun kudret eliyle gerçekleştiğini bilir. Üzüntüye kapılsa bile Rabbine sevgi ve bağlılığından bir şey eksilmez. İyi bir mümin ile böyle olmayan kişi arasındaki fark, başa bir sıkıntı geldiğinde belli olur.
Kendine sor
Sıkıntılar karşısında kalbi Allah ile sakinleştirmenin bir yolu şudur: Kendimize cevabını çok iyi bildiğimiz şu soruyu soralım:
– Allah benim bu sıkıntımdan haberdar mı, O her şeyi görüyor mu?
Bu soruya vereceğimiz cevap “Elbette!” olacaktır. Sonra ikinci soruyu soralım:
– Benim içinde bulunduğum bu durumu görüyor mu?
Cevabımız yine “Elbette!” olacaktır. Ardından son soruyu soralım:
– Madem O her şeyi görüp biliyor, O’nun bilgisi ve kudreti altında olan hadiseler karşısında isyan niye? Ayrıca ahiret sınavında değil miyim?
Maddî veya hastalık türü bir sıkıntımız olduğunda bunu aşmak için elbette uğraşacağız. Ancak bu bizi isyana sürüklememelidir. Aynı şekilde ailemizden birinin vefatı karşısında olanı kabullenmek durumundayız. Çünkü başkaldırı hiçbir şeyi değiştirmez, aksine kalbi Allah’tan uzaklaştırır. Öyleyse gerekli tedbirleri aldıktan sonra olacak olanın önüne geçilemediğine göre teslimiyetin devreye girmesi gerekmektedir. İnsan bunu başaramazsa karşılaştığı sıkıntı hem ruhen hem bedenen çökmesine ve ahiretini kaybetmesine neden olabilir. O yüzden önce kalbimize Allah’ın zikriyle ve salih kullarla yakınlık kurarak teslimiyeti öğretmek durumundayız ki, her halükârda huzurlu olalım. Üzüntülü olsak bile sağlam kalalım.
Kalbinde kim var?
Yaratıcımız’la bağımızın ne kadar güçlü olduğunu, her durumda O’nunla birlikte olup olmadığımızı anlamak için küçük bir test yapmamız mümkündür. Önce Kur’an’da geçen cennet ayetlerine bir bakalım. Bunları okuyunca oldukça keyif alıyoruz. Rabbimiz biz müminlere türlü nimetler hazırlamış, diyoruz. Ardından bir de azap ayetlerine bakalım. Bunları okuduğumuzda kalbimizde gerçekten bir ürperti oluyor mu? Yoksa öylesine okuyup geçiyor muyuz? Eğer bir sızı belirmiyorsa, kalbimizde bir sorun var demektir. Sorun olduğu o kadar aşikârdır ki, camilerde hocaefendiler bizlere cehennemden ve oradaki azaptan bahsedip ilgili ayet ve hadisleri okuduklarında sanki bir şey yokmuş gibi dinliyoruz. Vaazı dinleyip namazı eda ettikten sonra hayata kaldığımız yerden devam ediyoruz. Hem de daha iyi bir mümin olmak için tek adım atmadan...
Bu nasıl bir müslümanlıktır ki, cehennem ve azapla ilgili ayet ve hadisler okunduğunda ya da duyulduğunda daha iyi bir mümin olmak için harekete geçilmiyor? Demek ki kalp Allah Tealâ’nın murad ettiği şekilde iman etmemiş. Böyle bir kalp hasta, huzursuz ve tedaviye muhtaç demektir.
Anlaşılan o ki, kalbi imanla diriltmekten, tedavi etmekten başka bir yol görünmüyor. Onu Rabbimizin istediği kıvama getirmek en temel vazifemiz. Çünkü kalp imanın mahalli ve nazargâh-ı ilahîdir. Allah Tealâ yüzümüze ve malımıza mülkümüze değil, kalbimize ve amellerimize bakacak.
Kalbi ilahî teveccühe hazır hale getirmenin yolu ise farzların yanında nafilerle hayatımızı süslemek ve zikrullahı kalbimizin öncelikli işi haline getirmektir. Kalp ne kadar Rabbimize bağlı kalırsa, dünyanın ağırlığı ondan o kadar uzaklaşır. Ve Allah’la huzura erdi mi, insan yaşadığı hayattan tat alır. “Onlar, inananlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 28)Böyle bir insan elbette sıkıntılara karşı daha dayanıklı olur. Sonuçta iyi bir mümin olarak son demde gözlerini yumar. İnşallah böyle kullardan oluruz.