Huşû ve kalbin namaza katılması
Namazın ahiret azığı olabilmesi, fahşâ ve münkerden alıkoyup ahlâkı güzelleştirebilmesi kalple de kılınmasına bağlı. Yani bir yükten kurtulurmuşcasına alelacele, özensiz değil; kendini vererek, ilâhî huzurda olma halini hissederek, günün en önemli ânı olduğunu bilerek namaz kılmakla... Bunun için namazın bâtınî manalarını ve manaları elde etme yollarını, her rüknünde kalpte bulunması gereken edebi bilmek gerekir.
Namazda huşûnun gerekliliğini bildiren pek çok delil (âyet ve hadis) vardır. Bunlardan biri şu âyettir: “Beni anmak için namaz kıl.” (Tâhâ 14)
Burada “zikir” ifadesine dikkat etmek gerekir. Gaflet, yani huzurunda bulunduğun zâtı unutma hali zikre ters bir durumdur. Çünkü zikir, hatırlamak ve anmaktır. Namazının tamamında gafil olan kimse nasıl Allah’ı zikir için kılmış olacak?
Diğer bir ayette şöyle buyrulmuştur: “Gafillerden olma...” (A‘râf 205)
Ayette nehiy, yani yasaklama ve alıkoyma vardır. Ayetin zâhiri, gafletin haram olduğunu gösteriyor.
Bir diğer ayette ise şöyle buyrulmaktadır: “Ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın.” (Nisâ 43)
Ayetteki yasaklama, içki henüz haram kılınmadan önce sarhoş iken kılınmamasıyla ilgilidir. Fakat burada namaza niçin yaklaşılmayacağının sebebine dikkat etmek gerekir: Ne okuduğunu bilmemek... Aynı durum, kalbi tamamen namaz dışında düşüncelerin işgali altında, dünya dertleriyle dolu olan kimse için de söz konusudur.
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin; “Namaz ancak boyun büküklüğü ve tevazudur” (Tirmizî, Salât, 166; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/211) hadis-i şerifindeki “ancak” ifadesi, namazın mahiyetinin “başka bir şey değil, sadece” boyun büküklüğü ve Cenâb-ı Hakk’a karşı tevazu hali olduğunu vurgular.
Bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulmuştur: “Kıldığı namaz kimi hayâsızlıktan ve kötü işlerden alıkoymazsa, onun sadece Allah’tan uzaklığını artırır.” (bk. Taberânî, el-Mu‘cemü’l-Kebîr, nr. 11025; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 2/258; Taberî, Câmiu’l-Beyân, 18/409; Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 6/465)
Gafil kimsenin namazı onu çirkin ve kötü işlerden (fahşâ ve münkerden) alıkoymaz.
Diğer bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Gece namazı kılan nice kimseler vardır ki namazlarından onlara kalan sadece uykusuzluk ve yorgunluktur.” (Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ, nr. 3249; İbn Mâce, Sıyâm, 21)
Bu hadis-i şerifte de kesinlikle gafil kimse kastedilmiştir.
Diğer bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Kişiye namazından ancak idrak ettiği ve şuurlu bir şekilde kıldığı kadarı yazılır.” (Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 31207; Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, nr. 20011-20012; Zebîdî, İthâfü’s-Sâde, 3/173)
İşin hakikati şudur: Bir hadiste belirtildiği gibi namaz kılan kimse yüce Rabbi’ne münâcât etmekte, yani O’nunla konuşup istekte bulunmaktadır. Gafletle, farkında olmadan söylenen sözlerin münâcât olmadığı kesindir. Bu durumu şöyle açıklayabiliriz:
Zekât veren kimse, verme anında gafil olsa da zekât verilmiş olur. Çünkü zekât nefsin isteğine aykırı, ona ağır gelen bir ibadettir. Oruç da böyledir. O da nefsânî kuvvetleri ezen, Allah’ın düşmanı şeytanın aleti olan nefsin hevâsını kıran bir ibadettir. Gafletle de tutulsa bu maksatların gerçekleşmesi mümkündür. Aynı şekilde hac da meşakkatli ve nefse ağır gelen bir ibadettir. Onda nefse sıkıntı verecek, çaba gerektiren işler mevcuttur. Kalp bu işleri yaparken ister hazır ve uyanık olsun ister olmasın, bu sonuç kendiliğinden hâsıl olur.
Namaza gelince o; zikir, kıraat, rükû, secdeler, kıyam ve oturuştan oluşmaktadır. Şimdi namazdaki zikir halini ele alalım:
Namazda zikir, Allah Tealâ ile konuşmak ve O’na yalvarmaktır. Bu zikirden maksat ya Allah’a hitap etmek ve O’nunla konuşmak ya da dili harfleri ve sesleri çıkarmaya zorlamaktır. Aynen oruçta midenin zorlandığı gibi. Bu ikinci kısım bâtıldır, namazdaki zikirden maksat harfleri ve sesleri çıkarmak değildir. Çünkü manasından gafil olduğu halde dili hareket ettirmek son derece kolay bir iştir. Bir alışkanlık olarak harfleri çıkarmada bir sıkıntı yoktur.
Oysa harflerden maksat konuşmaktır. Harfler ve sesler içteki duygu ve düşünceyi dile getirdiği zaman konuşma olur. Bu da ancak kalbin o seslere katılmasıyla gerçekleşir. Bir kimse namazda, kalbi iştirak etmeden “Allahım, bizi dosdoğru yola ulaştır” dediği zaman, ondan kastı yalvarma ve dua olmazsa bu isteğin ne manası olur? Hele dil buna alıştıktan sonra dilini hareket ettirmekte ne zorluk vardır? Bu, zikirler hakkında söylenecek hükümdür.
Bu konuda daha çarpıcı bir örnek vereyim: Bir kimse, “Ben falancaya teşekkür edeceğim, onu övüp bir ihtiyacımı gidermesini isteyeceğim” diye yemin etse, sonra bu kişiye rüyasında bu manada şeyler söylese yeminini yerine getirmiş olmaz.
Yine bu kimse zifiri karanlık bir yerde olsa, orada o bahsettiği kişi de bulunsa fakat o bunu bilmese ve dilinden bu cümleler dökülse, yine yeminini yerine getirmiş olmaz. Çünkü o kime söylediğini bilmediğinden, ağzından çıkan sözler karşısındakine hitaben söylenmiş olmaz.
Dahası, bu adam gündüz vakti bahsettiği kimsenin yanında olsa ve yemin ettiği şeyler dilinden dökülse, fakat o kalbini işgal eden bir düşünce içinde kaybolduğundan yanındaki kişinin farkında bulunmasa, yani konuşurken ona hitap etmek kastı olmasa, yine yeminini yerine getirmiş olmaz.
Şüphesiz namazda okuma ve zikirden maksat hamd, senâ, yakarış ve duadır. Bunlarda muhatap Allah Tealâ’dır. Kulun kalbi ise gaflet perdesiyle kapanmış, Allah Tealâ’ya yönelmemiştir. Aksine, dili sadece alıştığı şeyleri tekrar edip durmaktadır. Bu kimse kalbin sıhhat bulması, Allah Tealâ’yı zikir ve O’na iman bağını kuvvetlendirmek için emredilen namazın gayesinden ne kadar uzaktır!
Namazdaki kıraat ve zikrin hükmü budur. Kıraat ve zikirle ilgili bu bahsettiğimiz özelliğin inkâr veya göz ardı edilmesine, namazın rükûnlarından ayrı tutulmasına imkân yoktur. Huşû, huzur ve edep namazın ayrılmaz bir unsurudur.
Rükû ve secdede kalp
Rükû ve secdelere gelince: Bu ikisinden maksat kesinlikle tâzimdir; Allah Tealâ’yı yüceltmek, O’na saygı ve teslimiyetini göstermektir. Eğer bir kimsenin Allah’tan gafil halde sırf bir hareketi ile O’na saygı ve teslimiyetini göstermiş olması geçerli olsaydı, önünde put olduğunu bilmeden tâzim hareketi yapanın onu yüceltmiş olması gerekirdi. Ama öyle değil. Yahut önünde duvar bulunan kimsenin yaptığı secde ile duvara hürmet göstermiş olması söz konusu olurdu.
Nasıl bunlar tâzim ve hürmet sayılamazsa, gafletle yapılan secde ile de Allah Tealâ’nın huzurunda yere kapanılmış olmaz. Rükû ve secdeler tâzim olmaktan çıkınca, ortada başın ve sırtın yaptığı hareketten başka bir şey kalmamış demektir.
Namazla ilgili anlattığımız bu hususlar namazı dinin direği, İslâm ile küfrün ayırt edicisi, hac ve diğer ibadetlerden öncelikli kılınmış bir ibadet yapar.
Ben, namaza ait bütün bu durumların onun sadece zâhirî hareketlere bağlı olduğunu düşünmüyorum. Beni namazın zâhirî şart ve rükûnlarına ilaveten, Allah ile bir münâcâta bağlı olduğunu görüyorum. Bunun için namaz; oruç, zekât, hac, kurban ve diğer ibadetlerin önüne geçmiştir. Hatta o, ilâhî yakınlık vesilesi olan diğer ibadetlerin de önündedir. Halbuki bu saydığımız ibadetler parayı eksilterek yapıldığı için nefsle büyük bir mücadele vermeyi gerektirir.
Allah Tealâ kurbanlar hakkında şöyle buyurmuştur: “Onların etleri ve kanları Allah’a ulaşmaz; fakat O’na sadece sizin takvanız ulaşır.” (Hac 37)
Yani sizden Allah’a ulaşan, kalbi kuşatan ve onu ilâhî emirlere sarılmaya sevk eden takva halidir. Ki sizden istenen de budur. Kurbanda hüküm böyle olunca, eğilip kalkmaların kendi başına bir değeri olmayan namazda durum nasıl olur? Bütün bunlar namazda kalbin de hazır bulunmasının şart olduğunu gösterir.
Gafilin namazı geçersiz mi?
Şöyle dersen: “Namazın sahih olması için kalp huzurunu şart koşar, her rüknünde bu olmadan kılınan namazı geçersiz sayarsan, fakihlerin icmâına, ortak görüşüne aykırı hüküm vermiş olursun. Çünkü onlar kalp huzurunu sadece niyet ve başlangıç tekbirinde şart koşmuşlardır.”
Buna cevaben derim ki: Önce şunu hatırlamak lazım. Fakihler iç âlemle ilgili bir şey yapamazlar. Kalpleri yarıp içinde bulunan halleri ortaya çıkararak kişinin maneviyatı için ona göre bir tedbir alamazlar. Onlar zâhirdeki işlere bakarak dinin o zâhire ait hükümlerini bildirirler. Amellerin zâhiren yerine getirilmesi hukukî bakımdan yeterlidir. Ahirette fayda verecek hallere gelince bu, zâhirî fıkhın alanına girmez. Ayrıca zâhirin yeterli olduğu konusunda fakihlerin görüş birliğinin olduğunu iddia etmek de mümkün değildir.
Ebu Tâlib Mekkî’nin kaydına göre Bişr b. Hâris, Süfyân-ı Sevrî’nin şöyle söylediğini nakletmiştir: “Huşû ile namaz kılmayanın namazı fâsittir.” Yani olmamıştır.
Yine Mekkî’nin nakline göre, Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: “Kalp huzuru olmadan kıldığın bütün namazlar, seni sevaptan çok azaba götürür.”
Ashaptan Muâz b. Cebel radıyallahu anhûnun şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Namaz kılarken sağında ve solunda kimin olduğunu kasten tanıyan kimsenin namazı sahih olmaz.” Bu söz hadis olarak da rivayet edilmiştir.
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Kul namaz kılar. Fakat kendisine o namazın altıda biri veya onda biri kadar sevap yazılmaz. İnsan için kıldığı namazdan ancak idrak halinde kıldığı kadar sevap yazılır.” (Ebû Davud, Salât, 123; Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ, nr. 524; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/321; Ebû Ya‘lâ, el-Müsned, nr.1612)
Eğer bu söz Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemden başkasından nakledilseydi bile uyulacak güzel bir görüş olarak kabul görürdü. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin sözüne nasıl sarılınmaz?
Abdülvâhid b. Zeyd, “Âlimler, kul için ancak idrak halinde ve şuurlu bir şekilde kıldığı kadar namaz sevabının verileceği konusunda görüş birliğine varmışlardır” diyerek bu konuda icmâ olduğunu söylemiştir.
Takva sahibi fakihlerden ve ahiret âlimlerinden nakledilen benzeri sözler sayılamayacak kadar çoktur. Hak olan, dinin delillerine müracaat etmektir. Namaza kalbi katmanın şart olduğunu gösteren hadisler ve haberler apaçık ortadadır. Şu kadar var ki zâhirî hükümlerde fetva, insanların hali ve kusuru göz önüne alınarak verilir. İnsanlara namazın tamamında kalbin iştirakini şart koşmak mümkün değildir. Çünkü çok azı hariç, kimse buna güç yetiremez. Zaruret gereği namazın bütününde kalbin namaz halinde bulunmasını şart koşmak mümkün olmayınca, tamamen terk etmek de doğru değildir. Bu durumda namazın bir anında olsun kalp uyanıklığının şart koşulması gerekir. Bunun için en uygun olanı tekbirin alındığı andır. Biz de bu kadarıyla yetindik.
Bununla birlikte biz, bütün namaz boyunca ondan gafil olan kimsenin namazı tamamen terk eden kimse gibi de olmadığını umarız. Çünkü o, zâhiren namazı kılmak için bir harekete geçmiş ve az bir zaman da olsa kalbini namazda hazır etmiştir. Nasıl böyle olmasın ki? Bir kimse abdestsiz olduğunu unutarak kılsa bu namazı Allah katında geçersiz iken, yine de ona yaptığı ve kusuru nisbetinde sevap verilir.
Bu ümitle birlikte olaya başka bir yönden bakacak olursak, namazında tamamen gafil olan kimsenin halinin, onu terk edenin halinden daha kötü olacağı endişesi de vardır. Çünkü sultanın hizmetinde bulunan, fakat huzurda lâkayt davranan ve sultanı önemsemeyen biri gibi sözler söyleyen kimsenin hali, sultanın hizmetine yanaşmayan kimseden daha tehlikelidir.
Korku ve ümit sebepleri karşı karşıya geldiği, iş tehlike arzettiği zaman sen, ihtiyatlı olanı yapmakla müsamaha edileni seçmek arasında serbest olursun. Bununla birlikte, gafletle kılınan namazın sahih olduğu konusunda fakihlerin fetvasına aykırı davranmakta ısrarcı olmamalıdır. Daha önce belirttiğimiz gibi bu fetvada zaruret vardır.
Kim namazın sırrını bilirse, gafletin ona zıt bir şey olduğunu anlar. Fakat bizim, İhyâ’nın “Kavâidü’l-Akâid” kitabında bâtın ilmi ile zâhir ilmi arasındaki farkı açıklarken belirttiğimiz gibi, şeriatın bütün sırlarını açıklamaya mani sebeplerden biri de halkın acziyet ve zafiyet içinde bulunmasıdır.
Bu konuda bu kadarıyla yetiniyoruz. Ahiret yolucusu için bu kadarlık açıklama ikna edici ve yeterlidir.
Özetle; kalp huzuru namazın ruhudur. Bunun en azı, niyetle birlikte başlama tekbirinde kalbin hazır olmasıdır. Bu da eksik olursa, sonuç helâktir. Kalbin katılımı arttığı ölçüde namazın bölümlerinde bu hal yayılır. Hareketi olmayan diriler ölüye daha yakındır. Bütün namaz boyunca gafil olan kimsenin namazı, kalp bakımından hareketi olmayan diri gibidir. Allah Tealâ’dan kendisine itaat ve ibadette yardım dileriz.