“Allah inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlere gelince; onların dostları da tağuttur, onları aydınlıktan alıp karanlığa götürür. İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada devamlı kalırlar.” (Bakara 257)
İmam Süyûtî rahmetullahi aleyh, Esbâbü’n-Nüzûl’unda ayet-i kerimenin iniş sebebi hakkında şunları kaydeder:
“Nakledildiğine göre Hz. İsa aleyhisselâma bazıları iman etti, bazıları ise onu inkâr etti. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem gönderildiğinde ise Hz. İsa aleyhisselâmı inkâr edenler Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme iman etti. Hz. İsa aleyhisselâma iman edenler ise Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemi inkâr etti. Bu ayet-i kerime, bu olay üzerine inmiştir.” (Taberî, Câmiu’l-Beyân, 5/426)
‘Allah iman edenlerin dostudur’
Bir kişi başkasının velîsi olursa, velâyeti altındaki kişiyi korur, daima onun hayrını, menfaatini gözetir; her işinde ona yardımcı olur. Eğer bu velî, yarattığı kullarının her halini en iyi bilen, onlara kendi nefslerinden daha yakın olan Allah Tealâ olursa, en büyük, en güvenilir yardımcıya ve dayanağa yaslanılmış olur. Kur’an-ı Azimüşşân’da mealen buyurulur ki:
“Hiç yaratan bilmez mi? O en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (Mülk 14)
Allah Tealâ müminleri sever, yardım eder, onların işlerini en gizli sırlarıyla bilir ve kimseye bırakmaz, üstlenir.
Bu bakımdan biz müminler, gerçek dostun ancak Yüce Allah olduğunu bilerek her halimizi gönül diliyle sadece O’na açar, ondan medet umarız. O dua ve yakarışlarımıza icabet eder, bizi karanlıklardan aydınlığa çıkarır, işlerimizde muvaffakiyetler, gönüllerimize huzur bahşeder. Bizi daima korur, gözetir; iki cihanda saadete erebilmemiz için bütün imkânları önümüze serer.
Değişmez ve mutlak yegâne dost Allah Tealâdır.
- “Dost” diye tercüme ettiğimiz “velî” yardım eden, işleri düzenleyen, yöneten ve idare eden anlamlarına gelir. Bu yüzden şehrin yöneticisine vali, yetimin haklarını üstlenene de yetimin velîsi denir. Mevlâ (efendi) kelimesi de bu kelimeden türetilmiştir. Kişiyi terk etmeyen, sevgi ve yardımıyla onunla beraber olan dostuna, o kişinin velîsi denir. Buna göre ayetin manası şöyle olur:
- Allah Tealâ, iman etmelerini istediği ve ezelî ilminde inanacakları sabit olan kimselerin dostudur, velîsidir. Onları küfrün ve her türlü kötülüğün, şüphe ve kuşkuların, dünyanın ve kabrin karanlıklarından iman aydınlığına çıkarır.
- Ya da dinde bir şüphe içerisine düşerlerse onlara hidayet ederek meselenin hal yolunu gösterir. İstikamet üzere muvaffak kılarak onları bu durumdan çıkarır ve şüpheden kurtulup yakîn aydınlığına ulaşmalarını sağlar.
- Allah Tealâ, hidayeti ve inayetiyle bütün müminleri içinde bulundukları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Bunun için onlara kitap indirmiş, peygamber göndermiştir. Karanlıklardan aydınlığa çıkmanın yolunu da iman edip sâlih amel işlemeye ve kendi rızasını aramaya bağladığını belirtmiştir.
Allah Tealâ ayet-i celilede velîliği, velâyeti kendisine nisbet etmiş ve bunu özellikle müminlerle ilişkilendirmiştir. Bu da onun “el-Mü’min” isminden gelir. El-Mü’min, yaratılıştan gelen ve amellerinin neticesi olan haklarını vererek insanlara eman sağlayan, güven verendir. İnsanlar O’nun haklarını ihmal etmeyeceğinden emin olurlar.
El-Mü’min isminin insanlara dönük boyutu ise, “insanlar böyle olmadıkça gerçek manada mümin olamazlar” şeklinde anlaşılmalıdır. Müminlik sıfatı bu bağlamda bir kişinin nitelenebileceği en üstün derecedir.
‘el-Velî” ism-i şerifi ve tecellileri
“El-Velî”, Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimlerinden (Esmâ-i Hüsnâ’sından) biridir. “Yardım eden, sevdiğinin işini üstlenen, dost” demektir. Velî, kulunu nefsi ile baş başa bırakıp kendi haline terk etmeyen, kulunun düşmanlarını da kahredendir.
“El-Velî” ism-i şerifinin tecellisi olarak Cenab-ı Hak, mümin kullarına hem bu dünya hem de ahiret işlerinde muvaffakiyet ihsan eder. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkararak kalplerini nurlandırır. Kalpleri nurlanan müminler işitip gördükleri her şeyden dersler çıkartır. Olan bitende Cenâb-ı Mevlâ’nın takdirini görebilmenin genişliğine ulaşır. Onları her gören Allah Tealâ’yı hatırlar.
“El-Velî” ism-i şerifinin tecellisine mazhar olmuş kullar da Cenab-ı Hakk’ın dostları yani velîleridir. Onlar için korku ve hüzün yoktur. Çünkü onlar Hak Tealâ’dan gayrı dost bilmezler. O’nun rızasına muhalif bir amel işlemekten başka hiçbir korkuları yoktur.
Şu halde denilebilir ki: “Ey bu dünyaya gelmiş Âdemoğlu! Sen de Rabbi’nin bu ism-i şerifinden nasipdar ol da O’nun dostluğunu kazanmaya çalış. O’nun dostlarına dost ol. Onların inandığına inan, sevdiklerini sev, terk ettiklerini terk et. Rabbi’nin dostluğunu talep eden, O’na dost olmak isteyen müminin O’ndan gelen her şeyi doğrulayıp tasdik etmesi, yalnız O’na güvenip dayanması, açık ve gizli, bolluk ve darlık gibi bütün hallerinde O’na teslim olması gerekir.”
Allah Tealâ’nın bütün kulları arasından sadece müminlerin velîsi, yani dostu olduğunu bildirmesi müminler için çok büyük bir nimettir. Bu dostluğun bir yönü kula, diğer yönü ise Cenâb-ı Mevlâ’ya dönük iki yüzü bulunur. Mümin kul ilahî muhabbete erişmek ve Allah Tealâ’nın dostu olabilmek için belli sorumlulukları yerine getirmelidir.
Dostluğa üç adım
Bu sorumluluklar kulluk vazifelerinin, kulluğun gerektirdiği şekilde ifa edilmesidir. Yani kulun, kendisine emredilenleri yapması ve yasaklananlardan sakınmasıdır. Allah Tealâ haramlardan kaçınan ve ibadetlerle kendisine yaklaşan kullarına yakınlık gösterir. O’nun yakınlık göstermesi koruması altına alması, kulunu nefsiyle baş başa bırakmamasıdır. A’raf suresinde mealen buyurulur ki;
“…Ve O, sâlih kullarına sahip çıkar, onların koruyuculuğunu yapar.”
Dostu Allah olanın gönlü nur olur. O nurla her yerde huzur ve sürur bulur. Her daim gam, kasvet karanlık ondan uzak olur. Bütün âlem düşman olsa da derdi değildir, çünkü Rabbi ona yeter. Kişinin dostu Hazreti Allah değilse yol arkadaşı şeytan ve avanesidir. İşte ayet-i kerime bu hakikati de ihtar ediyor.
Dostu ‘tağut’ olanlar
Cenâb-ı Hak “Allah müminlerin velîsidir”; yani onların işlerini üstlenen, idare eden; onları küfür, cehalet, nefsin kötü arzularına tâbi olma, şüphe ve müşküllere kapılma gibi karanlıklardan çıkaran olduğunu beyan ettikten sonra kâfirleri, inkârcıları zikrediyor ve onların dostlarının “tağutlar” olduğunu bildiriyor. Şu halde “tağut”un ne olduğu iyi anlaşılmalıdır.
Tağut; azmak, isyan ve itaatsizlikte haddi aşmak anlamındaki “tuğvan” kökünden gelir ve “aşırı derecede azgın” demektir. Bu manadan hareketle denilmiştir ki: Allah Tealâ’dan başka tapınılan ve hak yoldan saptıran her varlık; put, şeytan, sapkın kişi, kâhin, kötülüğü emreden nefs gibi Hakk’a ve hakikate karşı gelen, Allah Tealâ’nın kulları için çizdiği nizamı ve sınırları aşan veya kendisi ile aşılan her şey tağuttur. İnsan ya Allah Tealâ’ya kul olur veya tağuta. Başka seçenek yoktur.
Tağutlar kâfirlerin dostlarıdır. Onları fıtratlarına konmuş olan nurdan alıp karanlıklara sürüklerler. Yahut onları İslâm’a girmekten vazgeçirip küfrün, cehaletin, körü körüne taklidin ve nefsin çirkin arzularına uymanın karanlıklarına sevk ederler. İnsanları açık kanıtların aydınlığından şüphelerin karanlıklarına sürüklerler. Tağuta dost ve tâbi olanlar Hak ve hakikat hususunda sürekli şüphe içerisindedirler. İşte bunlar ölene kadar küfürde kalma niyetlerinden dolayı cehennemlik olur ve orada devamlı kalırlar.
Ayet-i celilede Allah Tealâ “sürüklerler” ifadesini tekil değil, çoğul ifade olarak kullanmıştır. Çünkü tağutlar çok ve çeşitlidir. Buna karşılık “Allah inananların velîsidir, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.” Cümlesinin sonundaki “çıkarır” fiilini tekil kullanmıştır. Çünkü karanlıklardan nura çıkaran sadece Allah Tealâ’dır.
Bütün müfessirler ayet-i celilede geçen “karanlıklar”ın, küfür yani inkâr; “nur”un da iman olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. “Karanlıklar” ifadesi aynı zamanda Allah Tealâ’nın yasaklarını çiğnemeyi, şüpheyi, Hak ve hakikat hususunda aklî ilimlerin sebep olduğu kafa ve kalp karışıklığını da içine alır.
Sayısız karanlık tek aydınlık
Elmalılı Hamdi Yazır rahmetullahi aleyh, ayet-i celile hakkında buraya kadar anlatılanları Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde şöyle toparlamış:
“Allah iman edenleri, ezelî ilimde iman etmesi kararlaştırılmış olanları sever, onların dostu ve işlerinin üstlenicisidir. Onları hidayeti ve tevfiki ile karanlıklardan (zulümâttan) aydınlığa (nura) çıkarır. Burada, “zulümât”ın çoğul, “nur”un tekil getirilmesi ne kadar dikkate değerdir! Demek ki dünyada çok “zulmet” (karanlık) vardır. Bütün bu karanlıkları ortadan kaldıracak “nur” (aydınlık) ise birdir. O da; “Allah göklerin ve yerin nurudur.” (Nur 35) hükmü gereğince Hakk’ın nurudur.
Herhangi bir konuda Hakk’ın nuru bulunmadığında insanı her tarafından sayısız karanlıklar kaplar. Hakk’ın nuru ortaya çıkınca da o karanlıklar kalkar. Hakk’ın nuru bulunmayınca yerler ve gökler hiç, gündüz gece, güneşler zifir, gözler kör, kulaklar sağır olur.
Kalpler bin türlü hayal ile buhranlar içinde çırpınır kalır; aranan bulunmaz, ne aranacağı bilinmez, gönüllere kuruntular, acılar, azaplar çöker. Çevreyi kuruntular, korkulan duygular kaplar; cinler, şeytanlar başa toplanır. O zaman insana var olmak bir belâ kesilir de, ‘Ah, keşke ben de bir hiç olsaydım!’ diye haykırır.
Bu halde iken herhangi bir vesile ile Hakk’ın nuru ortaya çıkıverirse gökler güler, yıldızlar doğar, baharlar açılır, neşeler sevinçler sunulur, acılar silinir, sıkıntılar unutulur, gönüller ferahlık ve sevinçle dolar, var olmanın tadı duyulur. Hakk’ın nurunun parıltısı ile hayattan zevk alınır.
Bu tadı tatmak ve sonsuza dek yaşamak isteyen akıllı kimse kendisini kendine bırakmaktan vazgeçip, Hakk’ın nuruna ermek için O’nun sağlam tutamağına yapışmalıdır.
Her şeyin ancak bir doğru yönü vardır ve Allah Tealâ’ya ancak o yönden gidilir. Buna karşılık bâtıl yönler sonsuzdur. Mesela bir şeyinizi kaybettiniz... Kaybettiğiniz o şey sadece bir yerdedir. O anda bu şey için gerçek, doğru yön orasıdır. Fakat siz kaybettiğiniz şeyin nerede olduğunu bilmiyor ve hele de bulunduğu yerin bilgisi sizde olduğu halde kaybettiğiniz şey orada yoktur diye inanmış iseniz, oradan başka hangi taraf aklınıza gelirse gelsin, bu yerler hep bâtıl olan yönlerdir. Kaybettiğinizi böyle bulamazsınız. Bu bir şeye karşı dünyanın bütün yönleri bâtıl kesilir.
Bu şekilde herhangi bir şeyde bir hak yöne karşılık, sonsuz bâtıl yön vardır. Hakk’ın nuru olan marifet doğunca bu karanlıklardan, açmazlardan çıkılır. Şu halde zulmetler/ karanlıklar çok, nur birdir. Nur varlığa, bütün karanlıklar da yok olmaya mahsustur. Bir varlığa sonsuz yokluk tekabül eder. Bütün varlıklar üzerinde idareci olan da ancak Allah Tealâ’dır.
Bunun için Allah’a iman, Hakk’ın nurunun, yakînî bilginin, hakiki ferahlığın ve gönül genişliğinin doğmaya başlamasıdır. İman ve marifete karşılık veya muhalif olan yokluk, ümitsizlik, küfür, kuşku, kuruntu, sapıklık, cahillik, eksik bilgi, fâsıklık, heveslere uyma, haddini bilmemezlik ve benzerleri hep birer zulmettir, karanlıktır.
Allah Teâlâ iman edenlerin ellerinden tutar, karanlıklardan çıkarır, yakîn nuru (şüpheden arınmış imanın ışığı) ile işlerinde başarı, ruhlarına terbiye, gönüllerine huzur bahşeder. Sırat-ı Müstakim üzere ebedî saadete, huzura erdirir.
Buna karşılık, İslâm dinini kabul etmeyen ve tağutları (doğru yoldan çeviren azgınları) inkâr edecek yerde, Allah Tealâ’yı inkâr eden, tevhid ile iman dairesine girmeyen kâfirlerin ise velîleri, dostları, yönetenleri tağutlardır. Tağutlar onları nurdan, Allah’ın fıtraten verdiği iman nurundan, doğru yoldan çıkarır, karanlıklara çekerler. Sonra bu kâfirler ve tağutlar birlikte ateşe atılırlar. O cehennem ateşinde sonsuza kadar kalırlar.”
Nihaî hakikati bilen yalnız Hak Sübhânehû ve Tealâ’dır.
Faydalanılan Kaynaklar: Abdülkerim el-Kuşeyrî, Letâifu’l- İşârât; Ebu’l- Leys Semerkandî, Tefsîru’l-Kur’an; Râğıb el-Isfahânî, Müfredât; Zemahşerî, El-Keşşâf; Gazâlî, el-Maksadü’l Esnâ fî Şerhi Meânî’l- Esmâi’l-Hüsnâ; Fahruddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr; Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an; Sadreddin Konevî, Serhu Esmâillâhi’l-Hüsnâ; Kadı Beydâvî, Envârü’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Te’vîl; İmam Nesefî, Medâriku’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl; Celâleddin es-Suyûtî, Esbabu’n-Nüzûl; İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân; Ebussuûd Efendi, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm ilâ Mezâya’l- Kitâbi’l-Kerîm; Konyalı Mehmed Vehbî, Hülâsatü’l-Beyân; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili; Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meal-i Âlîsi ve Tefsiri