Batı dilleriyle tanışanlar, imana, irfana, yani ilahi alemin sırlarına ulaştıran bilgiye değil; Hıristiyan aleminin ferdi çıkarcılığa dayalı, ahlaksızlık ve kan kokan hayat tarzıyla tanışırlar... Biraz da teknolojiyle tabii... Ama daha çok, tahrif edilmiş, bulandırılmış, papazların, rahiplerin arzularına göre şekillendirilmiş, akılla anlaşılamaz ve ne idüğü belli olmayan, üç tanrılı bir dinle tanışırlar. Ve yüzyıllardır aradığını bulamamış olmanın verdiği boşlukla, ahlaki ve yüce olan herşeyi kıymetsiz görecek duruma düşmüş, kafa ve gönülleri bulandıran bir felsefeyle...
Doğu, irfanın beşiğidir. Bütün hak dinler burada doğar, burada kemale erer ve buradan yeryüzüne yayılır. Doğuyu fetheden Türk milleti, buradaki irfanı da fetheder, Kur’anla tanışır. Arapça ve Farsça’dan binlerce kelime fetheder. Bu kelimelerle bir irfan yoğurur. Bu yüzden Türkçe’yle tanışan bir millet, irfan ve faziletle tanışır. Meselâ:
“Menzil almak ister isen
Gönül sabreyle sabreyle,
Dostu bulmak ister isen
Gönül sabreyle sabreyle”
gibi, çağlayan sular kadar berrak ve temiz bir Türkçe ile örülü bir dörtlük ile tanışanlar, onda, Kur’an’ın emrine uyarak, kadere isyan yerine, sabra sarılmayı ve gerçek dost olan Allah’ı bulmayı tavsiye eden bir inançla tanışırlar.
Ama İngiltere’de basılan İngilizce kitaplarla ilk kez tanışan masum Türk yavruları, adeta müstehcen bir neşriyatla tanışıyorlar. Defterinin yaprağına çıplak kadın resimleri yapıştıran bir öğrencisini azarlayan öğretmen, İngilizce ders kitaplarında çıplak resimlerle karşılaşabiliyor. İşte böyle kitapların aynasında batılı hayat tarzını görüyoruz. Çünkü dil ve edebiyat, bir milletin aynasıdır.
Bu kitaplarımızda yer alan İngilizce bir metinde, erkek çocuk, kız arkadaşına soruyor: “Bu gün kiminle çıkacaksın?” Demek ki kız dün başka biriyle çıkmış. Medeni milletlerde kız erkek münasebetleri bundan ibaret... Sonra başka cümleler: “Benimle dans eder misin?” Dans, evrensel kültürün bir ürünü. Ama bu tarzda bir dans bizim inançlarımıza göre ahlaki değil... Hatta böyle dans, kendi ülkesinde de pek ahlaki sayılmaz. Bir Fransız düşünürü, dansı zina olarak yorumlar. Ama güzel Türkçe’mizin;
“A benim ahtı yarim,
Gönlümün tahtı yarim.
Yüzünde göz izi var
Sana kim bahtı yarim?!”
mısralarını okuyanlar, dün başkasıyla çıkan kıza iltifat eden bir genç yerine, sevgilisinin yüzünü en masum bakışlardan bile kıskanan bir Anadolu delikanlısıyla tanışırlar. Bu manide, erkekliği yücelten bir duygu, bir kıymet bulurlar. Sevgilisinin yüzünde en ince namahrem bakışları bile sezebilen gönül gözlü bir Anadolu yiğidiyle tanışırlar.
Bize İngilizce öğreten kitaplardaki çoğu metinlerde, hep yemek, parti, eğlence ve oburca yaşama telkinleri buluruz. Ama binlerce yıl öteden gelen Ahmed Yesevi hazretleri’nin
“Feda olsun sana canım,
Döker olsan benim kanım
Ben kulunum, sen sultanım
Bana sen gereksin, sen!”
gibi temiz bir gönülden akan ilahisiyle karşılaşanlar, orada dünya nimetlerinden geçmiş, Allah’a yönelmiş bir Hak dostunu bulurlar. Bu ilahide Allah aşkı ile tanışır, O’na kul olmanın haysiyetini idrak ederler. Yine Türkçe ile tanışanlar, Sevgili Peygamberimiz’in eşsiz güzelliğini, Süleyman Çelebi’nin “Bir acep nur kim, güneş pervanesi” mısrasında billur gibi bir anlatımla bulurlar. Ya da Fuzulî’mizin,
“Suya versin bağban gülzarı, zahmet çekmesin
Yüzün tek açılmaz verse bin gülzare su.
Men lebün müştakıyam, zühhad kevser talibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelir, huşyare su...”
(Gül bahçesini sele versin bahçıvan, boş yere uğraşmasın. Bin gül bahçesini sulasa, açılmaz yüzün gibi bir gül. Zahitler kevsere talip, ben ise senin aşığınım. Aşk sarhoşuna mey hoş gelir, aklı başında olanlara su...)
gibi sanat ve şiir şaheseri mısralarında, Allah’ın Rasulü’ne duyduğu yanık sevdayı bulurlar...
Türk diline yönelenler, kan, ihtiras, cinayet ve entrika kokan bir Hamlet’le değil, Fuzulî’nin dilinden, sonu Allah’a giden bir aşk hikayesiyle; Leyla ve Mecnun’un tertemiz hikayesiyle tanışırlar. Ve bu hikayede kalbi, tülbendinden ak bir mümin annenin, kızına gönülden gelen nasihatlarını okurlar. Ki her müslüman anne, kızlarının şerefini yüce tutmak için onlara hep bu nasihatleri edegelmiştir.
“K’ey şuh, nedir bu güft u gûlar / Kılmak sana t’ane ayb cular.
Niçin özüne ziyan edersen / Yahşi adını yaman edersen.
…………
Lale kimi sende lütf çohdur / Amma ne diyem yüzün açuhdur.
Temkini cünuna kılma tebdil / Kızsen ucuz olma kadrini bil.
(Ey hayasız, nedir bu dedikodular? Ayıp arayanlar seni ayıplıyor. Niçin kendine zarar veriyor, adına leke sürüyorsun?...... Lale gibi güzelsin, hoşsun. Ama ne deyim ki kendini gizlemezsin. Ağırbaşlı ol. Kendine değer veriyorsan, ucuz davranma, kıymetini bil.)
İşte boşlukta, köksüz ve tarihten kopuk bir millet inşa etmek için, Batı dillerini ve kavramlarını lisan hayatımıza sokmasalar ve uydurma kelimeler üreterek ecdadımızdan ve Kur’an’ımızdan getirdiğimiz kelimelerimize dokunmasalardı, sözlüklere bakmadan, sadeleştirmelere ihtiyaç duymadan bu temiz kaynaklara ulaşabilecek ve kana kana içip, ruhumuzu kandıracaktık. Ve karşımıza, pop çılgınlarının arkasından akıp giden, ruhu çürümüş bir gençlik çıkmayacaktı. Karşımızda, kendi irfanıyla müzeyyen bir gençlik bulacaktık. İşte yukarıdaki şiirlerimizdeki kelimeler her ne kadar Arap ve Fars asıllı iseler de, onlar irfan dünyamızı işgale değil süslemeye gelmişlerdi. Bu kelimeler artık Arapça ve Farsça değil, Anadolu insanının, Ahmed Yesevi’nin, Fuzulî’mizin fethedip, Kur’an’dan, Sevgili Peygamber Efendimiz’in mübarek hadislerinden süzerek, şiirimize, edebiyatımıza, duygu, düşünce ve hayal dünyamıza getirdikleri çiçeklerdi.
Türk irfanı mademki bu kelimelerle yoğruldu ve madem ki irfanımızı halâ bu kelimelerle anlıyor ve anlatıyoruz; artık bu kelimeler, menşe bakımından nereli olurlarsa olsunlar, bizim kelimelerimizdir. Hatta, uğruna şehitlerimizin kanlarını vererek aldığımız ve İslâm yurdu yaptığımız Anadolu’muz kadar bizim... İstanbul’umuz, Erzurum’umuz, Kayseri’miz, Sivasımız kadar bizim...
Kelimelerimiz gibi, bu mukaddes vatan toprağı Anadolumuz da eskiden Türk yurdu değildi. Ama kanımızı bu toprağa katınca bu topraklar bizim oldu. Nasıl ki kanımızı, canımızı ve alın terimizi Anadolu toprağına kattık; uydurmacı ve tavsiyeci anlayışın Arapça ve Farsça diye kelime dağarcığımızdan kovduğu ve kovmaya devam ettiği kelimelere de, kendi duygu, düşünce ve hayallerimizi; umutlarımızı, inancımızı kattık. Bu kelimelerle atalarımız hikmet ve tecrübe dolu sözler söyledi, şairlerimiz de şiirler... Vatanın toprağında kanımız ve canımız saklıdır, bu kelimelerin ruhunda da irfanımız saklı...
Bilmem ki fethedilmiş ve benimsenmiş kelimelerini yabancı diye dil dağarcıklarından kovanlar, acaba vatanlarını da bir zamanlar bizim değildi diye atarlar mı?
Türkçe’nin çöküşü, İslâm imanıyla yoğrulmuş bir irfanın çöküşü demek olacaktır. Bu yüzden, Türkçemizi gözümüz gibi korumak zorundayız. Özellikle de lisan hayatımıza bir Truva atı gibi sokulan, iman ve irfanımıza düşman, batılı kavramların istilasına karşı...