Nefsinizle aranız nasıl? Aranızda bir savaş var mı? Yoksa barış mı yaptınız? Barış yaptıysanız, hangi taraftasınız? Galiplerden misiniz yoksa ona teslim olarak her dediğini yerine mi getiriyorsunuz?
Bir Hadis-i Kudsi’de “Nefsine düşman ol! Çünkü o, bana düşmanlıkla dikildi.” uyarısında bulunuyor Rabbimiz... Demek ki, ölçüleri bilerek nefse düşman olmak düşmanlıkların en güzeli. Onu alt ettiğinde sen cennete gidiyorsun, o sana galip geldiğinde ise son durağın cehennem!
Nefsimizin Esiri miyiz, Hakimi mi?
Nefsimiz hangi mertebede diye yokluyor muyuz? Hakk’ın emirlerine asi, şeytana teslim olmuş, zevk ve safa peşinde koşan, günahlara düşkün Nefs-i emmarede mi? Yoksa kimi zaman günah işleyen, kimi zaman pişman olan, kendisini zaman zaman kınayan Nefs-i Levvame’de mi? Kim bilir, belki de Nefs-i Mülhime’de oyalanıp duruyordur.
Hakk’ın emirlerine mümkün olduğunca uyup, men ettiklerinden gücümüz yettiğince sakınmaya çalışıyor muyuz? Yoksa ‘elimden gelen bu!’ deyip, daha ileri adımlar atma cesareti gösteremiyor muyuz? Peki Hakk’ın emirlerine tam olarak uymak için bizlere engel olan nedir? Hitab-ı İlahiye mazhar olan Nefs-i Mutmainne derecesine erememek için ne gibi mazeretlerimiz var? Kendimizi bu konuda hiç sorguladık mı?
İsterseniz bu konuda, Radiyye ve Mardiyye makamına ulaşmış olanların sözlerine kulak verelim; onların sözlerinden cesaret alalım. Nefsimiz karşısında mağluplardan olmaktansa, galip gelmenin yollarını öğrenmek yapılacak en güzel iş olsa gerek.
İlahî Rızaya Ulaşmak İki Adım
Cüneyd-i Bağdadî (K.S.)’ye “Allahu Tealâ’nın rızasına nasıl kavuşulur?” diye sorulunca, şöyle cevap verir: “Dünyaya düşkün olmayı terk et kavuşursun. Nefsin hevasına uyma, ulaşırsın.” Rıza-yı İlâhiye kavuşma yolunda Hallac-ı Mansur (K.S.)’un nasihati de güzel: “Nefsi, yapması gereken şeyle, yani ibadetle meşgul et! Yoksa o seni yapılmaması gereken bir şeyle, haramla meşgul eder.” Reçete gerçekten net. İbadet kavramının namaz, oruç gibi farizalarla sınırlı olmadığını; Allah’ın rızası niyet ve talebiyle yapılan her şeyin ibadet olduğunu da biz hatırlatalım. Nişabur erenlerinden Ebu Hafs Haddad (K.S.)’ın da bir uyarısı var; “Sünnet-i seniyye ölçülerine göre nefsine muhalefet etmeyen aldanmıştır. Nefsine rıza gözüyle bakan mahvolmuştur.”
İpucu Tepkilerimizde
Nefsimize rıza gözüyle bakıp-bakmadığımızı basit bir testle anlayabiliriz sanıyorum. Şu sorulara samimiyetle cevap vermeliyiz: Kendimizi nasıl görüyoruz? Çevremizdekilerin bize nasıl bakmasını arzuluyoruz? Hep alkış, hep övgü, hep aferinle anılmak nasıl bir duygu? Ya eleştiriler karşısında tavrımız ne? Sinirleniyor, öfkemizi içimize mi atıyoruz? Yoksa kusurumuz gösterildiği için Allah razı olsun diye minnet ve şükran mı duyuyoruz? Cevap anahtarını Bilal b. Sa’d (K.S.) veriyor: “Bir insan övüldüğü zaman, bu övgüler kendisine iyi gelmiyorsa ne iyi... Ama bunları duyunca seviniyorsa, zarardadır...”
Ahmet b. İsa el Harrâz (K.S.) da: “Nefs, durgun su gibidir... Dıştan bakılınca paktır. Ama biraz karıştırılınca bulanır ve altındaki kirler üste çıkar. Nefs, denenmekle hangi mertebede olduğunu belli eder.” diyor... İsterseniz suyu bir bulandıralım. Cesaretimiz var mı?
En iyisi o bize hakim olmadan ona hakim olmak... Çünkü Gavs-ı Azam Abdülkadir Geylânî (K.S.)’nin uyarısı bu yönde: “Nefsine dizgin vur ve bin! Aksi halde, o sana yüklenir...”
Şeytan Hiç Boş Durmuyor!
Nefse uymanın sonu hüsran... Hoca Ahmed Yesevî (K.S.) buyuruyor ki. “Nefse uyma yolunda bulanan kimse rüsvay olmuştur. Artık onun yoldaşı şeytandır.”
Peki şeytanın buradaki rolü nedir? Bu sorunun cevabını Necmüddin-i Kübra (K.S.) veriyor: “Nefs çocuk gibidir. Düşman olan şeytan, ona bir şeyi musallat kılar, nefs de küçüklüğü ve önemsizliği sebebiyle o şeyi tasdik eder. Çünkü şeytan, oyun ve hileler konusunda ustadır. Her yol ve kapıdan insana girebilir.”
Bekr b. Abdullah Müzenî (K.S.) de şeytanın vesvesesi konusunda dikkatli olmaya davet eder: “Eğer şeytan senin önüne çıkıp, ‘sen falanca müslümandan daha üstünsün’ derse, dikkatli ol ve o müslüman kardeşin senden büyükse, şöyle söyle: ‘Bu kardeşim benden önce müslüman olup, benden daha çok salih amel işlemiştir. Onun için o benden daha üstündür.’ Eğer senden küçükse, ‘ben günahlarda onu geçtim. Bu bakımdan o benden daha hayırlıdır’ de. Eğer sana ikramda bulunan ve hürmet gösteren müslüman kardeşinle karşılaşırsan; ‘bu, Allahu Tealâ’nın bir ihsanıdır’ de. Eğer onlardan bir cefa görürsen; ‘bu, yaptığım bir günahtan dolayıdır.’ de...”
“Nefsinden memnun olandan, dini hoşnut kalmaz!..” Bu güzel söz, Ebu Amr b. Necid el-Melâmî (K.S.)’ye ait. Ebu Bekr Tamistanî (K.S.)’nin sözü de ondan geri kalmıyor: “İnsanın nefsi ölmeden kalbi hayat bulmaz. Hakikat, nefsin ölümünden ibarettir.”
Zulmün Kaynağı da Nefs
Nefsin kabarması kadar tehlikeli bir hal var mı? Dünyanın diktatörleri hep nefislerinin zebunu değil mi? Abdülhakim Hüseynî (K.S.)’nin bu konudaki o güzel sohbeti ne kadar uyarıcı: İnsan, hayrını, amelini, ibadetini değil; hep günahlarını göz önünde tutmalıdır. Çünkü amel ve ibadetini görünce nefsi kabarır. İnsanı felakete götüren nefsidir. Firavun, Şeddad ve Karun gibi ilâhlık davasında bulunan ve helâke gidenler hep nefisleri yüzünden bu felaketlere uğradılar. Nefisleri büyüdü, büyüdü sonunda ilâhlık davasına kalkıştılar. Çünkü nefs, kendinden üstün hiç bir varlığın bulunmasını istemez.”
İnsanların Peygamberlere karşı çıkması; Zebur’a, Tevrat’a, İncil’e ve Kur’an’a muhalefet etmesi, vahy yoluyla gelen gerçekleri tahrif edip şahsına uydurması, nefsini ilahlaştırmasının sonucunda değil mi?
Bazı insanlar da, kişilik bozukluklarını Kur’an’la tedavi etme yerine, Kur’an’ı kişiliğindeki bozukluklara kılıf olarak kullanıp, nefs hastalıklarını tedavi edecek hekimlere dudak kıvırmaktalar. Oysa İmam-ı Gazalî (K.S.), kurtuluş reçetesini şöyle verir: “Nefsin ayıplarını bilen; afetlerine, gizliliklerine muttali olan ve basiret sahibi bulunan insan-ı kâmil bir mürşidin huzurunda oturmalı, onu nefsinde hakim kılmalı... Nefisle yapılan mücahadelerde onun işaretlerine tabi olmalıdır.”
Ama “Hakkı batıla karıştırıp, bile bile gizleyen” (Bakara/42) zalim nefs buna engel olmakta. Sahteleri bahane edilerek gerçek mürşidlerin önleri kesilmekte.
Nasihatla Nefs Terbiyesi Mümkün mü?
Oysa şu sohbeti duymayanımız yoktur sanırım: “Eğer irşad etmek vaaz ve nasihatle olsaydı, çok güzel vaaz eden, nasihatte bulunan hocaların, mollaların etrafında cemaatlerin bulunması, onları irşad etmesi icap ederdi. Halbuki hiç de öyle değil. Demek ki bu iş zahirî değil; yani kulluğa davet sadece vaaz ve nasihatla değildir. Ancak kâmil mürşidlerin manevi tasarrufu tesir ve irşada sebeptir.”
Manevi rehberlerini kaybeden, nefs muhasebesini unutmuş bir toplum, ahlâki çürümeyi yaşamaya mahkum. Her ilde, her ilçe ve köyde camiler, binlerce din görevlileri bulunmasına rağmen, onlarca ilahiyat fakültesi, doktora, master yapmış yüzlerce akademisyenimiz varken, hayatımıza haramların böylesine hakim olmasını başka nasıl izah edebiliriz?
Artık nefisler hesaba çekilmek yerine ödüllendirilmekte. Cennet ve cehennem gündemden çıkarılmış, ibadetler küçümseniyor. Çoğu insan iman ile küfür arasında adeta mekik dokuyor. Kapısının önünde kendisini tevbeye çağıranlara tepeden bakıyor. Oysa nefisleri Allah’a ve ahiret gününe imana davet eden Allah dostları, içimizde rahmet olarak bulunuyorlar.
Onlar kendimizle hesaplaşmaya çağırıyorlar bizi. Bu dünyada ferdî ve toplum hayatımızda huzura ermek için, öteki alemde ebedi mutluluğumuz için kendimizle hesaplaşmaya davet ediyorlar.
Bediüzzaman Said Nursî (K.S.)’nin dilinden şöyle uyarıyorlar: “Nefsini beğenen ve nefsine itimat eden bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören, bahtiyardır.”
Ebu’l Hasan Harkanî (K.S.) alıyor sözü: “İnsanoğlu şu üç şeyle sürekli taat yaparsa, sorgusuz-sualsiz cennete gidebilir: nefs, kalp ve dil.”
Ve işin esasını şöyle özetliyorlar: “Tasavvufî terbiyenin yolunun bütün çalışmaları nefsi öldürmek içindir. Nefis ölüp gittikten sonra her şey düzelmeye başlar... İnsan nefsini bilmeli, eğer nefsini bilirse halk da ondan istifade eder... Her türlü günah, kullara yapılan zulüm ve hakaretin hepsi nefisten geliyor, onun büyüklük taslamasından ve kibrinden geliyor. Ne zaman ki insan fakirliğini, aczini, nefsani bakımdan kendinden aşağı bir mahluk olmadığını idrak etse, insanda kibir ve azamet kalmaz. İşte o zaman Allah’ın emirlerine göre hareket etmeye başlar.”
Artık bize düşen, samimi olarak nefsimizle hesaplaşmak ve Yüce Mevlâ’nın rızası yolunda önümüzdeki engelleri kaldırmaktan başka ne olabilir?