“Her toplum bir kitaba dayanır. Ramayana, Neşideler Neşidesi veya Kur’an... Senin kitabın hangisi?” diye soruyor Cemil Meriç Bu Ülke’de... Kütüphaneler bütün çağların ölümsüz eserleriyle doludur. Romanlar, hikayeler, tiyatro eserleri, şiirler, seyahatnameler, tarihler, hatıralar, destanlar, masallar, biyografiler, felsefî ve ilmî eserler vs, vs...
Her kütüphanede kendimizi bir bilgi ummanında buluruz. Bütün çağ ve coğrafyalarda yaşamış yazarlar, şairler ve filozoflar karşılar bizi. Kitaplarının satırlarında gezerken, yazarlarıyla manevi irtibatlar kurar, hayal dünyalarında onlarla birlikte yol alırız. Bir aşamadan sonra da, artık onların dünyasında soluk alıp vermeye başlarız. Onlar ikramlarına layık görürler bizi. Her biri fethettikleri bir düşünceyi, yaşadıkları bir duyguyu, arkalarından koştukları bir sevdayı, hayali veya bir gerçeği sunarlar bize.
Her yazar bir şey paylaşır okurlarıyla. Kiminin dert, kiminin fikir, kiminin duygu ortağı oluruz. Kimisiyle mutluyuzdur aynı ufuklara yelken açmaktan. Kimisiyle de zihin ve his dünyamız barışmaz. Tartışır, hatta savaşırız.
Kimi yazar hayatı bir trajedi olarak takdim eder, kimi bir komedya. Kimiyle egzotik diyarları gezeriz; onların duyuş, intiba, aşk ve heyecanlarıyla... Her biri hayattan ve hakikatten bir kesit sunar bize. Hepsi hakikatin fethine çıkmıştır. Kimi tükenir kalır yollarda. Kimi gerçekliğin eteklerinde dolaşır, zirvelere bir türlü yol bulamaz.
Bu dünya içinde hakikati bütünüyle fethetmiş bir tek zekâya ve kitaba rastlayamazsınız. Kitaplarda insan zekâsının gücü kadar, zaafları da vardır. Onlarda insaniyetin aczini de okuruz. Kimi realisttir, hayatın fotoğrafını takdim etmek ister. Kimi aklıyla yelken açar sonsuzluklara. Kimi romantiktir; hayata ve hadiselere hislerinin buğulu penceresinden bakar.
Neticede, her filozof hakikatten bir parça getirir bize. Yalnız bir yerine dokunarak, fili elleriyle anlamaya çalışan körler gibi. Kimi bacağından haber verir, kimi hortumundan. Kimi kulaklarını, bacaklarını vasfeder, kimi dişlerinden dem vurur. Her birine göre fil, dokundukları, tetkik edebildikleri kadardır.
Oysa filin bütününü gören göz, güler onlara... Anlar ki, onlar noksan duyularıyla noksan bilgilere ulaşmışlardır. Amâlar bu bilgilerini uzlaştıramayınca derin ayrılıklara düşer; edindikleri bilgilerin birbirine zıt olduğunu sanırlar.
Noksan akılla bütün işte bu kadar kavranır. Sonsuzluklar karşısında şaşkın akıl ne ölçüde güvenli olabilir? Uzlaşmış, ahenkli ve barışık bir bütünü parçalara böler ve sonra çatıştırır. Kainatı karmaşaymış gibi algılar. Kainatı, yani barış ve ahenk içinde işleyen mükemmel nizamı...
Kimileri yazarlar varlıktan ve bilgimizden şüpheye sürükler bizi ve tereddütlerin dikenli bahçesine teslim eder. Şüpheci felsefe aklımızı döndürür. Bir varmış, bir yokmuş tekerlemeleriyle adeta masal anlatırız idrakimize. Ama anlarız ki, şüpheyi hak eden yalnız insanî bilgidir. Allah’ın sunduğu bilgide ve O’nun kitabında şüphe olmaz. Bugün bulduğundan yarın şüphelenen, peygamberler değil, filozoflardır.
Hülasa, beşerin bilgilerini ihtiva eden kitaplar dünyasında ne hakikati bulmuşuzdur, ne saadeti... Sadece hakikatten bir gölge geçmiştir gözlerimizin önünden. Yahut şu sonsuz hakikatten minnacık bir hikmet kırıntısı yansır zihnimize. İşte iman nuruyla aydınlanmamış akıl, bu fetihle mağrur ve küstahtır. Sonsuz hakikatler denizinde şaşkın ve kılavuzsuz, yan yatmış bir gemi...
Peygamberlerin getirdiği bilgide şüphe yoktur. Onlar aklı teslim olmaya davet ederler. Allah’a teslim olmaya... İman, akla sınırlarını bildirmiştir. Düşünecek, ama vahyin ışığıyla. Bir kılavuzla yapacak bunu... Sonsuzun fethine böylece çıkacak. Kitaplar dünyasında gezindiği gibi, kainatı da bir kitap gibi okuyacak, ama iman ışığı altında... Binbir tehlikeyle dolu uçsuz bucaksız tefekkür yolunda kaybolmamak ve şaşırmamak için, akla Kur’an’da gösterilen biricik yol bu...
İşte beşerin yazdığı kitaplarda hakikati ve saadeti arayan insanın macerası böyle. Onun kitaplarda bulduğu, hayatta bulduğundan pek farklı değil. Biraz bilgi, geçici bir saadet, yahut bir hayal kırıklığı... Hatta bazen de yanlış ve hüsran yığını.
Evet; insanoğlu çevresinde, mavi gök ve denizde, vahşi ve ehlileştirilmiş tabiatta, kırlarda ve şehirlerde, yalnızlıkta ve insanlar arasında aradığını nasıl bulamadıysa, kitaplarda da bulamamıştır. O, bütün bu yerlerde bitmeyen bir saadet ve ona götüren bir yol arıyor. İnsanın insanda, hayatta ve kitaplarda aradığı biricik şey bu...
Kur’an’dan habersiz insan, hikmetin ve cehlin birbirine karıştığı kitaplarla tanışıyor. Kâh Avesta’yı okuyup Zerdüşt’e hayran oluyor. Kâh Buda’ya sığınıyor, kâh Upanişadlar’a... Ve çoğu zaman da muharref kitaplardaki hikmet kırıntılarıyla avunuyor. Bu kitaplardaki hikmet kırıntıları ise, tuzaklardaki yem... Toy kuşları avlamak için. Toy kuşları veya hikmet susuzlarını...
Hind’i, Çin’i; Doğu’yu ve Batı’yı; geçmişi ve hali hep kitaplarda böyle yarım buluruz. Cehalet hikmete karışmış olarak... Sevgili Peygamber Efendimiz A.S., “Hikmet müminin yitiğidir. Nerede bulursa alır.” diyor. O kitaplardaki müminin malı olan hikmet alınınca geriye ne kalır ki? Sonsuza uzayıp giden zifiri karanlıklar, yani yokluk...
İkibinli yılların başındayız. Adına bilgi çağı da denen bir zaman diliminin... İnsanlık kitaplar dünyasında kitabın, bilgiler okyanusunda gerçek ve şüphelerden uzak bir bilginin hasretini çekiyor.
Denizde suya hasret yaşıyor insanlık. Cevapsız kalan binbir sual ile dolu kitaplar, ona ebedi saadet ummanını gösteremiyor. Yalnız dünya hayatına hayat diye bakan ve öteki hayata şüphe ile baktıran kitaplar...
İçinde şüphe olmayan tek kitap Kur’an... İnsan Kur’an’a inanıp onu okumadıkça ve ona ram olmadıkça, bu kitaplar arasında hep aynı trajediyi yaşayacak. Mutsuzluk trajedisini! Peygamberler niçin hep aynı şeyleri söyler ve vahdete çağırırlar? Onlar arasında neden fikir ayrılığı, inanç ayrılığı yok? Filozoflar niçin bölük-pörçüktür? Oysa hepsinin dayanağı tek: akıl... Neden kimi şüpheci, kimi rasyonalist veya varoluşçu, kimileri de bilmem nedir?
Newton ölümünden bir müddet önce sahilde elinde birkaç çakıl taşı ile oynarken, “bilinmezlikler şu uzayıp giden deniz kadar sonsuz ve derin. O denizden elde ettiklerimiz ise, şu çakıl taşları kadar. Ömür bitti, şu derya ise keşfedilmeyi bekliyor.” diyor. Zavallı Newton! Oysa deryayı yaratan ne kadar “zahir!” Ne kadar apaçık! Önce O’nu keşfetmeliydin.
Hâlâ bilgilerin binbir hareli revnaklığıyla zihnimizi süslemeye can atarken, Allah bilgisinden firar ediyoruz. Filozoflarla sonu bulunmaz yollara çıkarken, peygamberlere teslim olmayı zillet sayıyoruz. Ne zaaftır ki, ebedi saadet için insan kaynaklı bilgiden medet ummaktayız. Hem de bildiklerimizin bilmediklerimize nisbeti sıfırken....
Bir mahpus hayatı olan bu dünya hayatının tuzu biberi olmuş kitaplar. Kimi biraz ışık olmuş, kimi karanlık ufkumuzu aydınlatan bir fecr-i kâzib. En fazla aydınlık saçanı, zifiri bir gecede çakan şimşek parıltıları kadar aydınlatmış yolumuzu. Gür, fakat geçici. Bu şimşek parıltısında ancak bir iki adım yürüyebilmişiz. Sonra dikilip kalmışız karanlıklar ortasında.
Kitaplar güzel ama en güzelini unutturmasa... Ona giden yolları kapamasa... Ona tercüman olursa... Bu özellikleri taşımayan bir kitap mahşeri içinden insanlığın zihnini ve gönlünü kurtarması gerek. İnsanoğlu, içinde asla şüphe olmayan, yalnızca hidayet olan Kitab’a şimdi her zamankinden fazla muhtaç. Aklını, ruhunu, kalbini ve iradesini teslim edeceği o kitaba... Yoksa, ebediyyeti gösteremeyen bu bilgi batağında boğulup gidecek.
Evet, Kur’an’dan habersiz kitap kurtları için, Nihad Sami Banarlı’nın şu hüzün dolu sitemkâr satırları ne kadar da manalı:
Kitaplar,
Niçin okudum sizi?
Siz ki göstermediniz
Bana, saadetlerin
Çalkandığı denizi...
Niçin kitaplar, niçin?
Hangi sahifenizi
Muskalaştırmalıydım?
Murada ermek için
Ve bir gün görmek için.