İngiliz filozof Thomas Hobbes’un 1651’de kaleme aldığı meşhur kitabı Leviathan’a dayandırılan bir söz var: “İnsan insanın kurdudur.”
Bu sözü ilk kez üniversite yıllarımda duymuştum. Açıkçası garip gelmişti. “Eşref-i mahlûkat” yani yaratılmışların en şereflisi olan insan, hazreti insan, nasıl olur da başkalarını içten içe kemiren bir kurda dönüşebilirdi? Yüzlerce yıldır hayatı kabusa çeviren, toplumları ihtiyaçlarının sınırsız olduğuna ikna eden kapitalist sistemin ister istemez parçası olunca gözlerimizle görüyoruz, “hazreti insan”ın nasıl da kurda dönüşebildiğini.
Bugün dünya genelinde ekonomik krizin olduğu doğru. Koronavirüs salgınından sonra çıkan siyasî gerilimler de yangını körüklüyor. Herkes enflasyondan, hayat pahalılığından bahsediyor. Avrupalılar, doğalgaz mahrumiyeti nedeniyle kışı geçirebilecekleri yerlere akın etmeye çalışıyorlar.
Bütün bu kaosun içinde gözden kaçırdığımız ve bence problemin asıl kaynağı olan şey ise “kaliteli insan” sorunu. Eğitilmiş ama bildiğimiz manada değil; nefs eğitiminden geçmiş, içindeki hayvanı dizginlemiş insan yani. Şimdilerde yakındığımız, şikâyet ettiğimiz ama maalesef çözümüyle ilgili herhangi bir adım da atmadığımız en temel sorun bu.
Altın çağdan ucuz taklitçiliğe
İnsanın kaliteli olması eğitimle, tecrübelerle ve bazen çilelerle örülmüş uzun bir yolda yürümeyi gerektiriyor. “Ahsen-i takvîm” olarak yani güzel bir surette yaratılmış insan, aslî vazifesini unutup çıkmaz yollara sapınca “esfel-i sâfilîn” oluyor.
Kuşkusuz bu tablo kendiliğinden ortaya çıkmıyor. Kimse durup dururken “aşağının aşağısı” olmuyor. İçerisinde bulunduğumuz şartlar, eğitim sistemi, toplumların hal-i pür melâli ve insanoğlunu adeta bir uçurumdan aşağı yuvarlamaya odaklanmış hâkim kültür, yaratılışı bakımından iyilikle donatılmış insanı başa bela bir yaratığa dönüştürebiliyor.
Bu sürecin kilit taşı hiç şüphe yok ki eğitim. Eflatun, “Eğitimin gayesi insanda bulunan kabiliyetleri geliştirmektir.” diyor. Yüzlerce yıl tarihe damga vurmuş medeniyetlerin temelinde eğitim var. Çünkü devletleri ve toplumları insanlar yönetiyor. Dolayısıyla iyi insan yetiştiren eğitim sistemleri oluşturmayı başaranlar, büyük medeniyetlerin de mimarları oluyorlar. Çok uzağa gitmeye gerek yok; mirasçısı olduğumuz Osmanlı’ya bakmak, ilmin ve eğitimin bir milleti ne kadar aziz kılabileceğini gözler önüne seriyor.
Âlimlerin atının ayağından üzerine sıçrayan çamuru şeref vesilesi sayan, hocasının atının yularını çeken padişahların hüküm sürdüğü Osmanlı, bugün dünyanın büyük devletleri için bile örneklik teşkil eden bir medeniyet inşa etmişti. Eğitim merkezli bu medeniyette, Sıbyan Mektebi’nin, Saray’ın ve Enderun’un bulunduğu örgün eğitim kurumlarıyla; camiler, tekkeler ve esnaf kuruluşlarından müteşekkil yaygın eğitim kurumları bir arada bulunuyordu.
Örgün eğitim kurumlarında icra edilen metodolojik eğitimin yanında camilerde isteyene okuma yazma, hat, fıkıh ve hadis anlatılıyordu. Esnaf kuruluşlarında çıraklar meslekî, dinî ve ahlâkî bilgilerle donatılıyordu. Tekkelerde, insanlar tasavvufî terbiye ile kemalât yolunda ilerliyorlardı.
Dahası da vardı: Dârü’l-Mesnevî’lerde Mesnevi okunuyor, sahaflarda kitap mütalaaları yapılıyor, yüksek rütbeli bürokratların konaklarında ilim meclisleri kuruluyor, kıraathanelerde herkes birbirine hikmetli hikâyeler anlatıyor, kütüphanelerde hâfız-ı kütübler müdavimlerle müzakere yapıyordu. Hiç kimseye karakterinin haricinde bir iş yapması için baskı yapılmaz, tabir “caizse kuş yüzmeye, balık uçmaya zorlanmaz”dı. Yani kelimenin tam anlamıyla topyekun bir eğitim süreci eksiksiz bir şekilde işletiliyordu.
Fakat her güzel hikâye gibi bu da zeval buldu. Batı’nın lüzumsuz özelliklerini toplayan, faydalı özelliklerini de ya dışarıda bırakan ya da yanlış uyarlayan bir yaklaşım benimsenince işler değişti.
Gelinen noktaya birdenbire ulaşılmadı kuşkusuz. Batı’da yaşanan hareketliliği ve atılımları daha başlardayken ciddiye almamakla, dünyanın önümüzde diz çöktüğü altın çağın yavaş yavaş sonuna gelindi. Sonrasında atılmaya çalışılan bazı adımlar ise sorunu çözmek bir yana, daha da derinleştirdi. Yanlış kodlarla kurgulanmış eğitim sisteminin yetiştirdiği nesiller koca imparatorluğu altından kalkılamayacak durumlarla karşı karşıya bıraktı. Koca imparatorluk tarih sahnesinden çekilince, onu bu noktaya getiren kısır döngü kapsamlı bir şekilde devlet politikası haline getirildi.
Toparlanmak, özümüze dönmek
Bugün artık insan eğitmek bir tarafa, bizzat kendi elimizle insan öğütüyoruz maalesef. Hayıflanarak konuştuğumuz, çözmek adına üzerine uzun uzun tartışmalar, sempozyumlar, paneller yaptığımız; kitaplar yazdığımız problemlerin temeli kaliteli insan yetiştirememek.
Kötü insan olma vasıflarının özendirildiği bir ortamdan hayır beklememek gerekiyor. İş yerinde, çarşıda, pazarda, markette, trafikte dahası evde ve okulda karşı karşıya kaldığımız olumsuzlukların tek bir sebebi var: İnsanları eğitememek! Sorunu ortaya koyabildiğimize göre yapılması gerekeni de yazalım.
Hastalıklı ve zayıf bir insan düşünün. İyileşmesi mümkünse, tedavisine başlandığında kısa sürede toparlanıp eski gücüne kavuşabilir. Mümkün değilse zaten yapacak bir şey kalmamıştır. İçerisinde bulunduğumuz toplumun hastalığının tedavisi imkânsız değil. Daha önce defalarca kez düşmüş, ancak özüne döndüğünde tekrar ayağa kalkarak dünyaya meydan okuyabilmiş bir neslin torunlarının aynı iradeyi ortaya koyması imkânsız olmasa gerek. Yeter ki özüne dönmeye; yani Allah’ın emir ve yasaklarına riayeti hayatının merkezine koymaya, Hz. Peygamber’i ve kutlu ashabını kılavuz edinmeye, geçmişte bu iki altın anahtarla açtığı kapılarda hayata geçirdiği insan yetiştirme usullerini bugün de uygulamaya karar versin.
Hepimize iş düşüyor. Evlerde ailelere, okullarda öğretmenlere, camilerde hocalara, tekkelerde ehl-i tasavvufa… Ve bütün bu çarkı döndürmek zorunda olan devlete…
İnsanın olduğu yerde kusursuzluk olmaz elbette. Ancak daha iyiyi başarabilmek için o iyiye el birliğiyle zemin hazırlamak zorundayız. İnsanın kurdu olan değil dermanı olanı yetiştirmek, kurtlar sofrasından kalkıp Halil İbrahim sofrasına oturabilmenin tek yolu bu.