Oluşturduğu uluslararası örgütlerle insan hakları ve demokrasi edebiyatı yapan Batı, kavramları kendi çıkarlarına devşirmekte elbette mahir. Ne var ki, suratlarındaki maske düşünce altındaki canavar görünür hale geliyor. Bunun son örneği, Danimarka’nın sağlığa zararlı koronavirüs aşısıyla ilgili kararı.
Dünya, yüz yılda bir karşı karşıya kaldığı büyük salgınlardan biriyle mücadele ediyor. İşin şakası yok. Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan ve dalga dalga bütün dünyaya yayılan koronavirüse yakalanmış ve atlatmış biri olarak söylüyorum, hastalığı gerçekten ciddiye almalıyız.
“Laboratuvarda mı üretildi, yoksa diğer hastalıklar gibi doğal yollarla mı zuhur etti?” tartışmaları şöyle dursun, COVID-19’un sonuçları, öne sürülen pek çok iddiayı daha baştan çürütüyor. Hastalığa yakalanan ve hayatını kaybeden milyonlarca insan, ‘dünyanın efendileri’nin herkese çip takıp kontrol altına alacağı iddiasını da boşa çıkarıyor. Biz, inancımızın gereği olarak “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” (Bakara 195) ayetinin ve “Bir yerde bulaşıcı hastalık olduğunu duyduğunuz zaman oraya girmeyin. Bulunduğunuz yerde başlarsa da oradan da çıkmayın.” (Buhârî, Tıb 30) hadisinin icabını yerine getirmekle, tedbirli davranmakla mükellefiz.
Korona aşıları ve Danimarka’nın akla ziyan kararı
Bütün ülkeler bu musibetten kurtulmanın, hiç olmazsa korunmanın yollarını arıyor. Aşılarda belli mesafe alındı. Çin’in geleneksel yollarla ürettiği aşıya Avrupa ve Amerika temkinli yaklaşıyor, ancak Türkiye özellikle tercih ediyor. Almanya’da Uğur Şahin ve eşi Özlem Türeci’nin geliştirdiği aşının bazı ülkelerde yan etkileri görülse de Amerika’da ve Avrupa’da tercihe şayan bulunuyor. Başka şirketlerin ürettiği aşılar da var. Bazılarından testleri geçemediği ve beklenmedik sonuçlara neden olduğu için vazgeçildi.
Türkiye de aşı hususunda önemli aşama kaydetti. Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank, ülkemizde aralarında ODTÜ, TÜBİTAK, Bilkent Üniversitesi ve Sağlık Bilimleri Üniversitesi gibi kurumların bulunduğu konsorsiyum tarafından üretilen aşının birinci aşaması için gönüllü oldu. Bu aşının önümüzdeki aylarda piyasada olacağını söyleyebiliriz.
Aşı ile ilgili en ilginç gelişme ise, Danimarka’da yaşandı. İngiltere-İsveç ortak çalışması olan AstraZeneca patentli aşı, kanda pıhtılaşmaya neden olduğu için değerlendirilmekten vazgeçildi. Konu ile ilgili yapılan basın toplantısında, ülkenin milli ilaç ajansının başkanı aniden yere yığıldı. Tansiyonunun düştüğü açıklansa da aşı nedeniyle böyle bir durumla karşı karşıya kaldığı tahmin ediliyor. Asıl vahim olan ise, Danimarka’nın elinde kalan AstraZeneca aşılarını ne yapacakları. Bu endişenin sebebini açıklayalım.
1400’lü yıllarda Kristof Kolomb’un Amerika kıtasını Avrupa’ya açmasıyla başlayan talan ve sömürü çağı, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından format değişikliğine uğradı. Vahşi kapitalizm, artık eskiden olduğu gibi insanları doğrudan köleleştirmiyor, yer altı ve yer üstü kaynaklarına “post-modern” yöntemlerle çökmeye çalışıyor. Fransa, Belçika, İngiltere, İspanya ve Portekiz sömürü düzeninin öncüleri olarak biliniyor. Fakat Danimarka’nın da bu ülkelerden eksik kalır tarafı yok. 1600’lerden 1900’lere kadar Hindistan’da, Batı Afrika’da, Kuzey Atlantik ve Karayip Denizi’nde Danimarka’nın yaptığı vahşi zulümler, tarih kitaplarında kayıt altında duruyor. Bir zamanlar Faroe Adaları, İzlanda, Grönland ve Finlandiya gibi toprakları da bünyesine katarak İsveç ve Norveç’le birlikte Büyük İskandinav İmparatorluğu’nu kuran Danimarka’nın gücü 1500’lerde kırılmaya başladı. İmparatorluk, Martin Luther King’in başlattığı protestan akımdan etkilendi. Napolyon’un 19. asırdaki saldırılarıyla da iyice sarsıldı. 20. asrın ilk çeyreğinde Karayipler’deki sömürge topraklarını Amerika Birleşik Devletleri’ne satan Danimarka, 1940’ta Hitler Almanyası, sonrasında da Birleşik Krallık tarafından işgal edildi. Şimdi Avrupa Birliği’ne mesafeli, görüntüde kendi halinde bir ülke.
Nisyan ile değil, ünsiyetle bakmak
Belki sadece coğrafî nedenlerden dolayı emperyalizm dönemini kendince “verimli” geçiremeyen Danimarka, bilinçaltında hâlâ o dönemin izlerini barındırıyor. Bu bir tahmin değil, kendilerinin itiraf ettiği bir hakikat. Çünkü ellerindeki AstraZeneca aşısının kanda pıhtılaşmaya neden olduğu ispatlanınca, yetkililer ellerindeki stoğu ekonomik açıdan az gelişmiş ülkelere dağıtacaklarını açıkladılar!
Kendilerine zarar verdiğini ispatladığı aşıyı gariban ülkelere, üstelik herkesin gözünün içine baka baka lütfeder gibi göndermenin adı “Batı Medeniyeti”dir! Onlarca, yüzlerce başka örnek verebiliriz. Ama sırf şu aşı meselesi bile, merhum Akif’in “tek dişi kalmış canavar” diye tanımladığı Batı medeniyetinin iç yüzünü, ahlâkını anlatmaya yeter de artar.
Oluşturduğu uluslararası örgütlerle insan hakları ve demokrasi edebiyatı yapan Batı, kavramları kendi çıkarlarına devşirmekte elbette mahir. Ne var ki, suratlarındaki maske düşünce altındaki canavar görünür hale geliyor. Türkiye ise, daha kendi halkını aşılayamamışken 150 bin doz aşıyı Libya’ya gönderme kararı alıyor.
Bu durum tam olarak Batı ile bizim insanlara, toplumlara, kainata bakışımızla ilgili. Savaş Barkçin Medeniyet Aklı kitabında “İnsana nisyan ile bakan onu köleleştirir, ünsiyet ile bakan ise onu kardeş kılar. İnsana nisyan ile bakan ırkçı olur, ünsiyet ile bakan ise ortak bağ arar. İnsana nisyan ile bakan her ilişkiyi kendi çıkarına çevirir, bunu da meşrulaştırır. İnsana ünsiyet nazarı ile bakan da çıkarlarını korur, fakat başkasını yok ederek değil. O yüzden her iki bakış da devletlerin temel perspektifi olmasına rağmen; nisyancı devletler zulüm, kölecilik, sömürgecilik, yalan ile iş görürken, insana ünsiyet nazarıyla bakanlar her türlü eksikliğe rağmen yıkıcı olamazlar. Her dinden, her dilden, her ırktan insana hayat hakkı tanırlar, hatta hürmet beslerler.” diyor.
Milletimiz, tarihin en eski dönemlerinden bu yana mazluma umut, zalime korku olmayı şiar edinmiş bir millet. Asırlar öncesinden beri masumların çıkarları söz konusu olduğunda kendisinden fedakârlık yapmayı görev biliyor. İşte bu yüzden büyük ve bu yüzden ayakta.