Geçen asrın başlarında yaşanan “hızlı” modernleşme süreci pek çok tartışmayı beraberinde getiriyor, zamanın dergi ve gazeteleri adeta “eski ile yeni”nin hesaplaşma meydanına dönüşüyordu. Hararetle tartışılan konular arasında “kadın meselesi” ilk sıralardaydı. Bu kapsamda tesettür ve müslüman kadınların bar ve benzeri mekânlara girip giremeyeceği konuları da vardı.
İşte bu tartışmada dinin hükümleri safında yerini almış yazılardan birini (sadeleştirerek ve küçük değişikliklerle) sunuyoruz.
Dergi: Mahfil
Yazı: Tahirü’l-Mevlevi
Tarih: 1342 Rebiülahir (Aralık 1923)
“Kendilerine kitap vermiş olduğumuz kimseler, sana gönderilen hükümler dolayısıyla ferahlanırlar. Din aleyhine toplananlardan bir grup da o hükümlerin bazısını inkâr ederler. Habibim, onlara de ki: Ben Allah’a ibadet etmek, O’na ortak koşmamakla emrolundum. Halkı O’na davet ederim, dönüş de yalnız O’nadır.” (Ra’d 36)
Tefsirlerin izahına göre bu ayet-i kerimede “kendilerine kitap verilenler”den maksat: Abdullah b. Selam ve arkadaşları gibi müslüman olmuş yahudilerle Yemen, Necran ve Habeş’den gelip ihtida eden hıristiyanlardır. Bunlar, Kur’an ayetleri nazil olup da bazı hükümleri Tevrat ve İncil’in tahrif edilmemiş olan hükümlerine denk geldikçe sevinirler, ferahlanırlardı.
Ayetteki “ahzab” kelimesi ile kastedilen “toplanan grup” ise Ka’b b. Eşref, Seyyid, Âkib ve taraftarları gibi müslümanlık aleyhine toplanmış yahudi ve hıristiyanlarla birtakım müşrik ve münafık topluluğu idi.
Bunlar da kendi kitaplarına, daha doğrusu hevâ ve heveslerine göre yaptıkları tahrifata uymayan Kur’an ayetlerini ve İslâm hükümlerini inkâra cüret gösteriyorlardı.
Müslümanlar Dinin Bazı Hükümlerini Reddebilir mi?
İnsan şu ayeti derince bir düşünüp, bir de birkaç ağzın kustuğu çağdaşlık söylemlerini derince düşünürse, Kur’an’ın bir kısmını inkâra kalkışan grupların zamanımızda da mevcut olduğunu; ayet-i kerimenin adeta memleketin bugünkü halini apaçık gösterdiğini anlar.
O anlayış dolayısıyla da Kur’an-ı Kerim’in ebedi mucize oluşunu idrak ederek ve samimi kalple “Şüphesiz o, hak ve gerçek olandır.” demeye mecbur kalır.
Yukarıda zikredilen ayetin, bugünkü hali de açıklamakta olduğunu söyledim. İzah edeyim: Bozuk fikirlerine ve birtakım beklentilerine taraftar bulmak, bu hususta önlerine çıkan sağlam şer’î engelleri devirmek için cephe oluşturmuş bir şer zümresi var.
Bu şer zümresi, doğal olarak İslâm’ın zaruri ve aşikâr düşmanı olan yahudi ve hıristiyan gruplarının galiba gönüllü askerleri olmak, Müslümanlığa karşı yapılacak hücumlarda öncülük vazifesini görmek istiyor, hatta iman aleyhtarlığı ordusunun cesaret edemediği bazı hareketleri bile icra eyliyor.
Bu kapsamda İlâhî emirlerin kesin olanlarından tesettürü sözle ve uygulamayla inkâra kalkışıp, müslüman kadınları örtünme perdesinden soymak ve tiyatro perdesi önünde gözler önüne sermek istiyorlar. Bir de kirlilik ve fuhşun batağı olan barlara götürüp; müslüman doğmuş, müslüman büyümüş, İslâm’ın lehinde ya da aleyhinde kesin bir fikri oluşmamış gafil ve gözü boyanmış bir kısım kadınları oralardaki uçurumlarına yuvarlamak maksadını taşıyorlar.
İşte bu acı hallerle onları yoldan saptıranlar, on üç asır önce nâzil olan yukarıdaki ayetin tarif ettiği şahıslar ve haller kapsamında değil midir?
Müslümanlık Allah’ın emirleri, Peygamber’in söyledikleri ve yaptıklarıyla sabit kesin hükümlerin toplamından ibarettir. Bunun bir parçasını hafife almak, hepsini birden red ve inkâr eylemek demek olur.
Şunun bunun keyfi için İslâmî hükümlerden kırpmalar yapılamaz. Ötekine berikine hoş görünmek fikriyle dinden avans da verilemez. Taif ahalisi, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin huzuruna elçiler gönderip müslüman olacaklarını arz etmişler, fakat namazın kaldırılmasını, bu yapılamıyorsa rükû ve secdenin kaldırılmasını istemişlerdi. Tabii ki red cevabı aldılar ve dini tüm hükümleriyle birlikte kabul etmek üzere müslüman oldular.
Keza: Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin vefatından sonra vukua gelen dinden çıkmalar sırasında mürtedlerin bir kısmı “Namaz kılarız, oruç tutarız, ama zekât vermeyiz!” demeye başladılar. Dinî hükümlerden yalnız birinin reddinin küfre gitmeye ve mürted olmaya sebep olup olmayacağında ashab-ı kiramın bir kısmı tereddüt etti. Fakat Hz. Ebû Bekir Sıddık radıyallahu anh, dinî bir hükmün kabul edilmemesinin diğer bütün hükümlerin de kabul edilmediği anlamında olacağını kesin bir şekilde gösterdi. Bunun üzerine herkes ittifak ederek sonuca varıldı.
Dolayısıyla zekâtı namazdan ayıranların, kelime-i tevhidin hakkını ifa etmemiş olacakları sebebiyle mürtedlerden olacakları ifade edilmişti.
O halde Kitap ve Sünnet’le sabit, dinde farz olan tesettürü reddetmenin yanında, bunun dinî bir hüküm değil, sonradan uydurulmuş olduğunu söyleyerek örtünmenin kaldırılmasını tavsiye edenlerin, söz ve davranışlarıyla örtünmemeyi teşvik edenlerin ne sayılması lazım gelir?
Tevhid-i Efkâr gazetesi, Şer’iyye Vekâlet-i Celîle’sinden -bu meseleye de temas edecek- bir fetva talebinde bulunuyor. İnşallah verilecek olan fetvay-ı şerifi de yayınlayarak nakledeceğim.