Aramak

Niyet Hayır Akıbet Hayır

Evliliğe Allah rızası, mutluluk, huzur gibi güzel niyetlerle adım attığımızdan şüphe yok. Ayrıca sünneti ifa etmek, gözleri haramdan korumak ve iffetini muhafaza etmek gibi faydalar da bu niyete eşlik ediyor. Fakat o ilk heyecanlı adımların ardından niyetimizde bir sapma olabiliyor.

Mutlu olma, mutlu etme gayretimiz zaman geçtikçe tek taraflı bir beklentiye dönüşüyor. Nefsimiz, hevâ ve heveslerimiz doğrultusunda evliliğin gayesini değiştiriyor. Bu değişim durduk yere olmuyor elbette. Yaşanan hayal kırıklıkları, yüksek beklentiler, kavgalar, hatalar eşimizin bizdeki kredisini tüketiyor. “Eşim beni üzerken neden hâlâ onun mutlu olmasını önemseyeyim ki” diyen nefsimize mağlup olarak “Allah rızası” niyetinin değişmesine sebep oluyoruz. Evliliği sadece bir mutluluk aracı olarak görmeye başlıyoruz.

Oysa Allah rızası için kurulan ve devam ettirilen evlilikler manevi bir boyut kazanır. Daha eve adım atmadan, çiftler birbiriyle karşılaşmadan bu niyete sahip oldukları için karşıçıkan dünyalık sebepler gelip geçici görünür, büyütülmez.

Bir taraf bu niyeti unuttuğu zaman diğer taraf o niyeti hatırlatmada, sıkıntıları aşmada kolaylık sağlar. Bu yüzden Hz. Ömer radıyallahu anh şöyle demiştir: “Kula imandan sonra sâliha bir eşten daha hayırlısı verilmemiştir.” (Tirmizî, Tefsîrü’l-Kur’an, 10 nr. 3094)

Evlilikte niyetin baştan bozuk olduğu durumlar da var. Ne yazık ki günümüzdeki birçok evlilik de bu şekilde. “Mutlu olamazsam ayrılırım” düşüncesi dile getirilmese de bir alternatif olarak cepte tutuluyor. Kullan-at eşyalar hayatımızda öyle bir yer edindi ki her şeye kolaylıkla sahip oluyor ve elden çıkarıyoruz. Eşlerimizi ise bir eşya, adeta bir aksesuar gibi gördüğümüz gerçeği karşımızda duruyor. “Bu olmazsa başkası! O da olmazsa bir başkası..” Böyle bir düşünceyle aile değerlerinden bahsetmemiz mümkün olabilir mi?

“Ne yaşarsanız yaşayın boşanamazsınız” da diyemeyiz. Allah’ın açık bıraktığı kapıyı kimsenin kapatma yetkisi yok. Fakat boşanma hakkı, “sana mecbur değilim” şeklinde bir dayanağa dönüşüyorsa burada düşünmek gerekiyor.

Elbette mecbur olmadığını düşünen insanlar, ilk problemde hemen boşanalım demiyor. Fakat sorunların çözümüne, birbirinin kusurunu örtmeye dair adım atma konusunda da pek istekli olmuyorlar. Evliliğin devamı, kişisel rahatlıktan daha önemli sayılmıyor. Niyet yüce bir amaç için olmadığında evliliği kurtarma adına verilen mücadeleler, yapılan fedakârlıklar da karşılığını bulmuyor.

Yetiştiğimiz aileler

Evlilikle ilgili yapılan hatalardan biri de başkalarının evliliklerini örnek ya da model almak. Çocuklukta aileden, gençlikte çevreden gördüğümüz örnekler davranışlarımıza, beklenti ve inançlarımıza yön verebiliyor. Evlilikle ilgili durum da bu. Anne babamızın evlilikleri karşılaştığımız ilk aile resmi. Yaşımız büyüdükçe bu resme eş dost, akraba, arkadaş evlilikleri ekleniyor. Kendimizce az çok aile hayatına dair fikir edinmeye başlıyoruz.

Aynı şekilde karşı tarafın da kendi aile hayatı ve değerleri var. Bizim için son derece doğal, iyi, güzel olan konular, bambaşka bir ailede yetişmiş olan eşimiz için o kadar da güzel olmayabilir.

Mesela babasının kimi hatalarının annesi tarafından görmezden gelindiğine şahit olarak büyüyen bir erkek evlat, eşinden aynı tutumu bekleyebilir. Fakat eşi için hataları görmezden gelmek, çözülemeyen problemler anlamına geliyorsa ilişkide sıkıntılar yaşanmaya başlar.

Daha da kötüsü anne babanın evliliğini örnek almak. Eşimizi kendi yetiştiğimiz aile ortamına göre şekillendirme çabasına dönüşüp, evdeki huzuru büsbütün yok edebilir. Anne babamızın güzel yönleri kadar kötü yönlerini de farkında olmadan taşıyabiliriz. Örneğin sevgisini belli etmeyen, “baba dediğin sert olur” şeklindeki toplumsal algının yansıması olan bir baba figürü ile büyüyen kişi, çocuğuna sevgi ve merhamet göstermekte sorunlar yaşayabilir.

Bugün pek çok şey aileyi dünyevî bir kurum haline getiriyor. Evliliğin uhrevî hayatla olan bağlantısını göz ardı ederek yanlış aile modellerinin oluşmasına sebep oluyor.

Kitaplarda, dizilerde anlatılan ideal evlilikler, kalıp halinde alıp yuvamıza oturtabileceğimiz şeyler değil. Mesela bir erkeğin eşine çiçek aldığını ve aralarında muhabbetin arttığına şahit oluruz. “Sen neden bana çiçek almıyorsun?” diye eşimize çıkışmak, artırmak istediğimiz muhabbeti tam tersine azaltabilir. O çiçek alınmadıkça muhabbetin artmayacağına inanmak huzursuzluğa sebep olabilir.

Yanlış anlaşılmasın, bir erkeğin eşine çiçek alması çok güzel bir davranıştır. Ancak burada bahsettiğimiz, ekranlarda şahit olduğumuz şeyleri birebir hayatımızda görme arzusu. Çünkü nefs doydukça daha fazlasını ister. Bazen bu isteğin o kadar çok içine düşüyoruz ki, evlilik sünnetini tatbik edelim derken, bir de bakmışız unutulan bir evlilik yıldönümü sebebiyle kapılar kapanmış, sevgi ve muhabbet kapı dışarı edilmiş.

Dijital tuzaklara düşmeden

Bir gündüz kuşağı programında yeni evli gelinler başka yeni evli gelinleri ve annelerini evlerine davet edip yaptığı yemekleri, eşyalarını, çeyizlerini gösteriyordu. Eve gelen gelinler bir yarış içerisinde evdeki kusurları söylüyordu. “Benim gelinliğime laf etmişti ama kendi gelinliği daha kötü!” “Perdeler ile halının kombinini beğenmedim!” “Bu nasıl domates çorbası böyle, çok değişik bir tadı var!” gibi sözlerle birbirlerinin eksikliklerini ortaya dökmeye çalışıyorlardı. Bu kadarı bile yeterince kötü ve çirkinken bir de düğün videoları mercek altına alınıyor ve gelinin neden gülmediği gibi ayrıntılar aile terbiyesinin eksikliği şeklinde yorumlanıyordu.

Sosyal medya ve dijital yayıncılık daha da acımasız bir şekilde bunu yapıyor. Mesela “koltukta uyku keyfi” başlığı altında koltuğun ve abajurun muhteşem uyumunu, o uyumun yakalanması için ne emekler ne paralar harcandığı, “misafire hazırlık” diyerek dekorasyon dergilerinden fırlayan düzenli ve eksiksiz mutfakların şaşalı bir şekilde anlatıldığı gönderiler... Buna benzer birçok tivit ve post bugün en sık rastladığımız paylaşımlar arasında.

Günün sonunda hepimiz bir sebeple sosyal medyaya başvuruyoruz. Fakat sosyal medya ya da genel manada teknoloji insanları daha stresli bir hale sürüklüyor. Sosyal medyada vakit geçiren insanlarda depresyon, kaygı bozukluğu daha yoğun bir şekilde yaşanıyor. Bu kişiler gördüklerini kendi yaşamlarıyla karşılaştırarak üzülüyor, günlük aktivitelere karşı ilgi ve isteklerini kaybediyor. Bu durum ibadetlerimize de yansıyor. Sosyal bir ibadet olan evliliğe ise daha fazla zarar veriyor.

Peki, neden sosyal medya ve teknoloji depresyona sebep oluyor? Nefs, başkalarında gördüklerini “ben de bunu yapmalıyım”, “başkalarının eşi şöyle yapıyor, sen neden böylesin” diyerek istiyor. İşin kötü yanı gördüğü her fotoğraf ve video yeni isteklere sebep olabiliyor. En sonunda düğün kıyafetlerinin, evin kusursuz görünmesi, iyi bir eş ve ebeveyn olmamızın önüne geçiyor.

Pek çoğumuz anne babasından şu cümleyi duymuştur: “Biz evlenirken halımız dahi yoktu.” Yahut “İki çekyatımız vardı sadece.” Şimdilerde eksik bir eşya ile evlenmek bir yana, zaten tam olan eşyaların kendi içlerindeki uyumu ve sunumunu dert ediyoruz. Pembe tabaklara uygun turkuaz peçetelerin bulunamamış olması, yemek yapmayı veya misafirin gönlünü hoş tutmanın inceliklerini bilmemekten daha çok göze batıyor.

Unutmayalım, memnuniyetsizlik tek başına yaşanmıyor. Mutlaka eşe de yansıyor. Bu nedenle özellikle düğün telaşı esnasında sosyal medyadan uzak kalmak, en azından bizi etkileyecek hesapları takipten çıkmak iki taraf için de hayırlı bir karar olabilir. Çünkü evlilik, ne muhteşem koltukların ne asil gelinliklerin üzerine bina edilir. Bunlarla sadece güzel fotoğraflar çektirebilirsiniz. Ancak kanaat, sadelik, anlayış gibi erdemler fotoğraflarda yer edinemese de evinizin her köşesine siner. Böyle evlerin kırık koltuğunda bile lüks villalarda olmayan bambaşka bir aile havası vardır. Bunu gözleriniz görmez ama gönlünüz bilir ve tanır.

En güzel örnek

İnsan neyi nasıl yapacağını bilemediği için sürekli örneğe ihtiyaç duyuyor. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bu konuda alabileceğimiz en iyi örnek. O, evde olduğu zamanları adaletli bir şekilde pay ederdi. Eşlerine O’nun vaktini nasıl geçirdiği sorulduğunda, “Evine gelince vaktini üçe ayırırdı.” şeklinde cevap vermişlerdir. Bunun üçte birini Allah hakkı olarak ibadete ayırır, üçte birlik kısmını ailesi ve eşleriyle ilgilenmeye, kalan üçte birlik kısmı ise kendisine ayırır, bu vakitte uyurlardı. Kendisine ayırdığı zaman diliminde ümmetinin işleriyle ilgilendiği de olurdu.

Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem ev işlerinde yardımcı olurdu. Öğle namazından sonra evinde yemek yer, yapılacak işlerle meşgul olurdu. Duvarın sıvası dökülmüş ise kendisi onarırdı. Ayakkabısını kendisi tamir ederdi. Eşi Zeyneb radıyallahu anhâdan yardım isteseydi o ayakkabısını tamir edebilirdi. Çünkü deri işleme işinde ustaydı. Fakat kendi işini kendisi yapmayı tercih ederdi. Aynı şekilde evde koyunların sağılması gibi işleri de yine kendisi yapmaktaydı.

Ayrıca eşlerinin haklarına riayet hususunda son derece hassas davranmaktaydı. Hazreti Âişe radıyallahu anhânın anlattığına göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, evinde insanların en yumuşak huylusuydu. Geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmasına (Fetih 2) rağmen geceleri ayakları şişene kadar namaz kılıyordu. Namaz kılmaya bu kadar düşkün olmasına rağmen gece namaz kılmak için dahi eşinden izin istiyordu.

Evlilik hayatımızda kişisel bakım hususunda örneğimiz yine Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemdir. O’nun fildişinden bir tarağı vardı ve bununla saçını, sakalını gül yağı sürerek devamlı tarar, bakımlarını ihmal etmezdi. Yatarken gözlerine üçer kez sürme çekerdi. Kendisi yolculuğa veya sefere çıkarken yanına tarağını, aynasını, zeytinyağını, misvakını ve sürmesini alırdı. Mekke’nin fethedildiği gün Ümmü Seleme radıyallahu anhâ validemiz, Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellemin saçlarının örgüsünü çözmüş, mübarek saçlarını yıkamış ve bakımını yaptıktan sonra tekrar örmüştü. Saçlarına dört örgü yapmıştı.

Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ağız temizliği hususunda çok hassastı. O kadar ki O’nun en önemli sünnetlerinden biri ağız ve diş temizliği ve sağlığı için kullandığı misvak idi. O günlük hayatında birçok vesile ile dişlerini misvak ile temizlemekteydi. Öyle ki vefat etmeden evvel de son yaptığı iş yine misvak kullanmak olmuştu.

Düğüne kurban edilen evlilikler

Yaklaşık bir yıl önce çok dertli bir adamla karşılaştım. Mevzu, düğüne yapılan masraflardı. “Hayatta bir kere yapılıyor” diyerek hayli borca girmiş. Eşi de çalışıyor olmasına rağmen iki yıldır bitirememişler. İki saatlik patırtı için en güzel senelerini heba etmişler. Huzurlu da değillerdi. Çocuk sahibi olmak onları korkutuyordu. Yaşadığı maddi sıkıntı onu iman ve kaderle ilgili sorgulamalara itmişti.

Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor: “Nikâhın hayırlısı külfetsiz olanıdır.” (Ebû Dâvud, Nikâh, 32)

Düğün evresinde eşlerin yaşadığı sorunların başında alışverişten kaynaklanan sıkıntılar geliyor. Çiftler aradıkları insanı bulduğunu düşünürken ailelere düşen görev, bu hayırlı işin tamamlanmasına önayak olmak. Ancak kız tarafı takılar, eşyalar ve gelinliğin peşine düşerken; erkek tarafı da yük altına girmemek için kız tarafıyla pazarlığa girişiyor. Düğün, çiftlerin mutluluğunu paylaşması ve sünnetin yerine getirilmesinden çok ticarî pazarlık seviyesine indirgeniyor. Özellikle aralarında kültür farkı olan aileler, makul bir noktada buluşmakta zorlanıyor.

İki tarafa da gereken şey, açık yürekli, samimi ama karşı tarafı rencide etmeyen bir üslupla, halini ve isteklerini dile getirmek. Maddi durumu uygun olmayan aileden lüks otelde düğün yapmasını istemek kulağa ne kadar kötü geliyorsa, karşı tarafın taleplerini sert çıkışlarla karşılamakta o kadar yanlış bir tutum.

Günümüzde sembolik bir uygulama olarak görülüyor ama mehir önemli bir konu. Hazreti Ömer radıyallahu anh, kadınların mehirlerinin aşırı derecede yüksek tutulmasını yasaklayarak şöyle derdi:

Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, evlendiği hanımlardan veya evlendirdiği kızlarından hiçbiri için mehirde aşırıya kaçmamıştır. Eğer kadınların mehirlerinde aşırıya gitmek bir üstünlük olsaydı, şüphesiz ki Allah’ın Resûlü bu konuda herkesi geçerdi.” (İmam Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, s.410)

Düğün süreci aynı zamanda iki ailenin birbirleriyle konuşup, tanışması demek. Birbirlerini tam anlamıyla tanımayan aileler farklı ön yargılarla gençleri zor durumda bırakıp hayırlı bir işi bozma noktasına gelebiliyor.

“Sözlün bana bunu dedi”, “Nişanlın beni görmezden geldi” gibi daha kurulmamış bir yuvayı zedeleyecek davranışlar sergilemek yerine ailelerin birbirleri ile açık açık samimi bir şekilde konuşması gerekiyor. Uygun bir üslup ile uygun bir zamanda konuşmak pek çok yersiz endişenin ve suizanın önüne geçecektir. Bazen de “vardır bir sebebi” diyerek küçük kusurların büyütülmemesi, gerektiğinde üzerinin örtülmesi gerekiyor.

Sabır ve niyet tazelemek

Düğün ve evlilikte üstümüze düşenleri elimizden geldiğince iyi yapsak da evliliğimiz kusursuz olmaz. Her şeyin güllük gülistanlık olmadığı zamanlarda sabır ve niyet tazelememiz gerekir. Sadece evliliğimizde değil, hayatın her alanında bize ağır gelen birçok olayla karşı karşıya kalabiliriz. Hayat, güzel günler getirdiği kadar kötü günler de getirebilir.

“İstemiyorsan yapmak zorunda değilsin, zorlanıyorsan sabretmek zorunda değilsin” düzeninde yaşıyoruz. Fakat kaçıp gittiğimiz yerin daha iyi olacağının garantisini kim veriyor? Dünyadan dünyaya sığınmak hangi problemimizi çözdü? Sorunlarla yüzleşip çözüm için çaba sarfetmek yerine kaçıp gitmek sorunun ta kendisi aslında.

Zamanımızın büyük mürşidlerinden biri, yana yakıla evliliğinden şikâyet eden birini güzelce dinledikten sonra şu soruyu sormuştu: “Sofi, ne kadar virdin var?”

İşin anahtarı bu soruda. “Kişi düştüğü yerden kalkar” diye bir atasözümüz var. Nerede düştüğümüzü doğru tespit edemezsek nereden kalkılır? Dünyaya düştük, yakamızı dünyaya kaptırdık, oradan kalkmak zorundayız. Gözünü ebediyete, kalbini Rabbi’ne çeviren kişi ayağa kalkmış, bir kutlu sefere çıkmış demektir. Dünyanın tozu dumanı, insanların türlü çeşit zaaf ve kusurları artık gözüne görünür mü? Kendisinin dışındaki işleri “bütün işler kendisine döndürülecek olan”a havale eder, kendine bakar.

Kısaca; tasavvuf terbiyesi altında bulunan kişi evlilik niyetini bu yürüyüşü doğrultusunda yapar. Düğün hazırlıklarında başkalarının etkisinde kalmamaya, sünnet-i seniyyeye uygun bir düğün yapmaya dikkat eder. Evinde öfkesini dizginler. Çorbada eksik olan tuz, kaç gündür yemediği et yahut birbirine uymayan çatal bıçak takımı, eksik eşyalar nedir ki? Olsa olsa bir tebessüm sebebi. Görece ağır sıkıntılar ise nefsi dizginlemeye ve terbiye etmeye fırsattır. Şair “meyveler sabırla olgunlaşır” diyor. İnsan da mihnetle, sıkıntıyla... Her zorlukta Allah Teâlâ’ya yaklaşma imkânı ve fırsatı vardır. Asıl, kalbi gaflet uykusunda olduğu halde hayatı bir eli yağda bir eli balda yaşayanların akıbetinden korkulur. Sıkıntılar ya ilâhî bir uyarı ya da sabır ve tevekküle sevk ile manevi derecenin artmasına vesiledir. Evlilik de sabrı ve tahammülü öğreterek kişiyi olgunlaştırır.

Sabretmeli ve niyetimizi tazelemeliyiz. Böylece zehir yediğimizi zannederken aslında bal yediğimizi göreceğiz. Evliliğin, eşini aramayla başlayan süreçten son nefese dek Allah Teâlâ’nın rızasını gözetmek ve ummak olduğunu hatırlayalım.

Rabbimiz, bize göz aydınlığı olacak eşler ve nesiller bağışla; bizi takvâ sahiplerine önder kıl.” (Furkan 74)

Âmin…

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy