Aramak

Rah Vardır Sevdiğim Dilden Dile

“Dil düşüncenin evidir” demiş ünlü düşünür Martin Haidegger. Aynen öyledir, aynen öyle... Bu sözü kendimizin kılarak tekrarlayalım: Dil, düşüncenin evidir.

Kimi sözler ne çok zihin açıcı, aydınlatıcıdır ki; birden şimşek çakmasına, aniden aydınlanmanıza  yol açar;  hiç düşünmediğiniz şeyler hücum eder zihninize, kalbinize, hiç düşünmediğiniz...

Öyleyse soralım: Nasıl bir evde yaşıyoruz? Kerpiç bir ev mi, ahşap mı, beton mu? Nefes alıyor mu evimiz, üstümüze yıkılabilir mi? Zemini nasıl evimizin? Kiracı mı, konuk mu, ev sahibi miyiz bu evde? Yalnızca bir sığınak mı evimiz, bir barınak mı,  güvenlik içinde büyüdüğümüz bir yuva mıdır?

Evimizi, yani dilimizi gözden geçirelim.

Dilimizde “dil”, hem “dil”dir, hem “gönül”. Gönül, dilin ikizi, evidir.

“Dilden dile yol vardır” ya da şiirin diliyle “râh vardır sevdiğim dilden dile.”

Günümüzde dil, linguistike, gramere, etimolojiye indirgenmiş, anlam dünyasından, özünden koparılmış, yağmalanmıştır. Kökünden koparılan ot gibi, kurumaya bırakılmıştır dil. Düşünce, tefekkür evsiz, ayazda kalmıştır.

İleti, iletişim, medya, haber çağında, kalpten kalbe giden yollar tam da iletişim organlarınca tutulmuş, düşüncenin evi-barkı yıkılmıştır. Artık “râh vardır sevdiğim dilden dile” diye meramımızı anlatamayız.

Dil, bir konsept, bir bağlam zeminidir. “Rivayet  zinciri” bu yüzden önemliydi geleneksel dünyamızın inşasında. Ne var ki, onu da biçime, şekle, şerhe, haşiyeye mahkûm eyledik. Aslolan bilgi gitmiş, yerine rivayet ve tevatür kalmıştır. İcazet gitmiş, “diploma”, “sertifika”, “bonservis” gelmiştir.

Geleneksel bilgi dünyamızda “icazet” anahtardı. Kim kimin talebesi, kim kim kimin hocası diye gelen bilgi, kaynağına, referansına nispetle değer bulurdu. İcazet, vereni de verileni de bağlardı.

Şimdi, herkes her şeyi biliyor.

Kim dedi, ne dedi, kime dedi, niye dedi, nasıl, nerede dedi soruları sorulmadan gelen bilgiye geçit verilmezdi. Peki niçin? Söz, bağlamından, mecrasından kopmasın diye. Bu sorular olmaksızın darası alınmamıştır sözün. Laf u güzaftır, güft ü gû'dur.

“Hakikatin dili kalabalık değildir” derken İslâm düşünürü Sezai Karakoç, “dil düşüncenin evidir”, “râh vardır sevdiğim dilden dile” demiştir.  Propagandistin dili, diskjokeyin dili, cazgırın dili, simsarın dili, işportacının, pazarcının dili kalabalıktır. Lakin, hakikatin dili berrak ve yalındır. Çünkü süzgeçten geçen sözün darası düşmüştür.

Sormak gerekir, dolaşımdaki “din dili” acep dinin aslî diliyle, hakikatin ruhuyla ne kadar örtüşür? Kürsüdeki hatip kendi sözünün cazibesine kapılır, ot yolar gibi biçer, döver, doğrarsa, vurursa çekiçle kafamıza, hangi çiçek yeşerir, hangi fidan göğerir?

Söz bağlamından, kökünden koparılınca, hitabe temaşa oyununa döner, hatip aktörleşir.

Dilimiz kuş beyinli aktörlerce daraltıldı. Dilden dile giden yolları tel örgüler kapladı.  Bu, “enformatik cehalet” çağında akıl sarpa sardı. Söz ile yüreğin arasına “masiva” girdi. Bugün reklamdır, haberdir, habercidir, fragmandır, temaşa oyunudur masiva.  Çünkü bugün, araç amaç oldu.

Bütün bunlar oldu, ama dünyanın sonu değil; insan direniyor.

Söz çoğaldıkça, bölündükçe tükendi. Dilimiz zenginleştikçe yoksullaştı.

Sözün bağlamını, yeniden yakalamalıyız. Yazı ve sözün esaretinden, haberin kuşatmasından çıkmamız gerekiyor. Şair “sükûtun nabzını” dinler. Mütefekkir “sükût suretinde” konuşur. Bir başka ince sanatkâr zihni kırbaçlar ve şöyle sorar:

“Haber var mı, haber yok mu, haber çok da alan yok mu, ne haber?..”

Evet, yeni bir dil bulmamız, kurmamız, örmemiz gerekiyor.

Nefes darlığını yeni bir dille aşabiliriz. Yerli yerince bir dille.

Hakkari kiliminin bir dili, giysilerimizin bir dili, yüzümüzün bir dili vardır. Ve nice zengin, nice fakir yüzler vardır. Nice dar, nice geniş sözler vardır.  “Sadra şifa” nice sözler vardır ve unutmamalı, her “haberin içinde bir haber vardır.”

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy