Aramak

Sefer

Tarihte ve bugün yaşayan pek çok âlim ve ârif, seyyah ve seyyâldir. Yani kendi memleketlerinde takılıp kalmamışlar. Bir kararda durmamışlar. Aslında bu hareket basit bir yer değiştirme işi değildir. İnsanın bilmesinin, kılmasının, olmasının yeni bir safhası demektir.

“Sefer” Arapça kökenli bir kelime... Mütercim Âsım Efendi bu kelimeyi şöyle izah ediyor: “Kat’ı-mesâfe, bir semte irtihâl için mekânından hurûc eylemek.” Yani mesafe almak, bir yere gitmek için kendi mekânından çıkmak... Bu bizim de günlük hayatta bildiğimiz anlam. Kelimenin bir de benim bilmediğim bir anlamı daha varmış: “Güneş gurûb eyledikten sonra henüz bakiyye kalan beyâz-ı nehâr eseri.” Yani güneş battıktan sonra gökyüzünde gündüzden kalan beyazlık...

“Sefer” kökünden “misafir” kelimesi de türetilmiş. Biz bunu “kendi yerinden çıkan, geçici olarak başka bir yere kabul edilip orada konaklayan kişi” anlamında kullanıyoruz. Ama kelimenin asıl anlamı “seferde olan” demek. Âsım Efendi, bizim “misafirlik” olarak anladığımız “müsâferet” kelimesinin de ilginç bir anlamını bize öğretiyor: Ölmek... Demek ki gerçek seferi son anımıza doğru yapıyoruz. Dilimizde “seferde olan” anlamında “seferî” kelimesi de vardır. Bu kelime Afrika’da yaban hayatını tecrübe etmek için düzenlenen gezilere verilen “safari” kelimesinin aslıdır.

“Sefer”den “sefir”, “seferber” gibi kelimeler türemiş. Ordunun savaş için hareketine de “sefer” deniliyor. Bir de “sefer tası” vardır. Hani işe veya tarlaya gidenlerin yanlarına aldığı, her birinin içine bir çeşit yemek konan taslar. Mütevâzı olanı bir iki tas olur, çeşit artarsa tas sayısı da artar. Çalışanlar mesai sırasında öğle yemeklerini her gün evlerinden getirdikleri bu sefer taslarından yerdi.

Niyet, mekân, hareket

Her seferin bir niyet, bir mekân, bir de hareket boyutu var. Açıklayalım...

Niyet her iş gibi seferde de esastır. Çünkü niyet amelin, yani iradeyle yapılan her işin yönünü, değerini, hükmünü, niteliğini belirler. İnsanlar pek çok niyetle sefer ederler. Kimi geçici olarak sefer eder, döner gelir. Kimi ise başka bir yere yerleşmek üzere sefer eder. İnsanlar geçinmek için, ticaret için, okumak için, çevresinden uzaklaşmak için, daha iyi bir gelecek için sefer ederler. Müminlerin seferlerine bakarsak cihad için , hac için, ilim irfan için, kitap için, makam için sefer edenler çoktur. Mesela İmam Buhârî hazretlerinin bir tek hadisi almak için bile uzak memleketlere seyahat ettiğini, hatta bazen de güvenmediği için almayıp döndüğünü biliyoruz.

Seferin mekân anlayışıyla ilişkisi var. Bir kere müminlerin “vatan” ve “gurbet” anlayışları bugün bildiğimizden farklıdır. “Vatan” kelimesi 19. asrın ortasına kadar kişinin doğup büyüdüğü, yaşadığı yer anlamındaydı. Yani “memleket” demekti. Batılıların etkisiyle “vatan” kelimesi daha sonra “bir milletin yaşadığı, etrafı belirlenmiş hudutlarla çevrili toprak parçası, ülke” anlamını kazandı. Zaten bu tarifteki “millet” kelimesi de batılılaşmadan evvel bugün anladığımız gibi anlaşılmıyordu. “Din” anlamındaydı. Onun için bir kişinin vatanından çıkıp başka bir yere gitmesi, bugünkü gibi bir yaşadığı devletin sınırlarından çıkması olarak algılanmıyordu. O zaman “gurbet,” doğduğu ve yaşadığı memleketinden ayrı bir yerde yaşamak anlamındaydı.

Seferin bir de hareket boyutu var dedik. Tarihte ve bugün yaşayan pek çok âlim ve ârif seyyah ve seyyâldir. Yani kendi memleketlerinde takılıp kalmamışlar. Bir kararda durmamışlar. Aslında bu hareket basit bir yer değiştirme işi değildir. İnsanın bilmesinin, kılmasının, olmasının yeni bir safhası demektir. Hak erleri zaten kendiliğinden değil manevi bir emirle, bir işaretle yer değiştirirler. Bu seferler manevi ve ilmî mertebesinin yükselmesine yol açar.

Dışa sefer, içe sefer

Demek ki sefer, mümin için sadece dışa dönük değil aynı zamanda içe doğru bir seyahattir. Böyle içsel ve dışsal seferi yapan çok sayıda büyük insan vardır. En başta elbette Rasulullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin hicreti gelir. Birçok sahabi aynı şekilde başka memleketlere O’nun izniyle hicret etmişti. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin hayatında ve irtihalinden sonra irşad için başka ülkelere hicret eden sahabilerden bazıları şöyle:

İbn Ömer radıyallahu anh Şam, Basra, Berka, Mısır, İfrîkiyye (yani bugünkü Tunus, Libya, Mısır), İstanbul ve Cürcân’a; İbn Abbas radıyallahu anh Kûfe, Basra, Berka, İfrîkiyye, İstanbul, Sicistan ve Taberistan’a; Abdullah b. Zübeyr radıyallahu anh Basra, Berka, İfrîkiyye, Isfahan, Cürcân ve İstanbul’a; Ebu Musa el-Eş’arî radıyallahu anh Basra, Cundişâpûr, Dînever, Cezîre, Filistin, Sûs, Harrân, Isfahân, Kâşân, Kûfe, Kum, Nusaybîn, Şîrâz, Yemen’e; Ammâr b. Yâsir radıyallahu anh Kûfe, Basra, Hûzistan, Mısır, Tüster’e; Ebu Hüreyre radıyallahu anh Cürcân, Şam, Bahreyn, Kûfe’ye; Amr b. Âs radıyallahu anh Askalan, İfrîkiyye, Fustat, İskenderiye, Sudan, Antakya, Filistin, Haleb, Kûfe, Mısır, Trablusgarb, Ummân’a sefer etmişler. Hz. Hasan ve Hüseyin radıyallahu anhümâ Efendilerimiz de Kûfe, Basra, Cürcân, Medâin, Isfahân, Taberistân’a sefer eylemişler.

Hz. Hüseyin radıyallahu anh Efendimizin İstanbul kuşatmasına da katıldığı rivayet edilir. Bildiğiniz gibi aynı sefere o sıralarda ileri yaşlarda olan Ebu Eyyûb el-Ensarî radıyallahu anh hazretleri de katılmış ve kuşatma sırasında orada vefat etmişti. Bugün O’nun ve diğer Peygamber dostlarının türbelerini ziyaret eden herkes, iman ehli bir kişinin içinde ve dışında sürekli sefer etmesi gerektiğini de tefekkür etmeli.

Sefer ehli bir sahabi de Vehb b. Ebî Kebşe radıyallahu anh hazretleridir. Kendisi Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi veselleminin elçisi olarak Çin’e gitmiş. Orada uzun süre tebliğde bulunmuş. Çin hükümdarı ile görüşmüş, onu imana davet etmiş. Hükümdar da ona iyi davranmış, bugünkü Guanco şehrine yerleşmesine ve bir cami yapmasına müsaade etmiş. Onun 627 yılında inşa ettiği bu cami Çin’in en eski camiidir. Hz. Vehb yıllar sonra Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin özlemiyle Medine’ye dönmüş. Fakat Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem o gelmeden evvel vefat ettiği için Çin’e geri dönmüş. Orada vefat etmiş. Türbesi ve camii hâlâ Çinli müslümanların ziyaretgâhıdır.

Düşünün, Medine’den bir sahabi efendimiz kalkıyor, dünyanın başka bir köşesi olan Çin’e kadar gidiyor. O zamanlarda seyahatte çekilen sıkıntıları ve tehlikeleri düşünelim. Buna rağmen o büyük zât rahatını düşünüp yerinde yaşamaya devam etmiyor. Allah rızası için, Allah ve Rasulü’nün emirlerini dünyanın bir köşesine götürmek üzere bu sıkıntıları göze alıyor.

Sürekli sefer hâli

Sefer sünnetine uyan daha nice âlimler, ârifler, tüccarlar, dervişler, talebeler var. Bunlar yakın uzak memleketlere gitmişler. Mesela Aziz Mahmud Hüdâyî kuddise sırruhû hazretleri aslen Ankara Şereflikoçhisarlıdır. Tahsil ve sülûk için Sivrihisar’a gitmiş. Medrese muallimi olarak İstanbul’daki Küçük Ayasofya’ya gelmiş. Sonra Mısır ve Rumeli’de çeşitli yerlerde görev yaptıktan sonra Bursa’da kadı iken mürşidi Üftâde kuddise sırruhû hazretlerinin emri ile Üsküdar’a bugünkü dergâhı ve türbesinin bulunduğu yere göçmüş. Bu arada ordu şeyhi olarak Tebriz seferine de katılmış.

Mevlâna kuddise sırruhû hazretleri de sefer ehlinin meşhurlarındandır. Bugün Afganistan’da bulunan Belh şehrinden ailesiyle beraber daha kendisi küçük iken hicret etmişler. Önce hacca gitmişler. Oradan Halep’e, Karaman’a derken en son Konya’ya gelip yerleşmişler. Selçuklu imparatorluğunun bu başkentinde fesada uğramış din, devlet ve toplum düzenini ihyâ ve irşad etmişler. Bugün bütün dünyaca meşhur olan bu yüce zât da aslen bir muhacirdir.

Büyük velî İbn Arabî kuddise sırruhû da bir yerde pek uzun durmamış. Kendisi Endülüslü, yani bugüne göre İspanyalı olmasına rağmen daha yirmi altı yaşında iken Mağrib’e (Fas’a) göçmüş. Oradan Mısır ve Kudüs’e, hac için Hicaz’a gitmiş. Sonra Bağdat’a, oradan Konya’ya gelmiş. Her gittiği yerde halka ilim ve irfân saçmış. Hayatının sonuna doğru Şam’a yerleşmiş ve orada vefat etmiş.

Ahî Evran, Somuncu Baba, Akşemseddin kuddise sırruhû hep sefer ehlindendir. Akşemseddin hazretleri aslen Şamlıdır, oradan ailesiyle Amasya’ya göçmüş. Yirmi beş yaşında bir mürşid bulmak için İran’a ve Mâverâünnehir’e doğru yola çıkmış. Fakat oralarda bulamamış, ismini duyduğu meşhur bir şeyhe bağlanmak için Halep’e, oradan Hacı Bayram-ı Velî kuddise sırruhû hazretlerine bağlanmak üzere Ankara’ya gelmiş. Burada seyrü sülûkunu tamamladıktan sonra Beypazarı’na gitmiş, burada bir mescid ve değirmen inşa ettirmiş. Fakat halkın etrafına toplanması üzerine Çorum’un İskilip kazasının bir köyünde inzivaya çekilmiş. Bir süre sonra buradan da Göynük’e yerleşmiş. Orada da bir mescid ve değirmen yaptırmış. Hacca gitmiş, mürşidi Hacı Bayram-ı Velî kuddise sırruhû hazretlerinin vefatından sonra Ankara’ya gelip onun yerine irşada başlamış. Oradan da Fatih’e hocalık yapmak üzere Edirne’ye gitmiş. İstanbul’un fethinden bir süre sonra Göynük’e dönmüş ve vefatına kadar irşadına orada devam etmiş.

Yeryüzü mescidi

İrfan ehlinin seyahatlerinin bazıları ise acı hatıralardır. Meselâ büyük velî Niyâzî-i Mısrî kuddise sırruhû elleri ve ayakları zincirlenmiş olarak Limni adasına iki kez sürgün edildi. Son gittiğinde orada vefat etti. Bu tür siyasi sürgünler çoktur. Seyyid Muhammed Râşid kuddise sırruhû hazretleri de devletin başındakilerin kararıyla Gökçeada’ya sürgüne gönderilmişti. Bazı sürgünler gönüllü olur. Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, Zâhid Kevserî, Mehmed Âkif, Ali Ulvi Kurucu gibi pek çok âlim, tek parti dönemindeki din düşmanlığından bunalıp Mısır’a hicret etmişlerdi.

Bazen seferler kişinin kadrinin bilindiği yere olur. Meselâ Osmanlı’nın büyük şairi, hikmet pınarı Nâbi, aslen Urfalıdır. Asıl ismi Seyyid Yusuf’dur. İsmi tâ başkent İstanbul’a kadar duyulunca oraya çağrılır, orada şöhret bulur. Hikmetli şiirleri dilden dile yayılır. Bazen de tersi olur. Mesela Hazreti Hüseyin radıyallahu anh efendimiz ve mübarek ailesi Irak’a yerel halkın davet üzerine göçtüler ama maalesef o halk bu büyük nimetin kadrini bilemedi, hatta onlara ihanet etti.

Sefer, seyahat, hicret, sürgün, gurbet gibi kavramlar bize, müminin kalbinde ve yeryüzünde hareket hâlinde olması gerektiğini hatırlatıyor. Kul doğduğu, yaşadığı ve vatandaşı olduğu ülkeyi tek mekân olarak bellemez. Bütün âlem müminin önüne açılmış bir imkânlar âlemidir. Müminin memleketi vardır ama imanın yeri yurdu yoktur. Her yerde secde eder, her yerde ticaret yapar, her yerde kulluğunu yaşar. Hakk’ın kulu yerine çakılıp kalamaz, aynı işi aynı şekilde yapıp durmaz, bir kararda durmaz. Bilgisi, duygusu, görgüsü, kulluğu bir seviyeye takılıp kalmaz. Hep daha güzele ve iyiye yükselir. Demek ki kulun durmadan akması, hatta çağlaması gerekir.

Biz bu dünyada seferdeyiz, gurbetteyiz. Vatanımız, sılamız bekâdır. Bu seferin menzili orasıdır. Nitekim “sefer der vatan,” Nakşibendiyye’nin on bir umdesinden biridir. “Vatana sefer” demek... Yani sûfî sürekli vatana sefer hâlinde olmalı, bunu unutmamalı. Biz de bu dünya gurbetini vatan bellemeyelim. Menzilimizi unutmayalım. Bu seferin hazırlığını güzel yapalım. Azığımızı şimdiden hazır edelim.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy