Bağdat, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, hiçbir müslümanın göz ardı edebileceği bir şehir değil. Her şeyden önce asırlarca İslâm medeniyetinin merkez şehirlerinden biri, hatta sembolü oldu. İslâm’ın tarih hafızasında ilim ve kültürün taşıyıcı unsurlardan biri idi. Siyasî bakımdan da daima önemli oldu; mesela dört yüz küsur sene boyunca Abbasîlerin başkentiydi.
Böyle merkez şehirlerin tarih içindeki hikâyesi ne yazık ki hayli acılı. Bağdat da nice kargaşanın, yıkımın sahnesi olduktan sonra Osmanlı hâkimiyetine geçti ve nihayet tarihinin en huzurlu dönemini yaşadı. Ama Osmanlı’nın 20. asrın başında I. Cihan Harbi ile başlayan büyük parçalanma süreci ile birlikte Bağdat’ı bugünkü perişanlığına sürükleyen olaylar silsilesi başlamış oldu.
Amerika’nın Irak’ı işgalinin üzerinden on sekiz yıl geçti. Ve İslâm tarihinin en kıymetli şehirlerinden Bağdat adım adım tükeniyor. Tarihte Fatımîlerin itikadını zehirlediği, Hülagu’nun ve Timur’un yerle yeksan ettiği, Osmanlı’nın ise ayağa kaldırdığı şehir, Amerikan kâbusundan bir türlü uyanamadı. Hz. Ömer radıyallahu anhûnun İslâm topraklarına kattığı bu Medinetü’s-Selâm (Barış ve Esenlik Yurdu), Medinetü’s Zulüm’e (Zulüm Şehri’ne) dönüşmüş durumda.
Âlimler, velîler diyarı
Bir görüşe göre Bağdat, kelime anlamı olarak “Allah’ın ihsanı ve hediyesi” anlamına geliyor. Bağrından çıkan ilim erbabına, âriflere ve sultanlara bakılırsa ismiyle müsemma denilebilir. Adaletin sembolü Hz. Ömer radıyallahu anhûnun müslümanlara kapılarını açtığı şehir, Abbasîlerin egemenliğinde kelimenin tam anlamıyla bir ilim ve medeniyet merkezi haline gelmişti. Bağdat’ta parlayan bu ışık, oralı âlimler, velîler ve sultanlar eliyle dalga dalga çağları aydınlattı.
Bu ifadeler abartılı gelmesin. Bağdat’ta kimler yetişmiş, ilk akla gelenleri analım: Abdullah bin Mübarek, Abdülkadir Geylanî, Ahmed b. Hanbel, Bâkıllânî, Davud-i Tâî, İmam-ı Azam Ebu Hanife, Serî es-Sekatî, İmam-ı Şiblî... Allah onlardan razı olsun, makamlarını âli eylesin. Böyle pek çok âlim, Hak dostu ve ârif zat, Bağdat’ın bağrından çıktı ya da orada yetişti.
Bağdat’a Mekke, Medine ve Kudüs’ten sonra İslâm tarihinin en müstesna şehri bile diyebiliriz. Önemli bir ticaret merkezi olması da mühim. Fakat Selçuklu’nun ve Osmanlı’nın Bağdat’a rağbetinin sebebini yalnızca siyasî veya ticarî sebeplerde aramak yanlış olur. Tuğrul Bey’i Asya’nın steplerinden, Kanunî Sultan Süleyman ve torunu IV. Murad’ı yollara düşüren, yalın kılıç cenk meydanına sürükleyen etken; Bağdat’ın manevi büyüklüğü ile ilgili.
Bir rüya ve keramet
“Tarih tekerrürden ibarettir.” diye bir söz var, malum. Yavuz Sultan Selim’in Muhyiddin İbn Arabî Hazretlerinin türbesini Şam’daki Kasiyun Dağı’nda ortaya çıkarması hadisesinin bir benzeri de Bağdat’ta yaşanmış.
Tarihçi Hammer’in Büyük Osmanlı Tarihi’nde aktardığına göre, bir buyruğuyla Avrupa’yı dize getiren Muhteşem Süleyman, 1534’te Bağdat’ı alınca İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri’nin türbesinin bulunmasını ferman buyurur. Çünkü mezar Rafızîler tarafından yağmalanmış, İslâm tarihinin bu müstesna âliminin cenazesi yakılmak istenmişti. Günlerce yapılan araştırmalar sonuç vermedi. Ümitler yitirilmek üzereyken Sadrazam Pargalı İbrahim Paşa’nın yanına gizemli bir adam çıkageldi. Kendisinin İmam-ı Azam Hazretlerinin mezarının türbedarı olduğunu söylüyordu. Anlattığına göre, cenaze yakılmak üzereyken bir keramet zuhur etmişti. Rafızîlerin türbeye saldırmalarından kısa süre önce İmam- Azam hazretleri türbedarın rüyasına girmiş ve bedenini onlara bırakmamasını istemişti. Bunun üzerine adam mezarı kazarak cenazeyi alıp başka yere defnetmiş, oraya da bir gayrimüslimin cesedini gömmüştü. Rüyanın üzerinden birkaç gün geçtikten sonra Rafızî baskını gerçekleşmiş ve mezardaki ceset çıkarılıp yakılmıştı.
İbrahim Paşa, türbenin bulunması için sabırsızlanan Kanuni Sultan Süleyman Han’a vaziyeti aktardı. Duyduklarına inanamayan padişah, konuyla alakadar olması için müderris görevlendirerek olayı araştırmasını emretti. Vazifeli müderris eski türbedarın tarif ettiği yerdeki mezarı kazdırdı. Karşılarına üzerinden misk kokuları yayılan bir taş çıktı. Sadrazam İbrahim Paşa haberi alınca gelip mezara bizzat girdi ve taşı kaldırdı. Cenaze bozulmamış halde orada duruyordu. Sultan Süleyman’a durum iletildi. Olay mahalline koşan padişah da anlatılanları gözleriyle gördü. Yaşananlar orduya sevinç kaynağı oldu. Kanuni Sultan Süleyman Mimar Sinan’a talimat vererek mezarın üzerine türbe yaptırdı.
‘Zalimler payidar olamaz’
Şairin; “Eger tarif edersem vasf olunmaz şehr-i Bağdâdı / Nice bin evliyalarla dopdoludur bahr-i ummanı” diye tarif ettiği Bağdat, şimdilerde belki de en zor dönemlerinden birini yaşıyor. Sokaklarda ölüm kol geziyor. Can güvenliği yok denecek kadar az. Amerikan güçleri arkalarında enkaz bırakarak ülkeyi terk etseler de, bir el düğmeye basıyor ve caddeler kan gölüne dönüyor.
Yaklaşık beş asır önce dünyanın süper gücü Osmanlı İmparatorluğu tarafından bir zafer anıtı gibi imar edilen İmam-ı Azam Türbesi, bugünün “süper gücü” olan, katliamlarıyla meşhur Amerika Birleşik Devletleri tarafından bombalanıyor. Dünya değişiyor. Fakat usuller farklı olsa da yeryüzünün bozguncuları, tıpkı Hülagu ve ordusu gibi; tıpkı ehl-i sünnet âlimlerin hatıralarını, miraslarını tarumar eden Rafızîler gibi “Doğu”yu yağmalıyor. Bağdat’a yakın Kerbela şehrinde doğan ve orada hayata gözlerini yuman büyük şairimiz Fuzulî’nin “darüsselâm, evliyalar ülkesi, Yüce Yaratıcı’nın eserlerinin mazharı, Maruf-u Kerhî kuddise sırruhûnun menzili, Cüneyd-i Bağdâdî kuddise sırruhûnun naz yeri, Behlül’ün meczupluk zinciri, Mansur’un darağacı, tertemiz toprağı her niyete aynası” şeklinde övdüğü Bağdat, üzülerek söyleyelim ki viran oldu.
Fuzulî, Divanı’nın on birinci kasidesinde Bağdat’ı uzun uzun anlattığı bölümü şöyle bitiriyor: “Tecrübeyle sabittir ki burada zulüm barınamaz ve zalimler kesinlikle payidar olamaz.” Temennimiz, duamız, niyazımız bu olsun…