SORU SORMAK ILMIN YARISIDIR, BUNU HERKES BILIR. BILINMEYEN ISE INSANIN KENDINI TANIMASI IÇIN SORDUĞU SORULARIN ÖNEMIDIR. BAŞKALARINA DEĞIL, SADECE KENDISINE SORMASI GEREKEN SORULARDIR BUNLAR.
Hangi Kuşaktansın?
Nesilleri genel özelliklerine göre sınıflandırırken X, Y, Z harfleri kullanılmıştı. Şimdi de “alfa kuşağı” diye bir kuşaktan bahsediliyor. Alfabede daha pek çok harf var, arkasından ne gelir bilinmez. Önemli bir mesele de değil zaten. Yaşadığı çağa, içine doğduğu nesle ne denirse densin; insan aynı insan ve görüntü ne kadar değişirse değişsin, aslında dünya aynı dünya. Özde değişen bir şey yok. Tekerleği ilk kullanan insanların hırsı ile Mars’a koloni kurmayı düşünenlerin hırsı aynı. Kıskandığı kardeşi Habil’i katleden Kabil ile daha çok zenginlik uğruna kaç bin kilometre ötesindeki insanları en son teknoloji ile öldüren insan aynı nefs-i emmârenin hizmetinde. Allah Teâlâ’nın emriyle insanları kurtuluş gemisine çağıran Hz. Nuh aleyhisselam ile günah tufanı içinde kalmış, azaba namzet insanlığı tevbeye çağıran ehlullah da aynı işi yapıyor. Yine değişen bir şey yok aslında.
Aslolan kabuk değil özse, görüntü değil hakikatse ve hepimiz halen Hz. Âdem babamızla aynı şeylerden sorumlu isek, yaşımız ne olursa olsun kendimize “A kuşağı” diyemez miyiz?
Ne İsteyelim?
Hepimiz bir şeyler istiyoruz, isteyebilme duygumuzun bir sınırı da yok. Zenginlik, refah, mal, mülk, şöhret, iş, evlat... İstemekte bir sakınca yok. Söz de veriyoruz, hak ve hayır yolunda kullanacağız. Bir zengin olsak görsünler nasıl şükredeceğiz, ne infaklar yapacağız! Makama bir geçsek hizmet nasıl yapılırmış göstereceğiz! Bir evladımız olsa da onu numune bir insan olarak yetiştirsek!
İstemenin şehveti şunu kolayca unutturuyor: Allah için yapılmayan hiçbir işte hayır olmadığı gibi Allah için olmayan hiçbir istekte de hayır yoktur. Allah için derken dürüst olmak gerekir; dilimiz öyle der de kalbimizin derinliklerindeki ses ne der? Ayrıca istediklerimizin hayrımıza mı şerrimize mi olduğunu bilmiyoruz.
Günün sonunda yani dünya zamanımızın akşamında hayır zannettiklerimizin şer, şer zannettiklerimizin hayır çıkma ihtimali var.
Öyleyse soralım: Gerçekten istenmeye değer olan şey nedir ve nasıl istenir?
Son Sözümüz Ne Olacak?
Bir ameliyattan sonra aldığı narkozun etkisinde olan birini hiç gördünüz mü? Gördüyseniz bilirsiniz, kendilerini kontrol edemezler. Ağızlarından kırık dökük kelimeler çıkar. Peki neyle ilgilidir o kelimeler? Hayatlarında en çok neye önem veriyor iseler, iç dünyaları hangi hal üzere ise onları ele veren kelimelerdir bunlar. Çünkü bilinçleri tam açık değildir, kendilerine sansür uygulayamazlar.
Hiç kimse böyle bir halde hatta uykuda söylediklerinden sorumlu değildir, asla suçlanamaz ve kınanamaz. Fakat böyle haller muhteşem ibret ve nefs muhasebesi imkânı verir. Çünkü ölüm sekeratına benzer. O zaman gelince de bilinç kontrolümüz kalkacak, kendi hakikatimizle yüzleşeceğiz. İradenin elimizden çıkıp gittiği bu anda hakikatte kim isek, ne için yaşadıysak, kalbimizin derinliklerine neyi sakladıysak onunla baş başayız. Nasıl yaşadıysak öyle ölecek ve nasıl öldüysek öyle dirileceğiz.
O halde soralım: Sekerat anında dilimizden muhtemelen hangi kelimeler dökülecek?
Kim Yakın?
Yakınlık ve uzaklık, maddede ve manada aynı doğrultuda olmayabilir. Madden yakın olanın manen uzak, madden uzak olanın manen yakın olması her zaman muhtemeldir. Veysel Karânî rahmetullahi aleyh, kendisiyle hiç karşılaşmadığı halde Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme amcası Ebu Leheb’den daha yakındı. Gavs-ı Kasrevî kuddise sırruhû bir sohbetinde bu yakınlık ve uzaklığı şöyle anlatır:
“Kimi var dizimizin dibinde ama Bağdat’ta. Kimi var Bağdat’ta ama dizimizin dibinde.”
Buradaki yakınlık ve uzaklığın gönül bağı nispetinde olduğu muhakkak. Büyüklerin ısrarla tavsiye ettiği râbıtayı bu açıdan da değerlendirmek gerekir. Râbıta “bağ, bağlayan şey” demektir. Bağlanan ise hep yakın, yakın da olsa bağını kopartan hep uzaktır.
Şimdi her gün görüşüp konuştuklarımızı, yakınımız diye tanımladıklarımızı bir an unutup soralım: Kime yakınız ve kimden uzağız?