Soru sormak ilmin yarısıdır, bunu herkes bilir. Bilinmeyen ise insanın kendini tanıması için sorduğu soruların önemidir. Başkalarına değil, sadece kendisine sorması gereken sorulardır bunlar.
Bu Sınavdan Nasıl Geçeriz?
Geçmiş zaman, öğrencilerime alışık olmadıkları bir hazırlık sınavı uygulamıştım. Kitap ve deftere bakmak serbestti. Ertesi gün neredeyse hiç değiştirmeden aynı soruları asıl sınavda tekrar sordum. Sonuç ne oldu sizce? Yüksek notlar mı aldılar dersiniz? Hayır, neredeyse hepsi dökülmüştü. Haliyle çok üzüldüm. Soruları önceden vermeme, defalarca sınıfta nasıl bir sınav olacağını, nasıl çalışırlarsa iyi not alacaklarını açıklamama rağmen bu sonuçla karşılaşmak üzdü. Meselenin pedagojik veya teknik boyutunu burada tartışmak anlamsız ama bu olayın ibretli yönünü göz ardı edemeyiz.
Latife olsun, bizim öğrenci taifesine ne zaman sınavdan bahsetsek “Hocam hayat bir sınav!” deyip işi sarakaya vururlar, ancak çok haklılar bunu derken. Asıl sınav hayattır, hem de cevapları elimizde olan bir sınav. Sorulan, sorulacak olan soruları da biliyoruz cevaplarını da. Biliyoruz, Rabbimiz bizi hesaba çekecek, yaptıklarımızdan ve yapmadıklarımızdan sorulacağız. Neyi yapmamız neyi yapmamamız gerektiği de bildirilmiş; cevap anahtarı elimizde. Öyleyse soralım: Cevaplarını bildiğimiz bu sınavdan nasıl geçeceğiz?
Beklediklerimiz Gökten Zembille İner mi?
Annem ders çalışmadığım zaman kızar ve “Masa senin yerine de çalışır!” ya da “Bekle, gökten zembille iner beklediklerin!” diyerek azarlardı. Annem haklıydı. Masalar benim yerime hiç çalışmadı, istediğim sonuçlar öyle gökten zembille de inmedi. Zaman içinde yaşanan acı tecrübeler hakikatin hayale daima galip geldiğini öğretti.
“İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur!” ayetini anlamak bu kadar zor olmamalıydı. Derler ya; “Rızkın bellidir ve belki bir taşın altındadır ama senin o taşı arayıp bulman ve kaldırman gerekir.” Başlamadan, yekinin harekete geçmeden olmuyor. Öyleyse soralım: Dolabımızdaki seccade, çekmecedeki tesbih, kitaplığımızdaki mushaf-ı şerif, cüzdanımızdan çıkmayan sadaka, bir sonraya ertelediğimiz hizmet fayda verir mi? Neyi bekliyoruz, umduklarımızın gökten zembille inmesini mi?
Sıkılmak Ne İşe Yarar?
Var olan her şeyin bir hikmeti vardır, deyip meseleyi geniş açıdan ele alsak bu soruya cevap vermek hayli uzun sürer. O yüzden birkaç örnekle yetinerek cevap arayalım. Aslında bu soru “acıkmak neye yarar” veya “üşümek neye yarar” sorularına çok benziyor. Acıkmak yemek için, üşümek ısınmak için birer uyarı. Sıkılmak da harekete geçmek gerektiğini haber veren bir uyarıdan ibaret.
İnsan boş, eylemsiz, hareketsiz kalamaz. Çünkü boşa yaratılmamış, boş da bırakılmamıştır. Bir işi bitirince başka bir işe koyulmamız emredilmiştir. Eğer sıkılıyorsak canımız yani ruhumuz sinyal veriyor demektir. Harekete geçmeli, bir şeyler yapmalı. Şimdi soralım: Sıkılan canı ferahlandıracak şey nedir?
Şimdi Değilse Ne Zaman?
Vakit kalmadı. Süre doldu dolacak. Yıllar kervan oldu, yola dizildi, sonu göründü görünecek. Oyalandın durdun. Erteledin yanıldın. Atı alan Üsküdar’ı geçti, beraber yola çıktığın arkadaşlarının gerisinde kaldın. Emelini uzun tuttun, hep yarın dedin. Bugünü kaybettin, geçmiş geçti gitti, yarın meçhul. Ey nefsim, sözüm sana! Kendini bilmedin, kendine gelmedin, hesabını yapmadın. Sermayeni savurdun, harmana bir şey bırakmadın. Farkında mısın? Bugün “yarın yaparım” diye yapmadığını yarın olduğunda da yapamadın. Bilmedin ki bugün aslında yarındı.
Ben seni bilirim, bir işi erteye bıraktığında aslında onu yapmak niyetin yoktu. Sadece “sonra yaparım” diyerek seni uyaran iç sesini bastırdın. Gerçekten niyet etseydin yapardın. Çünkü niyet bir karardır, niyet etmekle başlar bütün işler. Öyleyse niyet et ya da niyetini tazele, sonra onu koru. Kalk ve yap. Sorarım sana; yarının geleceğine garantin yokken şimdi değilse ne zaman?
Gerçek Akıllı Kim?
Son asrın büyük velîlerinden Seyyid Abdülhakim el-Hüseynî hazretleri gerçek akıl sahibi insanı “âhireti için çalışan insan” olarak tarif eder. Kitaplarımızda geçer; bir adam mirasını beldenin en akıllı kişisine verilsin diye vasiyet edip ölse, o miras beldenin en çok ibadet eden kişisinin hakkı olur.
Akıl ve ibadet... Anlamak zor değil; dünya hayatı geçicidir, âhiret ise ebedî. Sırf dünya için çalışan kişinin durumu, üç beş gün kalacağı oteli tadilata sokan kişinin haline benzer. Bir süre kalınacak yerde pratik tedbirler düşünmek, kalıcı olunacak yer için ise sağlam yatırım yapmak akıllıca olanıdır. Varacağımız yere ulaşmak için otobüs beklediğimiz duraklarda da yorgan döşek rahat etmeyi düşünmüyoruz. Biliyoruz, otobüs gelecek, binip gideceğiz.
Ya dünya? Sonsuz bir hayat karşısında kısacık bir an bile sayılamayacak bir ömür. Fakat bir o kadar önemli ve belirleyici. Âhiretin tarlası. Bu kadar peşinde koşup yorulduğumuza bakmayın, bütün kıymeti bu vasfından kaynaklanıyor. O halde zekâ ve akıl arasındaki farkın farkında kişiler olarak soralım: Zeki biri olabiliriz, peki ne kadar akıllıyız?