Allah biliyor ki biz, Kur’an’ın yerine geçecek başka bir şey istemiyoruz. Biz, Kur’an’ı bizden iyi bilenin Sünneti peşindeyiz.Kur’an’ı sabit bir noktada tutan, Allah’ın muradına uygun şekilde yaşanmasını sağlayan Sünnet’in kendisidir. Günümüzde yoğun bir şekilde yaşadığımız, hadisleri ve dolayısıyla sünneti reddetme düşüncesinin tarihine baktığımızda, müslümanların bu fitneyle ilk defa günümüzde karşılaşmadıklarını görürüz. Allah Rasulü bunu haber vererek şöyle buyurmuştur: “Bilin ki bana Kur’an ile birlikte onun bir benzeri de verilmiştir. Tok bir şekilde koltuğuna kurulmuş olan bazı kimselerin ‘sadece bu Kur’an’a sarılın, Kur’an’ın helal dediğini helal, haram dediğini haram kabul edin’ diyeceği zaman yakındır. Bilin ki, Allah’ın Rasulü’nün haram kıldıkları da Allah’ın haram kıldıkları gibidir.” (Ebu Davud, Tirmizi, İbn-i Mace) Rasulullah’ın (A.S.) haber verdiği, Sünnet’e gerek olmadığı ve sadece Kur’an’la yetinme düşüncesinin öncüsü niteliğinde değerlendirilebilecek hususun, tabiun (sahabeden sonraki nesil) döneminde gerçekleştiğini görüyoruz. Sahabeden İmran b. Husayn (R.A.), bir yerde şefaatten bahseder. Orada bulunanlardan biri ”Ey Ebu Nuceyd, sizler bize bazı hadisler söylüyorsunuz, ama biz Kur’an’da onların bir aslını bulamıyoruz!” diye karşılık verir. Bunun üzerine İmran b. Husayn (R.A.) kızar ve adama: “Sen Kur’an okudun mu?” diye sorar. Adam: “Evet” deyince, “Peki Kur’an’da öğle namazının dört rekat olduğunu ve kıraatın alçak sesle yapılacağını bulabilir misin?” Daha sonra namaz, zekat ve benzeri hususları sayar ve o şahsa “sen bunların tafsilatını Kur’an’da bulabilir misin? Bulamazsın, çünkü Allah’ın Kitabı bu konulara kısa ve genel değinmiştir. Bunların ayrıntısını Sünnet vermiştir.” der. (Şatibî) Tabiinin büyüklerinden Mutarrif b. Abdullah’a (R.A.) birisi; “Bize Kur’an’dan başka bir şeyden bahsetme!” dedi, o da cevaben “Allah biliyor ki biz, Kur’an’ın yerine geçecek başka bir şey istemiyoruz. Biz, Kur’an’ı bizden iyi bilenin Sünneti peşindeyiz” demiştir. (Şatıbî) Allah Tealâ kendisine nasıl kulluk yapacağımızı, içimizden seçmiş olduğu elçiye bakarak anlamamız ve hayata geçirmemizi bizlerden istiyor. “Andolsun ki, Rasulullah (A.S.), sizler için güzel örnektir.” (Ahzab/21) Rabbimizin bizden istediği kulluk görevini, Rasulullah (A.S.)’ın sünnetine bakarak yerine getirmekle yükümlüyüz. Diğer bir ifade ile Cenab-ı Hak, Rasulünün sünnetine uymayı, hem Allah’ı sevmenin hem de Allah tarafından sevilmenin alameti ve günahların bağışlanmasına bir vesile sayıyor: “(Ey Habibim) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i İmran/31) Biz müslümanlar, “Lâ ilâhe illallâh / Allah’tan başka ilah yoktur” cümlesinden sonra hemen “Muhammedun Rasûlullah / Muhammed Allah’ın elçisidir” cümlesini de zikrederiz. Bu cümle İslam’a girişin anahtarı, onun beş temel direğinden biridir. Acaba neden? Evet Allah birdir ve O’ndan başka hiç bir ilah yoktur. Ama bu bilginin ve ifadenin, kısaca Tevhidin kaynağı Muhammed (A.S.)’dir. Zira en mükemmel din, ancak onu öğretecek bir üstad, bir rehber olduğu zaman gerçek manasıyla hayata geçebilir. Peygamberimiz de, bir hadislerinde peygamber sevgisinin kişinin imanıyla doğrudan ilgili olduğunu belirterek şöyle buyurur: “Beni ananızdan, babanızdan, çoluk-çocuğunuzdan ve herkesten çok sevmedikçe iman etmiş olmazsınız.” (Buhari, Müslim) Hiç bir konuda Allah ile Peygamberinin arasını ayırmak asla mümkün değildir. Buna cüret edenlerin kimler olduğuna ve onları nasıl bir akıbetin beklediğine bakalım: “Allah’ı ve peygamberlerini inkar edenler ve Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip ‘bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına inanmayız’ diyenler ve böylece iman ile küfür arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu; işte gerçekten kafirler bunlardır. Ve biz kafirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.” (Nisa/151-152) Allah Tealâ, Rasulüne itaatı farz kıldığı gibi O’nun verdiği hükümlere muhalefeti sapıklık olarak nitelemiştir: “Allah ve Rasulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab/36) Ayetin devamında, sadece Rasulullah’ın (A.S.) hükmünü kabul etmenin yeterli olmadığı, bu hükmün gönülde hiç bir sıkıntı, en küçük bir tereddüt dahi bulunmadan yürekten benimsenmesi gerektiği ifade edilmektedir. “Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın onu tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa/65). Elbette “Rasulullah’ı hakem kılmak”, hayatında bizzat O’na müracaatı, vefatından sonra da O’nun sünnetine başvurmayı gerekli kılar. Yukarıdaki ifadelerden, sünnetin çoğu müslümanların anladıklarından farklı olduğu göze çarpar. Onlar, ilmihal kitaplarında “müstehap” tabir edilenleri sünnet olarak anlamaktadır. Birkaç sünnet sayınız denildiğinde ise; sakal bırakmak, sarık sarmak, beyaz giyinmek, güzel koku, gümüş yüzük, misvak kullanmak... gibi giyim, adab ve yiyeceklerle ilgili müstehaplar sayılır. Peki bizler, halkın sünnet olarak anlayıp uyguladıkları şeylerle, Rasulullah’ın (A.S.) kurmuş olduğu saadet hayatını kurabilir miyiz? Bu soruya olumlu cevap vermek mümkün görünmüyor. Oysa Sünnet, merkezinde Allah’ın Kitabı olan bir dünya görüşü ve hayat tarzıdır. Sünnet bir bütündür; sadece ferdi hayatta sünneti yaşamakla veya sadece sosyal hayatta sünneti yaşamakla sünnet yaşanmış olmaz, ikisinde de yaşanması gerekir. Sünnetin temelindeki hayat tarzı bizim iman/itikad dediğimiz şeydir. Rasulullah’ın (A.S.) hayattaki gayesi, ona verdiği anlam ne ise, biz müslümanlarınki de öyle olmalıdır. Bizler her şeyden önce O’nun gönül ve iman dünyasını örnek almalıyız. O’nun tevhid anlayışı, nefsi ve geçici maddi arzulara değer vermeyişi, Allah’ın üstünde bir otorite kabul etmeyişi, kulluk şuuru, kader ve tevekkül anlayışı vazgeçilmez dayanağımız olmalıdır. Bundan sonra sünnetin ibadet boyutu gelir. İbadet, aslında kişinin imanıyla yakından ilgilidir. Rasul-i Ekrem’in sünneti incelendiğinde, ibadetlerindeki şeklî yönün yanında, aynı derecede derunî yönün de hakim olduğunu görürüz. O’nun (A.S.) hayatında ibadet, sadece belli zamanlarda yapılan görevler değil, hayatın her anını kuşatan bir şuur ve bilinç halidir. Yüce Kitabımız da zaten yaratılış gayesinin ibadet/kulluk olduğunu bizlere hatırlatır. Müslümanlar da dar manada ibadetlerinde, geniş manada bütün davranışlarında Rasul-i Ekrem’i (A.S.) örnek alarak bu kulluk şuuru içinde olmalı; ihlas, huşu, huzur, ihsan, şükür, hamd, marifetullah gibi kulluğun özünü oluşturan hususlarda O’na benzemeye çalışmalıdırlar. Sünnetin üçüncü boyutu, kişinin diğer insanlarla ve eşyayla ilişkilerini ihtiva eden sosyal yönüdür. Temel eserlerde muamelat, ahlak ve adab terimleriyle ifade edilir. Rasul-i Ekrem’in (A.S.) hukuk, iktisat, ahlak, eğitim, aile hayatı ile ilgili uygulamaları sünnetin bu yönünü oluşturur. Bütün bunları Rasulullah (A.S.) uygulamalı olarak en güzel şekilde göstermiştir. Bunlarla toplumda sosyal adalet sağlanır, ahlak esaslarıyla ruh-beden bütünlüğü sağlanır, eğitim anlayışıyla insan-ı kamil yetiştirilir.
Öylesine Titizdiler ki!...
Ashabdan Abdullah b. Amr (R.A.), en çok hadis rivayet etmiş bulunan Ebu Hureyre (R.A.)’den çok daha fazla hadis biliyordu. Çünkü Hz. Peygamber’den duyduklarını yazıyordu. Fakat Ebu Hureyre’nin 5374 rivayetine karşılık ancak 700 civarında hadis O’na dayandırılmıştır. En çok hadis rivayet eden sahabiden daha çok hadis bilen ve üstelik bildiklerini yazan bu sahabiden çok az hadis alınmasının sebebi oldukça ilginç. Çünkü O, Yahudi ve Hıristiyanların kitaplarını da inceliyordu. Hadisleri toplayan imamlar, çok zayıf ihtimal de olsa peygamber sözüne bu kitaplardan da bir şeyler karışabilir veya İslam düşmanları bu tarz ithamlarda bulunur diye Abdullah b. Amr’a dayanan hadislere ancak ihtiyaç miktarınca yer verdiler.