Ahmed Cevdet Paşa, Osmanlı’nın çöküşünden yirmi beş sene evvel vefat etti. Bu yazıda özetlediğimiz gibi, kendi devrinde yaşayıp gördükleri bir devletin yıkımına doğru giden yolu bize gösteriyor. Tarih zaten bunun için okunmalı.
Çöküşe çare arayan paşa
Ahmed Cevdet Paşa’nın Tezâkir’ini yıllar sonra bir daha okuyayım dedim. “Tezâkir” tezkireler demektir. “Tezkire” ise “rapor” anlamında. Bu kitap, Ahmed Cevdet Paşa’nın vakanüvis, yani devletin resmî tarihçisi olarak kaleme aldığı raporlardan oluşur. Yıllar itibarıyla tarihi vakaları özetler. Bu raporları görev yaptığı dönemlerde hüküm süren sultanlara arz etmiştir.
Ahmed Cevdet Paşa, Osmanlı’nın son devrinin parlayan isimlerinden biridir. Âlimdir. Sultan Abdülmecid döneminde salgın haline gelen aşağılık kompleksi sonucu “Batı hukukunu tercüme edip uygulayalım” dediklerinde Mecelle fikrini ortaya atan kişidir. Fakat maalesef bu tercüme kafası kırk sene sonra başarılı olacaktır. Paşa, Mecelle’nin hazırlık sürecini yönetmiş, aynı zamanda kaleme alanlar arasında bulunmuştur. Eğitim ve yönetim alanında da yeniliklere imza atmıştır. Dâruşşafaka’nın kurucularındandır. Değerli bir insan olduğu âşikâr.
Cevdet Paşa, Tanzimat devrinin sembol isimlerinden birisidir. Devrindeki pek çok kişi gibi bu yıkım sürecine “Tanzimat-ı Hayriyye” der. Yani hayırlı düzenlemeler, reformlar... İlmiye sınıfından birinin Batıcı reformlara destek vermiş olması bugün garip karşılanabilir. Ama o dönemde pek çok insan Osmanlı’nın Avrupa karşısında edilgenlikten kurtulması için bükemediği bileği öpmesi gerektiğini düşünüyordu.
Cevdet Paşa, Tezâkir’de sıkça “tarîk-i terakkî,” yani “ilerleme yolu” tabirini kullanır. Bu, Batı’nın izlediği yolda gitmek demektir. Onda ve zamandaşlarında Batı’nın her konuda “ileri” olduğu inancı o kadar yüksektir ki, aynı Batı’nın kendi çağlarında dünyanın dört bir yanında yaptığı vahşetlerden söz etmez. Ne Çin’deki, Hindistan’daki veya Afrika’daki katliamlarından, ne zencileri ve hatta kendi halkını köleleştiren aşağılık anlayışından bahseder.
Ahmed Cevdet Paşa, Tanzimat’ın mimarı Mustafa Reşid Paşa’yı pek sever. Onu makbul, muteber ve müstakim bir insan olarak tarif eder. Oysa Tanzimat Fermanı’nı İngiliz büyükelçisi ile beraber hazırlayan Reşid Paşa, bizde “gövdesi yerli, kafası yabancı” insan tipinin atasıdır. Hayatı boyunca İngilizler’in çıkarına çalışmıştır. Ama bunu hep devletin yüksek menfaatleri gereği yaptığını ileri sürmüştür. Zaten Bayezid Camii’nin bahçesindeki türbesi de kıbleye değil, Batı’ya bakar. Cevdet Paşa devlette onun sayesinde yükselmiştir. Onun ekibindendir. Zaman zaman onun sözcülüğünü, elçiliğini bile yapar.
Cevdet Paşa’ya göre Reşid Paşa’ya ve reformlarına karşı çıkanlar, onu din işlerinde sağlam biri olarak görmeyen “mutaassıplar”dır. Bu reformlardan hoşnut olmayan başka bir kesim ise makam kapmak için kapı kapı gezen memurlardır. Fakat Cevdet Paşa, arada bir Reşid Paşa’nın hatalarını serdetmekten de geri kalmaz: Altı defa sadrazamlığa getirilen Paşa’nın gittikçe yetkinliğinin ve dirayetinin azaldığından şikâyet eder. Onun da diğerleri gibi yüksek binalar yaptırmak, servet toplamak derdine düştüğünü söyler. Hatta oğlunu padişaha damat yapmak için kadınlara ve harem ağalarına dil döktüğünü anlatır.
Reşid Paşa’nın yetiştirmeleri olan Âli Paşa ve Fuad Paşa gücü ele geçirince onun aleyhine dönerler. O sıkı bir İngilizci iken bunlar sıkı Fransızcıdır. Anlıyoruz ki Tanzimat’ın ilanından yani 1840’lardan sonra Osmanlı’da devletin her kademesinde bir yabancı ülke elçiliğiyle irtibatlı olan devlet görevlileri çoğaldı. Bu zamanla utanılacak ve kınanacak bir şey olmaktan çıkıp, övünülen bir rezillik hâline geldi. Nitekim görevden alınacağını işiten sadrazamlar ve paşalar, İstanbul’daki İngiliz veya Fransız büyükelçiliğine kaçıp sığındılar. Cumhuriyet döneminde de bu yabancı güçlere yamanma geleneği devam etti.
Osmanlıcada olmayan kelime
Sultan Abdülmecid, ülkemizde Batılılaşma’nın gerçek öncüsüdür. O kadar ki bir Cuma gecesi İngiliz elçisi Canning’in verdiği baloya katılır. Bu bir ilktir. Oysa Osmanlı’da bırakın müslüman devlet adamlarını, başpapazlar bile balolara gitmezlermiş. Çünkü saz dinlemek ve dans etmek veya seyretmek onlara göre de büyük günahmış. Padişah baloya gidince bütün devlet yetkilileri gibi patrikler ve hahambaşı da balo davetlerine katılmaya başlamışlar. İşin sonu ise malum...
Cevdet Paşa günümüzdeki üniversitelerin öncülü olan Dârülfünûn binası inşaatından da bahseder. Aslında bu binanın yapılma hikâyesi Osmanlı’nın kendini nasıl kaybettiğinin çarpıcı bir örneğidir. Sultan Abdülmecid, bu binayı yapması için İsviçreli mimar Fossati’ye görev verir. Adam Ayasofya’nın önünde dev bir bina tasarlar. Bu binada bizden bir motif bile yoktur. Eski Yunan-Roma tarzındadır. Cevdet Paşa’nın dediğine göre müslüman ve gayrimüslim pek çok kişi böyle bir binanın münasip olmayacağını Abdülmecid’e bildirir. Fakat dinlemez. Uzun yıllar sonra inşaat biter, Adliye Nezareti binası olarak kullanılır. 1933 yılında çıkan bir yangın sonucu yok olur.
Cevdet Paşa Tezâkir’de Osmanlı’nın son devirlerinde yolsuzluğun, rüşvetin, soysuzluğun ne kadar yaygın olduğunu da anlatır. Haramzâdelerin inşa ettirdikleri Batı taklidi ihtişamlı apartmanlar, köşkler ve yalılardan bahseder. Demek ki Cumhuriyet döneminden çok önce çürüme başlamış. Dolmabahçe gibi Batılı tarzdaki ve debdebeli saraylara harcanan servetler devlet hazinesini boşaltır. Bunun üzerine koca imparatorluk iflasın eşiğine gelir. Bu derin sıkıntıya Fransızca’da “crise” denir. Daha sonra “kriz” olarak dilimize giren bu kelimeye o zamanlar Türkçe bir karşılık bulmaya çalışırlar. Çünkü Osmanlıca’nın zengin kelime hazinesi durumu ifade etmeye yetmez. Cevdet Paşa bu kelimeye karşılık nihayet “buhran” kelimesinin bulunduğunu anlatır.
Borç yemeye alışınca
Maliyeyi düzeltmek için Fuad Paşa Fransa ile bir borç anlaşması imzalamaya hazırlanır. Fakat Abdülmecid, Fuad Paşa’ya “Ben bu devleti selefimden nasıl buldum ise halefime öylece terk edeceğim. Eğer bu borç anlaşması bozulmaz ise saltanattan istifa ederim” diye ültimatom verir. Bunun üzerine anlaşma bozulur. Ama aynı sultan Kırım Savaşı sırasında ve sonrasında Fransızlar ve İngilizler’den bol borç alarak devletin tam çöküşünü başlatacaktır. Cevdet Paşa bu hengâmeyi şöyle özetler:
“Borç almaktan korkar idik. Şimdi ona da alıştık. Bizim gibi mirasyedilere böyle bir para kapısı açılırsa bunun önünü kim alacak? İlerde hâlimiz neye varacak? Allah encâmını hayreyleye!”
Osmanlı’nın çöküşü onun tahmin ettiği gibi bu yolla olacaktır. Cevdet Paşa buna rağmen Abdülmecid’in beytülmali korumada ne kadar titiz olduğuna dair bir örnek verir. Saraydaki görevine son verilen bir ağaya maliye hazinesinden günlük maaş bağlanınca Abdülmecid: “Benim özel hizmetimde bulunan bir adamın hazineden para almaya ne hakkı var?” diye kızar ve ona kendi şahsi hazinesinden maaş ödenmesini ister.
Cevdet Paşa’nın aktardığına göre o dönemde Avusturya gazetelerinin bazılarında “Devlet-i Osmaniyye âdeta öldü ve defnolundu. Lâkin türbedar kim olacak? Burası tartışma ve çekişme konusudur” diye yazılmış. Cevdet Paşa Osmanlı’da devleti yönetenlerin krize çare bulmak yerine kendi aralarında güç kavgasına daldıklarını söyler. Her birinin diğeri aleyhine dedikodu ve nifak yaydığını anlatır. Bu, elbette devlete büyük zarar vermektedir.
Ahmed Cevdet Paşa’nın bugün bize iyi örnek olabilecek başka anlatımları da var. Mesela bugün Şehir Hatları olarak bildiğimiz Boğaz’daki sahil semtleri arasında çalışan bir vapur şirketini nasıl kurduğundan bahseder. İsmini de “Şirket-i Hayriyye” koymuştur. Ne kadar güzel bir isim! Gerçi Tanzimat fermanına da “hayriyye” der. Bu fermanın hayriyye değil şerriyye olduğunu bugün daha iyi anlıyoruz.
Cevdet Paşa, Osmanlı’nın çöküşünden yirmi beş sene evvel vefat etti. Bu yazıda özetlediğimiz gibi, kendi devrinde yaşayıp gördükleri bir devletin yıkımına doğru giden yolu bize gösteriyor. Tarih zaten bunun için okunmalı. Ama okunmakla kalınmamalı, düşünülmeli, günümüzle kıyaslanmalı, yaşadıklarımız için bir ibret elde devşirilmeli. Mehmed Âkif merhumun meşhur şiirinde söylediği gibi:
Geçmişten adam hisse kaparmış, ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?