Aramak

Tavan Arsası

Cami Avlusu

Kelimeler düşündüklerimizi aktarmada nasıl vazgeçilmez bir araçsa, hissettiklerimizi ifade etmede, paylaşmada o kadar yetersiz. Öyle de olsa, bir dostumla küçük bir cami avlusunda, şadırvan başında geçirdiğimiz hoşça vakitte hissettiklerimizi sizlere anlatmak istedim.

Orada başbaşa iki dost olarak yaşadığımız, nostaljinin ötesinde bir nimetin hatırlanmasıydı aslında. Yavaş yavaş bizi terk eden, ancak yitirince değerini anladığımız diğer nimetler gibi.

Evet, cami avluları bir nimetti. Büyük ya da küçük, bakımlı ya da bakımsız, hiç farketmez, oraya girdiğimizde zaman kaygısını dışarıda bırakarak oturabilirdik. Günlük telâşlar, şadırvanların musluklarından akan su gibi yavaş yavaş, ama hissettirerek akar giderdi üzerimizden. Lâhuti bir huzur iklimine usulca yelken açardık. Ulu ağaçların koyu gölgeleri bir annenin kolları gibi ruhumuzu sarar, içimizde biriktirdiğimiz yorgunluklar, yerini tatlı bir sükûna bırakırdı. Dua gibi hayaller kurardık.

Şehrin hengâmesinde bir limandı cami avluları. Mihnet çekmezdik orada azığımızı yerken. Evimizde gibi emin hissederdik. Allah’ın evinin bahçesinde huzur konukları olurduk. Dünya ve ahiret arasında  ruhların dinlendiği berzah alemini yaşardık adeta.

Şükürler olsun, ata yadigârı camilerin avluları, şadırvanları gibi hâlâ içimizi serinletmeye devam ediyor. Kıyıda-köşede kalmış, hele de avlusunda birkaç eski mezarı barındıran camilerimiz hâlâ bir sığınak. Ne var ki, turist kaynayan selâtin camilerimiz, yasak savma kabilinden yapılan yeraltı mescitleri, bir yaptırma ve yaşatma derneğinin ufkuna mahkûm camiler o tadı vermiyor. O huzur avluları artık çoğu camide yok.

 Acı Sabır

Şöhret ve zenginliğin çevresinde insanların niye pervane olduklarını biliyoruz. Medyanın nice yanlışları gözümüzde normalleştirdiği günümüzde böyle durumları yadırgamıyoruz bile.

Ancak, erdem sahibi kâmil insanların birer cazibe merkezi oluşu ilgi çekici olmaya, merak uyandırmaya devam ediyor. Aslında bunda bir gariplik yok. Garip olan, o zatların yanlarında bulunduğu halde, üzerlerine onların hallerinden en ufak bir iz sinmeyenler.

Peki, kimsenin bir menfaati olmadıkça kimsenin kahrını çekmediği bu fani alemde o kâmil zatlar böyle insanlara niye ve nasıl tahammül ediyorlar dersiniz?

Bunun cevabını ararken Şeyh Sadi Şirazi’nin Bostan’ındaki şu hikaye can simidi oldu.

“Bir zamanlar erdem ve ahlâk güzelliğiyle ünlü bir adam yaşardı. Bu adamın bakılamayacak  kadar çirkin ve asık bir yüzlü, kötü huylu bir de kölesi vardı. Kölenin canavar gibi dişlerinden adeta zehir akardı. Şehirde ondan daha çirkin bir Allah’ın kulu yoktu. Koltuğunun soğan gibi acı kokusundan, kızıl damarlı ve perdeli gözleri sulanır, çapaklanırdı.

İş görürken yüzünü asar, yemek pişirirken kaşlarını çatar, sofraya da efendisiyle birlikte otururdu. Birlikte yemek yediği efendisi, ‘ölüyorum, lütfen bir damla su ver’ dese umurunda olmaz, bir yudum su vermezdi. Ne söze, ne azara aldırış ederdi. Gece gündüz gürültü patırtı eksik olmazdı evde.

Bir gün o fazilet sahibi adama, arkadaşlarından birisi şöyle dedi:

- Bu çirkin suratlı kölenin yeteneğine mi, güzelliğine mi, becerikliliğine mi tutkunsun? Bu ciğeri beş para etmezin kahrını neden çekiyorsun? Sat esirciye gitsin, sen de kurtul. Parasız bile versen kâr etmiş olursun.

Adam güldü bunun üzerine ve dedi ki:

- İyi kalpli dostum, gerçekten söylediğin kadar var. Fakat onun yüzünden ben güzelleşiyorum. Onun münasebetsizliklerine dayandıkça olgunlaşıyorum. Sabır gücü kazanıyorum...

Sabır acı görünür, fakat insanın kişiliğine yerleştikçe bal olur.”

 Bir Vakte Erdi Ki Şimdi Günümüz

Bir vakte erdi ki şimdi günümüz, Yiğit belli değil, mert belli değil. Herkes yarasına derman arıyor, Deva belli değil, dert belli değil.

Adalet kalmadı hep zulüm doldu Geçti şu baharın gülleri soldu Dünyanın gidişi acayip oldu Koyun belli değil, kurt belli değil.

Başım ayık değil kederden yastan Ah ettikçe duman çıkıyor festen Harabe yüz tuttu bezm-i gülistan Yayla belli değil, yurt belli değil.

Bozulmuş dünya ıslah olmuyor Ehl-i fukaranın yüzü gülmüyor Ruhsati de dediğin bilmiyor Yazı belli değil, hat belli değil.

 Ruhsati (1856-1899)

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy