Çağ saf ve temiz olan her kıymetten uzaklaşıyor. Bu hayat tarzı insanın ruhunu, kalbini ve hayal gücünü bulandırıyor. Çevresini kirleterek tabiatı kokuşturan zamane insanı, insandaki tabiiliğin, safvetin ve içtenliğin de canına kıyıyor.
Öyle bir hayat biçimiyle tanıştık ki, gece yaşayıp gündüz adeta ölüyoruz. Musikimizde gece hayatı denilen salaşlığın yok eden, çürüten ve karamsarlaştıran kederleri tütüyor. Arabesk akşamlarda yaşıyoruz. Yahut pop çılgınlığının tamtamlı labirentlerinde. Ne sevincimiz sevinç, ne kederimiz keder... Zevk duyduğumuz şeyler de endişelendiklerimiz kadar süfli.
Her şey gittikçe safiyetini yitiriyor...
Türkülerimizin o güzelim motiflerine yani seherlerine, tan ağarmalarına, gül gibi açan şafaklarına, menekşelerine, çiğdemlerine, güllerine, sümbüllerine hasret kaldık. Öz nağmelerimizle “seherde bir bağa girerdik, ne bağ duyardı, ne bağban...” Aşık delikanlılarımız, seher kadar saf ve temiz güzellere yine seher vaktinde vurulurlardı. Yüreklere, seherin safiyeti ve saba rüzgarının temizliğine denk ışıl ışıl aşklar dolardı. Lâhutî sevdalar inerdi sinelere...
Şiirlerimizde ve türkülerimizde seher yeniden doğmayı hatırlatırdı. Seher ümit demekti. Seher Yaratan'a yakınlık demekti...
Bir milletin en çok sevdiği şey, onun şiirinde ve musikisinde hayat bulur. Bizim saf şiirlerimizde de yar ve seher vardır. “Sabahtan kalktım ki ezan sesi var/ Ezan sesi değil yar yar, burçak yazısı var” diye şakıyan türkülerimiz, seher vakti eyvanlarda bülbüllerin ötüşünden bahseden ezgilerimiz, hep sabahın seherinin hayatımızdan çıkışıyla unutulup gitti. Şimdi bir akşam ölmekten, uçurumlara yuvarlanmaktan bahsediyoruz. Şarkılarımız isyan ve intihar kokuyor.
Sabah ve sabah rüzgarı ne temiz nimetlerdi! Sabahın o sessiz ve manevi çağında seher, yüzümüzü serin bir el gibi okşardı. Denizlerden esen o ince rüzgarların kırları bayırları okşadığı gibi.
Seherdeki safiyet bu kadar güzel olmasaydı, hiç mukaddes kitabımız “seherlerde af dileyenler” ayetiyle seheri kutsîleştirir miydi?
Artık modernleşen insanımızın hayatından seher çıktı. Seher uykuda geçiyor. Bu sebeple seherli türküler terennüm edilmiyor. Sabahın yirmidört saatimizden çıkışıyla, seher saflığındaki herşey de kayboldu. Sabahın uykuya feda edilişiyle bütün iyimser duygular uçup gitti. Bülbül sesleriyle, ezan sesleriyle değil, motor sesleri ve korna sesleriyle uyanıyoruz. Masmavi gökyüzünü yoklayan kim? Koynunda doğup büyüdüğümüz tabiatın farkında olarak yaşayan var mı?
Denizlerde su can çekişiyor. Güneşin sarışın, varlığa hayat sunan ışıkları kurşunî, asit yüklü bulutlar arasından kirlenerek süzülüyor. Teşrinleri yaşıyoruz ve her şey çürüyor.
Ruhların bulanmasıyla birlikte saf olan o kadar çok şey kaybettik ki... özlemlerimiz arasında mazide kalan o kadar çok şey var ki... Onların hiç birini zamanımıza taşıyamadık; bu yüzden istikbalimiz daha bulanık olacağa benziyor.
Nişanlısına mani söyleyen şu Anadolu gelini ne kadar içten ne kadar samimi: “Pınarın başında, Hasan, taş ben olaydım. Sürmeli gözlere kaş ben olaydım...”
Şarkılarımızda sevgililer menekşe kokardı. Aşkı mukaddes sayan, beden zevklerinin ötesinde mütalaa eden aşıkların mısralarında da kır çiçekleri kokardı. Onlar sevgililerine “Menekşe kokulu yarim” derlerdi. Şimdi menekşe kokuları sevgililer kadar sahte.
Evet, o eski tabiat kokan, arı-duru türkülerimiz yok. O türküleri söyleyecek ruh da kalmadı zaten. Ormanların uğultusu içimize vurmuyor. Nazlı yarin hayali karşımızda yok artık. Tabiattan koptuk, asfalt caddelerin kucağında, beton ve plastik dağları ortasında büyüyor çocuklarımız. Şimdi makinelerin gürültüsü içimizde çınlıyor.
Kimse sevdiğine “bir içim su” da demiyor artık. Çünkü su da öldü. Her safiyet gibi. Nehirler kendi ölüsünü denizlere taşıyor. Denizlere atık taşıyan kanallar oluverdiler. İnsan, ruh, çevre, sanat ve edebiyat... ne tuhaftır ki, birbirine paralel olarak kirleniyor.
Ya annelerin ninnileri? Ya onların yavrularına ışıl ışıl bir gökyüzü, mesut bir dünya sunan ninnileri? Onlar bu çağda yaşamıyor ki kirlensinler.
Gelecek nesiller anne kalbinin safiyetini görsünler diye, keşke bu ninnilerden istikbale de bir iki tane yollayabilseydik!..
Ninniler, yavruların duyduğu ilk ve en yalın şiir ve musiki örnekleriydi. Alnı tülbendinden ak annelerimiz, yavrusu ile en derin ve en ruhanî iletişimlerini ninnilerle kurarlardı. O ak ve helâl sütüyle yavrusunun bedenini beslerken, ruh dünyasını da pınar suları kadar berrak, denizlerden esen meltemler kadar temiz ninnilerle beslerdi. Ninnilerde anne ruhunun, kalbinin ve lisanının sıcaklığı ve şefkati tüterdi:
“Ay soldu ninni
Kayboldu ninni
Yavru kuş ninni
Uyumuş ninni
Yum gözlerini ninni
Gül yüzlü yavrum ninni...”
Ay, yavru kuş, gül yüzlü yavru ne kadar temiz, ne kadar tabii unsurlar!.. Anne bu ninniyi yavrusuna söylemekle sanki onun körpe ruhuna estetik, güzellik, safiyet ve ışık doldurmaya gayret ediyor. Hani şair, sevgilisine “sana kullanılmamış bir gök getirsem” diyor ya... İşte o özlenen gök, sanki annelerin hayal dünyasından akıp ninnilerde şekillenmiş:
“Evde ışıklar söner ninni,
Gökte yıldızlar yanar ninni
Dağdan kuzular iner ninni
Kararır coşkun sular ninni
Gökte ay dede güler ninni
Uyu yavrum uyu der ninni...
Gece göklerden indi ninni,
Bu akşam öbek öbek ninni
Yıldızlar çiçek çiçek ninni
Rüyanı süsleyecek ninni,
Ninni yavrum ninni...”
Işıkların sönmesi, yıldızların yanması, kuzuların dağdan inip ağıllarına sığınması, coşkun suların kararması, gökte ay dedenin gülmesi, sevimli bir hayal dünyasında sessiz ve uyumaya elverişli, kirden pastan uzak bir dünya tasviri çiziyor. Yavruya bu hayal dünyası içerisinde uyu telkini veriliyor. Onu sabaha, ümide, geleceğe hazırlamak için...
“Dağa gittim
Dağda tavşanlar uyur
Suya gittim su uyur
Suda balıklar uyur
Eve geldim ev uyur
Beşikte yavrum uyur
Ninni benim yavruma ninni...”
Bu manide de yavrunun sevimli bulduğu, tutup oynamak ve okşamak istediği her şey uyuyor. Her şey saf, her şey temiz ve sevimli...
Ne dersiniz, bu safiyeti geri getirebilir miyiz? Bana sorarsanız, bir şartla evet... Kalbimizi arındırırsak...