Aramak

Toplum Nasıl Huzur Bulur?

Toplum olarak yaşadığımız bela ve musibetler, kötüye gidiş evliyaullahın da temel meseleleri arasında olagelmiştir. Onlar meseleyi ilâhî rahmetin ya da gazabın celbi ekseninde ele almışlar, toplum maneviyatını yitirdikçe bela ve sıkıntılara maruz kalacağını, yüzünü Cenab-ı Hakk’a döndükçe huzur bulacağını hatırlatmışlardır.

Bu hususta dertlenen ve derdini dile getiren zâtlardan biri de, halk arasında “İmam Efendi” ismiyle şöhret bulan Osman Bedreddin Erzurumî kuddise sırruhû hazretleridir. Ümmetin büyük çalkantı ve savrulmalarla çalkalandığı bir dönemde (1856-1924) yaşamış olan Hazret’in sohbet notlarından oluşan “Gülzâr-ı Sâminî”den konuyla ilgili bir bölümü kısmî değişikliklerle sunuyoruz.

Cenab-ı Hak bir kavme gazaplanırsa rahmetini onlardan kaldırır

Rasulullah Efendimiz sallallahu aleyhivesellem bir hadis-i şerifinde: “İslâm alenîdir (açıktır), iman ise kalptedir.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/135) buyurduktan sonra, mübarek elleriyle şerefli göğüslerine işaret buyurarak, “Takva buradadır, takva buradadır, takva buradadır.” buyurmuşlardır. (Müslim, Birr, 10; Tirmizî, Birr, 18) Böylece takvanın yerinin kalp olduğunu ve üç mertebesinin bulunduğunu ima etmişlerdir.

Bu hadis-i şerife göre, günümüz müslümanlarının yaşadığı İslâmiyet’in efrâdını câmi ağyârını mani olmadığı; yani bütün unsurlarını barındırmadığı, dışarıda kalması gereken hususları da dışarıda bırakmadığı görülüyor. Çünkü bu hadis-i şerifte, “İslâmiyet, aleniyettir.” buyruluyor. Halbuki bugün bir taraftan müslümanlık davası güdülüyor, müslümanız diye iddia ve ilan ediliyor; fakat diğer tarafta ne ibadet ne taat ne sâlih ameller ne namaz ne oruç... Hiçbir şey, evet hiçbir şey yok! Yalnız kuru bir söz: “Müslümanız” diyorlar o kadar!

Halbuki “İslâmiyet aleniyettir.” diye ferman buyruluyor. Şu halde bu iddia sahiplerinin ibadet ve taati, orucu, namazı olacak, hem de bunlar gizli olmayacak, alenen olacak, biz de göreceğiz. Ben bugünkü müslümanların çoğunda bunları göremiyorum, siz görüyorsanız söyleyiniz.

Biliyorsunuz, üç mezhep imamına göre sâlih ameller, imandan bir cüzdür. Yani imanın bir parçasıdır. Bizim mezhebimize (Hanefî mezhebine) göre ise sâlih ameller imanın parçası değilse de koruyucusudur. Yani demektir ki sâlih amelsiz bir iman insanda durmaz, gider. Sâlih amel imanın kemâlindendir. Gerçi neticede mezhep imamlarının hepsinin kavli aynı noktaya varıyor. Her ne kadar bizim mezhebimizde biraz genişlik ve müsaade var gibi görünüyor ise de...

Cenâb-ı Hakk’ın kullarına tasarrufu en çok iki sıfatladır; o da celâl ve cemâl sıfatlarıdır. Yani ya rahmet ya gazap sıfatları… Bu yönden hadis-i şerifte, “Kulların kalpleri, Rahmân’ın iki parmağı arasındadır.” buyrulmuştur. (Tirmizî, Kader, 7; İbn Mâce, Dua, 2). Bu vücudun zâhiri ile nefs ve onun yardımcıları ilâhî kahır, celâl ve Allah’ın mekrine mazhardır. (Allah’ın mekri: “Allah Tealâ’nın günahkârlara mühlet vermesi ve onları farkında olmadan, beklenmedik bir anda cezalandırması” veya “bu şekilde ansızın gelen ceza” demektir.)

Bu vücudun bâtını ve ruh tarafı ise O’nun cemâl ve lütfuna mazhardır. Bu itibarla celâl tarafının işini görüp de cemal tecellisinin ümidi ve beklentisi içinde olmak kabul edilemez. Bu yol çıkmaz yoldur, yanlıştır. Aynı şekilde rıza ve cemâl yolunu tutanlara da kahır ve celâl tecellisi olmaz.

Ancak Peygamber’e tâbi olanlar kurtulacaktır

Diyorlar ki: “Eğer içimizde kâmil, duası Allah indinde makbul kişi varsa, niçin dua etmiyor da bizden bu belalar ve bu musibetler kaldırılmıyor?” Bundan da maksatları, anlıyorum ki bu sözü bize işittirmektir. Öncelikle, hâşâ ve kellâ, biz insan-ı kâmil değiliz. Haydi farz edelim ki dedikleri gibi bir insan-ı kâmiliz. Fakat bir insan-ı kâmil peygamberlerden büyük olabilir mi? Hâşâ ve kellâ!.. Peygamberler kendi kavimlerinin içerisinde bulundukları halde o kavimlere azap olunmadı mı? Elbette ki olundu. Çünkü helâk olan o kavimler, peygamberlerine ve ilâhî emirlere uygun hareket etmediler. Peygamberler ve onlara tâbi olanlar ise kurtuldular, felâha erdiler. Her asırda da peygamber vâris olan kâmil zatlar ve onlara tâbi olanlarla olmayanlar hakkında da yine böyledir.

Diğer taraftan biz, hal ve davranışlarımızla sanki diyoruz ki: “Yâ Rabbi! Biz nefsimizin sözünden bir an dışarı çıkmayız, hevâmız neyi talep eder, şehvetimiz neyi gerektirirse onları yaparız. Fakat yine de sen bizim istediğimizi meydana getir, bizi rahata ve selâmete çıkar. Tâ ki biz sana iyice ve daha fazla isyan ve azgınlık edelim!..” İşte bizim rahat ve selâmet isteğimizin sebebi ve hakikati bu demektir. Pekâlâ, hal böyle iken istenilen duada bulunmak hangi velînin, hatta hangi nebînin elinden gelir?

Mademki bela ve musibetlerden hepimiz şikâyet ediyoruz, geliniz bu badireden kurtulmak için her birimiz nefsimizin birer kötü ahlâkından vazgeçmeyi adayalım.

Nedir bu nefse sonuna kadar tâbi olmak? Bu hevâ ve şehvete şimdiye kadarki esaretimiz kâfi değil mi? Şu hıristiyanlardan bari utanalım, hayâ edelim. Onlar bozuk dinleri için bu kadar dertlere düşüyorlar, Hıristiyanlığı yaymak için ne Çin’i ne Hind’i koymayıp hiçbir fedakârlıktan geri durmuyorlar. Acaba biz, imanın hakikatine de sahip olduğumuz halde Peygamberimiz, Allahımız ve dinimiz İslâm uğrunda neden hiçbir gayret göstermiyoruz? Dinimizi yaymak şöyle dursun, belki kendimiz dahi hükümlerine tâbi olmuyoruz. Bu gayretsizlik, bu himmetsizlik bize nereden geldi?

Rahmet-i ilâhiyye bu ümmetten o kadar soyulmuş, uzaklaştırılmış ve kaldırılmış ki değil birbirimize, hatta bir kimse kendisine, kendi nefsine bile merhamet edip de onu Allah Tealâ’ya layık etmek istemiyor. Etmek hatırına bile gelmiyor. Bu konuda bir hadis-i şerif de gelmiştir: “Cenab-ı Hak bir kavme gazap ederse, rahmetini onlardan kaldırır.”

Dosta düşman, düşmana dost muamelesi yapılmaz

Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’inde Habib-i Ekrem sallallahu aleyhi veselleme hitaben buyuruyor ki: “Halbuki sen onların içinde iken Allah onlara azap edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerlerken de Allah onlara azap edici değildir.” (Enfâl 33)

Evet, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin saadetli zamanlarında, bu ayet-i kerime hükmünce mukaddes vücutları sayesinde ashaba azap olunmadı. Fakat onlar da her şekilde O’na muhabbet ve tam manasıyla tâbi olmakla, her şeylerini o hazretin uğrunda feda etmekten geri durmadılar. Cenab-ı Hak da onları her yönden muvaffak buyurdu.

Asr-ı Saadet’i takip eden Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn zamanlarında da tertemiz şeriatla amel, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin şerefli sünnetlerine tam uyma, söz, amel, ahlâk yönlerinden, zâhiren ve bâtınen O’nun izinde yürüme söz konusu olduğundan, onları da Cenab-ı Hak muhafaza buyurarak azap etmedi. Her ne kadar Rasulullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem mübarek bedenleriyle bu âlemden ayrılmışlarsa da şeriatı, sünneti, ahlâkı, nuru ve feyzi yine ümmeti ile beraberdi. Bu sırlara ve hikmete, hilafet ve feyzlerine mazhar olan ve bunları âleme yansıtan kâmil insanlar vardı. Onlara tâbi olup izlerinden yürümek aynen Rasulullah sallallahu aleyhi vesellema uymak ve onun şerefli izinden gitmek demek olduğundan, bunlarla bulunanlara ve bunları içerisinde bulunduranlara azap olunmadı.

İşte, hangi zamanda bu mübarek zatların kıymet ve itibarı bilindi ve bunların izinden gidenler bulunduysa, işte o zaman müslümanlar rahat ettiler. Hangi zamanda da bunlardan uzaklaşıldı, bunlara hakaret olundu ve inkâr edildiyse, işte o zaman Cenab-ı Hak ağır imtihanlar, fitneler ve belalar verdi. Çünkü bu zatları inkâr Allah’ı, Peygamber’i inkâr ve bunlardan uzaklaşma Hak’tan ve Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemden uzaklaşmak demektir.

Biz ne vakit ki gidişatımızı değiştirir ve Cenab-ı Hakk’ın bizdeki sırrını, rabbânî emanetini ve ilâhî sıfatlarını bozup değiştirirsek, O da bizim hakkımızdaki ilâhî vaadini, rabbânî korumasını kaldırıp, bize ihanetimizin gerektirdiği şekilde muamele buyurur. Çünkü ayet-i kerimede “Bir kavim, özlerindekini (güzel hal ve ahlâkını) değiştirip bozuncaya kadar, Allah şüphesiz ki onu (halini) değiştirip bozmaz.” (Ra‘d 11) buyurulmuştur. E, dosta düşman, düşmana dost muamelesi olmaz. Bu itibarla düşman safına geçip de dostluk muamelesi, dostlara mahsus ikramı, ihsanı ve izzeti beklemek ahmaklığın ve cehaletin son raddesi olmaz mı?

Allah biliyor, içim kan ağlıyor. Şu memlekette neler olduğunu, benim bildiğimi siz bilemezsiniz. (Hazret burada, vazifeli bulunduğu Elazığ, Palu’dan bahsediyor. Fakat sözleri bütün beldeler için geçerlidir.) Bir vakitler bütün yeryüzüne ilâhî feyzler, Muhammedî nurlar hep buradan yayılıyordu. Eyvah ki bugün burası bir viraneye dönmüş. Geçmişte buraya her geldiğimde cennete gelmiş gibi seviniyordum. Fakat bu defaki gelişim beni çok kaygılandırdı, üzdü. Burası böyle mi olmalıydı? Biz Hak Tealâ’nın en kıymetli sarayı olan kalp evini harap ettik, O da bizim memleketimizi, yuvalarımızı harap etti. Şimdi buraya bakalım: Ne zâhiren ne de manen mâmur mudur? Hayır! Niçin bu böyle oldu? Çünkü evvelce buralara insan-ı kâmil nazarı dokunuyordu. O vakitler burada insan-ı kâmil nefesi var idi. Bu nazar ve bu nefes sayesinde, gerek zâhir hanelerimiz gerek bâtın hanelerimiz mâmur ve bakımlı idi.

Kardeşler, tecrübe ile sabittir ki bir evin içerisinde insan bulunmasın; dışarıdan ne kadar bakımı yapılsa da kısa zamanda o evin harap olduğu görülür. Zira o evi ayakta tutan insan nazarıdır, insan nefesidir. Bunun gibi, âlemin devam ve düzenine yegâne sebep de hakiki insandır. Ne vakit ki hakiki insan bu âlemde çok bulunur, cihanın düzeni ve imarı da mükemmel olur; öyle de olmuştur. Her şekilde rahatlık ve fetih, güven ve huzur, kısaca Allah Azze ve Celle’nin cemâlî tecellilerinin hükmü üstün gelir ve gelmiştir. Fakat zamanımızda hakiki insan pek az ve hatta yok hükmü- ne bulunduğundan, bu âlem de işte böyle harabeye yüz tuttu, daha da tutacak. Eğer biz gördüğümüz her insan suretindeki yaratığa insan dersek hem çok yanılır hem de yalan söylemiş oluruz. Muhakkak ki bu böyledir, bunu bilelim.

Biri derse ki: “Niçin böyle söylüyorsun?” Ben de cevaben derim ki: “Allah biliyor ki ben O’nun yarattıklarına çok acıdığımdan, onları çok sevdiğimden böyle söylüyorum. Tâ ki akıllarını başlarına alsınlar ve hallerinin çaresine baksınlar.”

Ne yapalım Cenâb-ı Hak bizim meşrebimizi de böyle etmiş. Birinin parmağına bir diken batsa, başı ağrısa, sanki benim gözüme batmış veya ciğerime saplanmış gibi acı çekiyorum. Fakat ne çare ki elden bir şey gelmiyor. Hiçbir yaratılmışın, özellikle de bu din kardeşlerimin maddi ve manevi, dünyevî ve uhrevî hiçbir şekilde zarar görmesine, rahatsızlık yaşamasına gönlüm razı değildir. Hüdâ’nın yarattıklarını ve ümmet-i merhumeyi bu derece sevmem, Allah ve Rasulü ’nün hatırı içindir. Çünkü az çok hissetmişim ve biliyorum ki bunların hepsi Allah Tealâ’nın emanetidir ve Muhammedî nurdan yaratılmışlardır. Öyle ise ben bunları nasıl sevmem?

Bir adamda Allah’ın ve O’nun Rasulü’nün sevgisi bulunursa, elbet o adam hemcinsini ve din kardeşlerini sever.

Toplumu batıran veya yükselten üç zümre

Her zaman söylüyoruz. Bu halkın yükselişi ve düşüşü, ebedî hayata ve sonsuz saadete mazhar olmaları yahut ölümleri, hüsran ve rezil olmaları üç zümre yüzündendir. Bu üç zümre doğru yolda olur ve kendilerinde Allah’ın dinini yaşatırlarsa, halk da onlara bakarak Hakk’a yönelir ve itibar eder. Bu şekilde hem dünyevî menfaat ve rahat hem de dinî selâmet ve saadet, hatta uhrevî menfaat ve ticaret temin edilmiş olur. İşte bu üç zümre; yöneticiler, toplumun önde gelenleri ve âlimlerdir.

Bu üç zümrenin ilki olan yöneticiler yani devletin memur ve âmirleri, ilâhî emirler çerçevesinde adalet ve doğrulukla halkın problemlerini halleder ve aynı zamanda Cenab-ı Hakk’a kullukta sebatla çok gayret ederse, elbette halk üzerinde hayırlı ve büyük etkileri görülür. Onların adalet ve istikametleri sebebiyle Hak Tealâ’ya itaat ve yönelme oldukça, emirlerine bağlı, haramlarından kaçan kimseler yetiştikçe, bunların sâlih amellerinin bir misli de o devlet adamının amel defterine yazılır.

Tam tersine, idareciler halkın kötülüğüne sebep olurlarsa, halkın günahlarının bir misli de onların defterlerine yazılır. Yani yöneticiler Hak’tan uzaklaşır da adaletsizlikleri, istikametsizlikleri görülürse, daha doğrusu Allah’tan ve O’nun Kitabı’ndan ayrılırlarsa, diğer insanlar bunların kötü hallerine ve ilâhî gazaba sebep olacak tavır ve davranışlarına uyarak dünyada ve ahirette azaba ve her nimetten mahrum bir şekilde cehennem ateşine layık olurlar. Ki, bu günahların bir misli de aynen sebep olanların yani devlet adamlarının, yöneticilerin defterine yazılır.

İkinci olarak, bu ümmetin batmasına veya çıkmasına vesile ve rehber olacak kimseler toplumun eşrafıdır, önde gelenleridir. Yani memleketin büyükleri, ağaları, beyleri... Nerede bir zulüm, hukuksuzluk, hak gaspı, cinayet gibi şeriata aykırı ve Hakk’ın rızasına zıt bir şey olursa, elbette bunun karşılığı olan cezanın bir misli de o bölgedeki münker işlere duyarsız eşrafın amel defterine kaydolunur. Zira halk, hayırlı işlerde onları örnek aldığı gibi şer işlerde de ya onlara uydular ya da göz yummaları sebebiyle yanlışı normal ve meşru saydılar.

Üçüncüsü âlimlerdir. Âlimleri en sonra söylememin hikmeti şudur: Önceden bunlara halkın hürmet ve itibarı vardı. Fakat ne yazık ki halkın kendilerine hürmet ve itibar ettiği o geniş ve rahat zamanlarda bunlar yalnız şekle, dış görünüşe, görüntüye önem verip bâtın tarafına, kalp temizliğine, nefsin arınmasına, ilâhî ahlâkla ahlâklanmaya itibar etmediler. Bu asıl ve en önemli işi arkaya attıklarından ve halka da bu davranışlarıyla örnek olduklarından, bugün işte başımıza gelenler geldi. Bakalım daha neler gelecek!

Bugün artık her grup ya doğrudan ya da halleriyle diyor ki: “Biz Allah’ı ne yapalım?” Mesela devlet adamları diyor ki: “Görev her şeyden önce gelir, görev kutsaldır. Biz yönetim işleri ve insanların problemleriyle uğraşıyoruz. Biz Allah için daha ne edelim?”

Eşraf ise hiç yanaşmıyor: “Biz zenginleriz. Bu kadar meşguliyet içerisinde kim Allah ile olacak?” diyorlar.

Âlimler ise, “Bizim ilmimiz var, bu bize yeter.” diyorlar.

Bu sözler biraz ağır ve acı gibi görünüyorsa da doğrudur. İslâm toplumunun omurgasını oluşturan bu üç zümrenin halleri, işleri ve ahlâkları biraz dikkatlice incelenecek olursa aynen bu şekilde olduğu görülür. Ne yazık ki hakikat budur. Cenâb-ı Hak cümlemizi hayırla ıslah eylesin.

Görülüyor ki hiçbir grup Allah Tealâ’yı talep etmiyor, istemiyor. Dahası O’nu, o Kahhâr, Cebbâr, Kâdir, Muktedir, Azîm ve Celîl olan Zât-ı Zülcelâl hazretlerini, kendimize tâbi kılmak istiyoruz. Bize ancak bizim istediğimiz gibi muamele ve tecelli buyurmasını bekliyor ve umuyoruz. Bu ne kadar yanlış bir düşünce! Bu tavır ne kötü bir sonla noktalanır, ah bir bilsek!.. Bu kötü gidiş ve düşünce ne büyük sapmadır ve ne büyük kopuştur!

Yaşadığımız gibi ölecek ve öldüğümüz gibi haşredileceğiz

Cenab-ı Hak, bütün semavî kitapların en üstünü ve hepsini içine alan Kur’an-ı Azîmüşşan ve Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem vasıtasıyla bizi kendi zâtına davet buyurmuştur. Sakın olmaya ki bu Zât’a davet olunmayı önemsiz bir şey sayalım. Çünkü bizi dünyalık makam sahibi büyük bir zât davet etse, övüncümüzden yere göğe sığmayız, sabırsızlıkla davet zamanını bekleyip, gecikmeden icabet ederiz.

Bilesiniz ki bizi davet eden Zât, Allah Tealâ’dır. Davetçi de peygamberlerin en üstünü, Allah’ın habibi, Rasul-i Müctebâ Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi vesellemdir. Davetiye de Kur’an-ı Azîmüşşan’dır. Bu ne şereftir ki davet olunan da biziz! Evet, bizim gibi, mücrim, âsi, ve günahkâr kullar... Bu daveti kabul edenlere müjdeler olsun! Kabulden kaçınanlara da yazıklar olsun! Nasıl olur ki böyle bir davete icabet etmeyelim? Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh...

Bu nimetin ne kadar büyük olduğunu, az çok özet olarak tarif ettik. Şimdi bu nimete kavuşmanın usulünü de aramak ve öğrenmek lazımdır. Bunun usulü yani kapısı ikidir: Biri tertemiz şeriat, diğeri de evliyaullahtır. Bununla birlikte bu ilâhî kapılarda gayet kuvvetli engelleyiciler vardır. Fakat bu engelleyicilere şöyle tembih olunmuştur: “Kim ki size takılmaz, mutlaka geçip gitmek isterse ona dokunmayınız. Fakat kim de size meyleder, sizden geçmeye pek niyeti olmazsa onu bırakmayınız.”

Hak yolun saptırıcıları

Yol kesen bu engelleyici düşmanlardan biri, insanın dost saydığı insan kılıklı şeytanlardır. Bunlar türlü türlü hile ve melanetle, doğrudan yanaymış gibi görünerek, insanı hak yola yönelmekten alıkoymaya çalışırlar. Mesela şöyle derler: “Sen tarikatı ne yapacaksın? Beş vakit namazını kılıp orucunu tuttun mu yeter. Senden daha iyi müslüman olur mu? Mürşid dediğin adamın şu şu kusurlarını görmüyor musun? Şimdiye kadar mürşide gidenler ne yapmış, neye yaramışlar ki? Bu gibi sevdalardan vazgeç. Öyle şeyler senin benim gibilerin elinden gelmez. Sonra aklını falan da bozarsın, bu da ayrı bir bela olur...”

Daha buna benzer bir sürü hezeyan, göz boyama ve aldatmalarla şeytana taş çıkaracak azdırma ve şaşırtmalarda bulunurlar. Bunların hile ve aldatmalarına uyanların ise başına ne gelecekse gelir.

Yok, ilâhî yardım ve çekim ulaşır da insan bu gibi ayartmalara kapılmaz ise, Hak kapısının ikinci yol keseni, bekçisi olan şeytana sıra gelir. O da insanı daima fakirlikle korkutur. İnsanın iyiliği için çalışıyormuş gibi görünerek her türlü zararlı telkinde bulunur. Buna tâbi olanlar da hak ve hakikate karşı uykuda kalır ve belasını bulur. Tâbi olmayanlar ise sonunda Mevlâ’sına vâsıl olurlar.

Allah’ın yardımıyla bundan da geçilirse ilâhî kapının en son ve en şiddetli yol kesicisi olan nefs meydana çıkar. Çeşitli fikirlerle, türlü türlü bozgunculukla kulu Mevlâ’sından ayırmaya çalışır: “Bu iş senin işin değildir. Kim bu işin üstesinden gelmiş ki sen geleceksin?” der ve daha böyle binlerce melanette bulunarak kötülüğünü yapar.

Bundan da geçip kurtulan mümine Cenab-ı Hak, lütuf ve keremiyle; “Kulum, gel... Sen sâdık ve hakiki müminsin ve bana layık has bir kulsun. Benim cemâlim ve visalim senin içindir.” der. Böylece o kulunu muhabbet ve marifet nurlarıyla, rabbânî zikir ve tefekkürüyle meşgul olmaya yöneltip hidayet buyurur. Nihayet böyle bir kulu bir insan-ı kâmile ulaştırıp, onun manevi irşadıyla kendi zâtına layık eyler.

Akla şöyle bir düşünce gelebilir: “Benim imanım ve amelim var; bu kadar uzun uzadıya dertlerle kim uğraşacak? Hele de bu hayat şartlarında dünyamız ne olacak?”

Eğer böyle derseniz, ben de; “Pekâlâ, doğru söylüyorsunuz. Fakat dünyam ne olacak diye düşünüyorsun da Mevlâm ne olacak diye neden düşünmüyorsun? Dünya bize lazım da Mevlâ lazım değil mi? O’nu bırakalım da tamamen dünyaya mı sarılalım? Dünyayı Mevlâ’dan çok sevip, dünya işini Allah işinin önüne geçirirsek bu nasıl iman olur?” diye soruyor ve bu hale şaşıyorum.

Sen insan kalıbına bakma, bununla aldanma. Sende hangi hayvanın sıfatı baskınsa, hangi hayvanın ahlâkı ile ahlâklanmış isen, hakikatte o hayvandan başka bir şey değilsin.

Cenab-ı Hakk’ın bu hayvanları yaratması iki şey içindir. Biri, bize hizmet etsinler diyedir. İkincisi ise bizim bunlardan ibret almamız içindir. Onların ahlâkına dikkat edeceğiz. Bu ahlâktan bizde hangileri var, hangileri bizde ağır basmaktadır diye araştıracağız ve o ahlâklardan kurtulmaya gayret edeceğiz ki hayvanî sıfatlardan kurtulup insaniyetimizi korumak mümkün olsun.

Acaba herhangi birimiz böyle bir araştırmada bulunduk mu? Mesela köpek, koyun, kurt, ayı, tilki, öküz gibi hayvanların ahlâkı nasıldır? Bu ahlâktan acaba kendimizde var mı? Hangi ahlâk bizde daha ziyade bulunuyor, diye hiç düşündük mü?

Halbuki hadis-i şerifte, “Nasıl yaşarsanız öyle ölür ve nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz.” buyrulmuştur. (Müslim, Cennet, 19; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/366) Hakikat böyle iken, biz nasıl “insanız, imanımız var” diye kendimize güvenir de Cenab-ı Hakk’a yönelmekten geri dururuz?

Düşünmek lazım, hayvanın imanı olur mu? Hayvan Cenab-ı Hakk’ı sever veya O’ndan korkar mı? Sakın biz yalnız bu insan şeklimize aldanıp kalmayalım. Kâfirler de bu konuda bizimle ortaktır. Eğer insaniyet yalnız şekilden ve kalıptan ibaret olsaydı, onların da insan olması gerekirdi. Halbuki onlar hakkında Kur’an-ı Kerim’de, “Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıklardır.” (A‘râf 179) buyrulmuştur.

İnsan ya Allah’a yakındır ya şeytana

Hâsılı mümin, Rabb’inin mekrinden emin olarak oturmaz. Müminin kalbinde Allah korkusuyla Allah sevgisinin bulunması lazımdır. Bel‘am b. Bâura’nın yanındaki on iki bin kâtibi ağzından çıkan ilmi yazarlarmış. Bu kadar ilmi, zühdü, ibadet ve taati varken neticede küfürle gitti. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’inde, “Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer.” (A‘râf 176) diye onu köpeğe benzetiyor.

Şeytanın da yüz bin senelik ibadeti ve o kadar ilmi ve bütün meleklerden ziyade Cenab-ı Hakk’a yakınlığı vardı. Ne oldu? Hiçbir şeye yaramadı. Eğer “İmana bir şey olmaz.” denilirse bunlarınkine niçin oldu? Evet, olur! Her şey olur... Gurura, kendi aklımıza ve fikrimize göre yol tutmaya lüzum yok. Ne yaparsak yapalım, Hak Tealâ’nın zâhir ve bâtın emirlerine severek uyalım ve yasaklarından da mutlaka sakınalım. Hakiki İslâm, hakiki insan mertebesini bulmadıkça durmayalım. Dost sözü ve en doğrusu budur.

İnsan mutlaka iki şeyden birine yakındır. Yakın olduğu şeyin işi ve hükmü muhakkak kendisinde meydana gelir. Evet, insan ya Allah’a yakın olur veya şeytana... Allah’a yakın olandan ilâhî ahlâk, güzel söz, sırlar, hikmetler, rabbânî ilim ve marifetler ortaya çıkar. Şeytana yakın olandan da şeytanî çirkin ahlâk ortaya çıkar yahut dışarı sızar.

İnsanın kendisini anlaması için, “her kabın dışına içindeki sızar” sözü mükemmel bir ölçüdür. Bu hakikat ortada iken, şimdi sıkça söylendiği gibi, “Sen kalbe bak! Benim ibadet ve taatimi, ahlâk ve tavırlarımı ne yapacaksın? Benim kalbim temizdir, her türlü kirden uzaktır!” şeklindeki sözlere kim inanır, kim güvenir? Temiz bir kalpten daima iyilik sızması gerekirken böyle bir şey görülmüyor. Bizden daima isyan ve günah, türlü türlü ahlâksızlık ve çirkinlik sızıp yayılıyor. Buna ne diyelim?

Evet; bu gibi sözler kesinlikle yalandır. Kendilerine iftira, hem de büyük iftiradır. Kendileri gibi nefslerine ve hevâlarına esir olanları kandırıp dosdoğru yoldan çıkarmaktan, ötekini berikini kandırmak ve saptırmaktan başka bir şey değildir. Cenab-ı Hak bizi nefsin ve hevânın bu saptırıcı iddiasından korusun.

Yâ Rabbi! Bizi gafillerden eyleme. Âmin...

Osman Bedreddin Erzurumî (İmam Efendi) kuddise sırruhu Kimdir?

1856 senesinde Erzurum’da doğmuştur. Aynı zamanda ilk hocası olan babası; ilmi, fazileti ve tasavvufî liyakatiyle tanınmış bir zât olan Selman Sükûtî Efendi ’dir. Osman Bedreddin Erzurumî kuddise sırruhu dokuz yaşında hafızlığını tamamlamış, onlu yaşlarını bitirmeden pek çok ilimde liyakat kazanmıştır. Hocalarının irfan ehli zâtlar olması sebebiyle ilim tahsili döneminde tasavvufî derinlik de elde etmiştir.

Osman Bedreddin Erzurumî kuddise sırruhu 1877-1878 Osmanlı-Rus harbinde işgal altındaki Erzurum’da halkın düşmana karşı galeyana gelip işgalcileri çıkarmasında teşvik edici rolü olmuş, kendisi de ön saflarda çarpışmalarda yer almıştır. Bu gayreti halk üzerindeki etkisi Ordu Komutanı Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın dikkatini çekmiş ve onu tabur imamlığına tayin etmiştir. Böylece İmam Efendi olarak anılmaya başlamış, halk arasında bu isimle tanınmıştır.

Savaştan sonra gördüğü bir rüya üzerine Elazığ’ın Palu ilçesine gitmiş ve burada Nakşibendiyye şeyhi Seyyid Mahmud Sâminî kuddise sırruhûya intisab etmiştir. Manevi icazetinden sonra, vazifeli bulunduğu taburun sevkiyle Çemişgezek ’e gitmiş, burada on beş sene devam eden irşadı ve sohbetleri bölge ahalisinde derin tesirler bırakmıştır. 1909 senesinde tabur imamlığından emekli olunca tekrar Palu’ya, mürşidinin yanına dönmüş, bir müddet sonra da Harput’a yerleşerek irşadına ve tesirli sohbetlerine devam etmiştir.

1924 senesinde vefat eden Osman Bedreddin Erzurumî hazretlerinin sohbetleri, muhtemelen kendisine müntesip bir subay tarafından defterlere kaydedilmiş ve Marifet Yayınevi tarafından “Gülzâr-ı Sâminî” ismiyle kitaplaştırılmıştır. Ayrıca sadeleştirilerek, beş cilt olarak Semerkand Yayınevi tarafından da basılmıştır.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy