Aramak

Toplumsal Dayanışmanın Neresindesiniz?

“Kul, din kardeşinin yardımcısı olduğu sürece Allah da onun yardımcısıdır”

 Türkçemiz’de “can kulağı ile dinlemek” diye bir tabir vardır; anlatılan birşeyi “kulak arkası” etmeden dinlemek, bütün benliğiyle anlatılana yönelmek ve kendi payına düşen hisseyi almak kastedilir bu sözle.

Bizi müslümanlar olarak birbirimize rapteden, sıkı sıkıya bağlayan kardeşlik bağları gevşeyeli beri, aziz dinimizin emirleri, tavsiyeleri, yönlendirmeleri ne yazık ki kulağımızın birisinden girip öbüründen çıkıyor. Kitaplar okuyor, sohbetler ediyor, camilerde vaaz ve hutbeler dinliyoruz; ne var ki, bütün o dinlediklerimiz ve okuduklarımız, “can kulağımız”a ulaşmak şöyle dursun, çoğu zaman “baş kulağımız”da bile durmuyor.

Netice önümüzde... Özellikle ülkemizde yaşanan bu muazzam ekonomik sıkıntı bizi daha bir içimize kapattı. Kardeşlerimizin ahvali ile daha az ilgilenir olduk. Elimizde avucumuzda kalana, “yarın ne olacağı belli değil” diyerek daha bir sıkı sarılmayı tercih ediyoruz.

Oysa böyle düşünerek infakı, yardımlaşma ve dayanışmayı ertelediğimiz sürece kardeşliğimizi azaltıyor ve farkında olmadan  müslümanlığımızı zayıflatıyoruz.

Pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da okuduğumuz, dinlediğimiz ve öğrendiğimiz ilâhî buyruklar ve peygamberî yönlendirmeler sanki bizi değil de başkalarını muhatap alıyor. Pak selefimizin yaşadığı canlı hadiseleri adeta bizim dışımızdaki bir dünyada yaşanmış, şartları değişik olduğu için bize hitap etmeyen olaylar gibi algılıyoruz.

Ama hayır! O ayet ve hadisler doğrudan bizi hedef alıyor. Selefimiz o örnek davranışları, tıpkı bizimki gibi, hatta bizimkinden daha da kötü şartlar altında bulunuyorken gösterdiler. Sadece biz gerçeklere farklı bir pencereden bakmayı tercih ediyoruz; içimizdeki ve dışımızdaki şeytanlar bin dereden su getirerek onlar hakkında bize olmadık yorumlar yaptırıyor, kendi kendimizi kandırıyoruz...

 Birbirine Bağlı İki Haslet: Takva ve İnfak

“Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe birre eremezsiniz” (Âl-i İmran/92) buyuruyor Yüce Kitabımız. Bu ayette geçen “birr” kelimesi, yine Kur’an’da şöyle açıklanmakta: “Birr, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl birr o kimsenin yaptığıdır ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır; (Allah’ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar. Namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakiler ancak onlardır.” (Bakara/117)

Bu ayette özellikleri zikredilen “birr ehli”nin, müttakiler olduğu belirtilirken, yine Kur’an’da, “İşte onlar, Rabblerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır” (Bakara/5) buyurulmak suretiyle müttakilerin durumu dikkatlerimize sunulur.

Yukarıda ilk olarak zikrettiğimiz ayet-i kerimede geçen “birr” ve “ittika” (takva) kelimelerinin, müslüman’ın hayatında nasıl merkezî bir konumda bulunduğunu yine Yüce Kitabımız, “Birr ve takvada yardımlaşın. Günahta ve haddi aşmada yardımlaşmayın” (Mâide/2) buyurarak ihtar eder.

Yani kabuğuna çekilmek ve ‘adam sen de’ci olmak müslüman’ın yapacağı iş değil! Müslüman, birr ve takvada kardeşleriyle yardımlaşmak zorunda...

 Yardımlaşmanın Gerçek Anlamı

Bütün bu ilâhî emirler bize, müslümanca dayanışma ve yardımlaşmanın mahiyetini ve sınırlarını vermektedir. Birr kelimesi hakkında Kur’an’ın verdiği izahat doğrultusunda rahatlıkla söyleyebiliriz ki, aramızdaki dayanışma ve yardımlaşma sadece maddî alanla sınırlı olmayıp, imanî konular, ibadetler, ekonomik ilişkiler ve ruhî (moral) disiplini de içine alan bir bütün olarak tezahür etmelidir.

Burada birey ve toplum olarak, sonuçları bakımından da hem dünyevî, hem de uhrevî bir dayanışma olgusu ile karşı karşıya bulunduğumuzun altını çizelim. Yani bir kardeşimizin başına gelen bir maddi sıkıntıyı def etmek de, iman ve ibadetle ilgili konularda birbirimizin eksiklerini giderip birbirimizi doğruya yönlendirmek de, birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye etmek de Kur’an’ın emrettiği yardımlaşma çerçevesine girer.

Ancak itiraf edelim ki, özellikle maddi anlamdaki yardımlaşma, kasamızdan ve kesemizden “görünüşte” birşeyler eksilttiği için, diğer alanlardaki yardımlaşmadan daha zordur. Oysa acilen farkında olmalıyız ki, Kur’an ve Sünnet, Allah yolunda sarfedilen malda “görünüşte” meydana gelen azalmanın bizi asla aldatmaması gerektiğini; bilakis o malın daha da artacağını ısrarla belirtmektedir.

Yüce Rabbimiz şöyle buyurur: “Allah faizi(n bereketini) giderir, sadaka(sı verilen mal)ları ise artırır.” (Bakara/276)

“İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir faiz Allah katında artmaz. Allah’ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte zekâtı veren o kimseler, evet onlar (sevaplarını ve mallarını) kat kat artıranlardır.” (Rum/39)

Bu hususta Rasul-i Ekrem A.S. Efendimiz de şöyle buyurur: “Sadaka maldan herhangi birşey eksiltmez.” (Müslim)

Ve yine acilen fark etmeliyiz ki, “müttakiler” derecesine erişmenin vaz geçilmez şartlarından birisi “infak”tır. Hem de öyle bir infak ki, sadece maddî durumumuzun müsait olduğunu düşündüğümüz zamanlarla sınırlı olmayıp, “elimizin dar” olduğu zamanlarda da kesilmeyecek, ömür boyu devam edecek. Zira Yüce Rabbimiz müttakilerin özelliklerini anlatırken, “Onlar ki, darlıkta da bollukta da infak ederler” (Âl-i İmran/134) buyuruyor.

 Onların Mazereti Yoktu

Sözün başında da söyledik; pak selefimiz hakkında kitaplarda okuduğumuz, sohbetlerde dinlediğimiz hususiyetler başka bir dünyada ve başka şartlar altında yaşanmış şeyler değil. Hele bir lüks ve fantazi asla değil! Onlar, hiçbir tevile, kaçamağa ve mazerete sığınmadan yaşanması gerekeni yaşadılar ve bizlere ideal hayat tarzının paha biçilmez örneklerini bıraktılar.

Onların da çoluk-çocukları vardı, eğer taşısalardı yarın endişesi onlar için de söz konusuydu ve eğer istemiş olsalardı rahatlık, konfor ve lüks içinde yaşamaları işten bile değildi. Bugün şeytan ve nefis bizleri yardımlaşma ve dayanışmadan alıkoymak için kulağımıza neler fısıldıyorsa, aynı şeyler onların kulaklarına da fısıldanmıştı. Ancak onlar bu fısıltılara zerre kadar itibar etmediler ve bu sayede Allah’ın sevgili kulları olarak ebedi aleme göçtüler...

Hz. Ömer’in oğlu Abdullah, Allah ikisinden de razı olsun, sevdiği şeyleri infak etmeyi prensip edinmişti. Öyle ki, bir gün üzerine bindiği devesinin yürüyüşü hoşuna gidince, hemen deveden indi ve hizmetçisine, bu deveyi kurbanlıklar arasına katmasını söyledi.

Onun bu özelliğinin farkına varan köleleri içinde özgürlüğıüne kavuşmak isteyen olursa, durumunu düzeltir, mescide ve cemaatle namaza devam etmeye başlardı. O da kölesinin bu güzel durumunu görünce hemen azat ederdi. Abdullah’ın arkadaşları kendisine, “Ey Ebû Abdurrahman! Onlar seni aldatıyor” dediğinde şöyle cevap verirdi: “Bizi Allah’la aldatanlara aldanırız.”

Ve bugün... Gittikçe yalnızlaştığımız, maddi ve manevi sıkıntılara karşı daha bir dayanaksız kaldığımız yeni hayat tarzında biz kimlerle ve nelerle aldanıyoruz? İmanımızın gerektirdiği yardımlaşma ve dayanışmayı yeniden hatırlamada ve hayata geçirmedeki ihmalimiz için hangi geçerli mazeretimiz var?

--------------------------------------------------------------------------------------------------------

İbn Abbas R.A. Diyor Ki:

“Müslümanlardan bir ailenin bir aylık, bir cuma veya Allah’ın dilediği zamana kadar geçimini temin etmem, benim için ikinci kez hac yapmaktan daha iyidir.”

Hz. Ali R.A. Şöyle Dedi:

“İhtiyacını karşılayabileceğimi veya benim vasıtamla işlerinin kolaylaşacağını umarak bana gelen bir kimsenin ihtiyacını karşılamaktan daha büyük bir nimet bilmiyorum. Bir müslümanın ihtiyacını karşılamak, benim için, dünya dolusu altın ve gümüşümün olmasından daha iyidir.”

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy